1. KUR’ÂN'IN TÜRKÇE MEÂLİ
SUNUŞ
Kur’ân'ı Arapça aslından okuyup anlamak ve anladıklarımı Türkçe anlatmak üzere yaptığım
bu çalışmada şeytânı'r-racîm'den; onun telkinlerinden, ayartmalarından ve vesveselerinden Allah'a
sığınıyorum.
Olması gereken niteliklerle övemesek de, bilebildiğimiz ve akıl edebildiğimiz tüm övgüleri
âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm Allah için özgülüyor, özellikle de bu âciz, fakir ve hakir kula
Kur’ân'ı Türkçe olarak okuyucuya sunma nimeti ve hizmetini bahşettiği için O'na sonsuz
övgülerimi sunuyorum.
Yüce Rabbimizden, Peygamberi Muhammed As’ı, yakınlarını ve arkadaşlarını destekleyip
kolladığı gibi, bizlerle birlikte Allah'ın dinine hizmet edenlerin tümünü de korumasını, kollamasını
ve desteklemesini niyaz ediyorum.
Rabbimizin mesajlarını yalın olarak saptayıp insanlığın önüne koymaya gayret ettiğim bu
çalışmada, Allah'ın rızası dışında hiçbir amaç gütmedim. Aczimiz ve idrakimizin sınırlı olması
nedeniyle şüphesiz eksiklerimiz olmuştur. Ancak, Rabbim şâhittir ki bile bile hiçbir yanlış
yapılmamıştır. Onun için, Yüce Rabbimizin beni affedeceğini umuyorum.
Burada sunulan meal, kadim Arap dili [lugatı, grameri, edebiyatı] ile birlikte Kur’ân'ın
bütünlüğü dikkate alınarak, çok hassas bir şekilde yapılmış tahlillerin sonucudur. Sunduğumuz
anlamların kanıtları, kaynakları, gerekçeleri Tebyînu'l-Kur’ân adlı çalışmamızda mevcuttur.
Ayrıntılı bilgi edinmek, kontrol etmek ve denetlemek isteyen okurlarımız, 11 cilt hâlinde
yayınlanmış olan Tebyînu'l-Kur’ân'dan veya internet sitelerimizden bunları görebilirler.
Meali sunmazdan önce, Kur’ân ile ilgili birkaç noktayı açıklamayı yararlı görerek,
okurlarımıza kısa ve öz bilgiler sunmak istiyoruz.
KUR’ÂN
Allah'tan, elçisi Muhammed'e (a.s) vahyedilen kitabın özel ismi olan Kur’ân sözcüğünün kök
anlamı, “birikip dağılma”dır. Buradan hareketle “harflerin birikerek sözcükleri, sözcüklerin
cümleyi oluşturması ve bunun aktarılması işi” [okumak] de bu sözcükle ifade edilmiştir. Buna göre
Kur’ân sözcüğü de “okunan” anlamındadır. Biz ise, “öğrenilip öğretilen” anlamını yeğliyoruz.
“Kur’ân” sözcüğü, Allah’tan, elçisi Muhammed As’a vahyedilen kitabın özel ismidir.
ÂYET
Âyet sözcüğü, “alâmet/gösterge” demektir. Allah'ın âyetleri ifadesi, genel olarak, “Allah'ın
varlığı ve birliğinin alâmeti/göstergesi olan varlıklar ve sistemler”; Kur’ân âyetleri de, “insanın
doğru yolu bulmasına alâmet/gösterge olan Allah'tan gelen cümleler” demektir.
Meal'de, Allah'ın varlığı ve birliğinin alâmeti/göstergesi anlamındaki âyet sözcükleri,
“alâmet/gösterge”, “insanın doğru yolu bulması için alâmet/gösterge olan Allah'tan gelen cümleler”
anlamındaki âyet sözcükleri sadece âyet; her iki anlamı içerenler ise “âyet/alâmet/gösterge”
şeklinde verilmiştir.
SÛRE
Sözcüğün ilk anlamları “artık-birikinti”, “duvar-kenti çevreleyen sur”, “menzile-evin odası,
salon, mutfak gibi bölümleri” demektir. Kur’ân sûresi denilince de, Kur’ân'ın bölümleri; inişe göre
bölümler veya konu bölümleri amaçlanır.
2. Parça parça, necm necm, bölüm bölüm inen âyetler, Kur’ân'dan öğrendiğimize göre ilk
dönemlerden başlayarak sayfa sayfa yazılmış ve sûreler hâline getirilmiştir. Çünkü, Mekke
döneminin ilk yıllarında inmiş olan Resmi Mushaf'taki Yûnus/38, Hûd/13, Abese/13. âyetlerde ve
Medîne dönemindeki Bakara/23; Tevbe/64, 86, 124, 127; Nûr/1, Muhammed/20. âyetlerde Kur’ân
sûrelerinden ve Kur’ân sayfalarından söz edilmektedir. Fakat sözü edilen Kur’ân sayfaları ne
bugün elimizdeki 605 sayfadır, ne de Kur’ân'da sözü edilen sûreler 114 adettir. Çünkü bugün
elimizdeki Kur’ân sayfaları, hattatların yazdığı sayfalardır. 114 adet olarak belirlenmiş sûreler ise
“sûre”den söz eden âyetlerin indiği zamandaki sûre anlayışı ile değil, yıllar sonra toplumun bir
kesiminin görüş, kavrayış ve anlayışı ile oluşturulmuş sûrelerdir. Nitekim elimizdeki kaynaklara
göre, ilk sahabe tarafından oluşturulan Mushaflarda ve sûrelerdeki âyet sayılarında farklılıklar
vardır.
Mevcut Mushaflarda yer alan sûreler de ne yazık ki, hem necmleri hem de konuları
bakımından, Kur’ân'da konu edilen sûre özelliğini taşımaktan uzaktır. Anlamayı kolaylaştırması
gereken bölümler, ne yazık ki birçok sûre anlamayı zorlaştırmış, hatta bazı yerlerde
imkânsızlaştırmıştır.
Kanaatimize göre, Kur’ân'daki her necm [vahiy grubu] bir sayfa, her konu da bir sûre idi.
Gönül isterdi ki, her bir necmin iniş sırası belirlenmiş olsun, sûreler de Kur’ân'ın ifade ettiği sûre
anlayışına uygun olsun.
SÛRE İSİMLERİ
Sûreler, içlerindeki dikkat çekici bir sözcüğe veya genel içeriğine göre; Bakara, Nisâ, Yûsuf,
Yûnus vb. gibi isimlerle isimlendirilmiştir, ki bu isimlendirmenin Allah ve Rasûlü ile herhangi bir
ilişkisi yoktur.
NECM
Necm, “bir kerede inen âyet grubu” demektir. Necm, bir âyetten ibaret olabileceği gibi,
onlarca, hatta yüzlerce âyetten de oluşmuş olabilir.
Kur’ân bir defada topluca ve konulara ayrılmış olarak değil, 23 seneye yakın bir zaman
diliminde, toplumdaki olaylara, gelişmelere ve problemlere göre necm necm inmiştir. Bir konuya
ait âyetlerin hepsi bir arada değildir.
Bu fakir kul tarafından Allah'ın izni ile anlam bilgisi ve teknik özellikler gereği necmler
oluşturulmuş, ayrıca Resmi Mushaf'taki hatalı düzenlemeler, sıralamalar düzeltilmiş; birçok
paragrafın âyetleri yeniden düzenlenmiş ve bunlar hem dipnotta hem de necmin altında
gösterilmiştir. Ancak bizim düzenlememiz da mutlak [son ve değişmez] değildir. Ehl-i ilim
tarafından tüm dünya Müslümanlarının elbirliğiyle son düzenleme ve sıralamanın yapılması
gerekir. Biz bu konuda ilk adımı atmış ve sorunu tüm ehl-i insaf, ehl-i vicdan ve ehl-i imanın
dikkatine sunmuş bulunuyoruz.
MEKKÎ-MEDENÎ SÛRELER ve ÂYETLER
Kur’ân, Rasûlullah'a Mekke'de inmeye başladı ve hicretten sonra da Medîne'de –ölümünden
kısa bir süre öncesine kadar– devam etti. Sûre ve âyetlerin Mekkî ve Medenî diye ayrılması,
indikleri mekanlar dikkate alınmaksızın, sadece hicret göz önüne alınarak yapılmış olmasındandır.
Sûreler, Mekkî ve Medenî şeklinde ikiye ayrılmasına rağmen, bazı sûrelerin tamamının
Mekkî, bazı sûrelerin ise tamamının Medenî olmadığı bilinmektedir. Yani, bazı Mekkî sûrelerin
içinde Medenî, bazı Medenî sûrelerin içinde de Mekkî âyetler bulunmaktadır. Bu çalışmada bunlar
da gösterilmiştir.
3. Sûre ve âyetlerin kaçının Mekkî, kaçının Medenî veya kaçının karışık olduğu üzerinde ne
yazık ki görüş birliği sağlanmış değildir ve sağlanacağa da benzememektedir.
ÂYET ÇEŞİTLERİ
Kur’ânın, Resmi Mushaf'a göre Âl-i İmrân/7. âyetinde (477. necm) belirtildiği üzere, Kur’ân
âyetleri muhkem ve müteşâbih âyetler olarak gruplanmaktadır.
MUHKEM ÂYETLER
Muhkem sözcüğü, “hüküm içeren” demektir. Dolayısıyla muhkem âyetler, “içerisinde
insanları kargaşadan ve yanlış iş yapmaktan engelleyen ilkelerin bulunduğu âyetler” anlamına
gelir. Kur’ân'daki tabirle bu âyetler, Kitab'ın anasıdır. Yani bu âyetler, hayatta uygulanacak olan
kuralları içerir. Kitab'ın iniş amacı, bu âyetlerdeki ilkeleri insanlara uygulatmaktır.
MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
Tüm dillerde eş anlamlı, sesteş sözcükler olduğu gibi, sözcüklerin hakikat, mecâz ve kinaye
anlamları da vardır. Bu sözcüklerle kurulan cümlelerde birden fazla anlam oluşur. Birden fazla
anlam ifade eden cümlelere ise “müteşâbih cümle” denir. Bu cümle, Kur’ân cümlesi ise, ona
“müteşâbih âyet” denir. Bu âyetlerin, bir dil ve edebiyat uzmanı olmayan Peygamber'in ağzından
ortaya konulması, Peygamber'in bunu yapacak uzmanlığa sahip olmayışı nedeniyle bu cümlelerin
o'na ait olmadığını gösterir. Ayrıca Kur’ân sözcüklerinin içerdiği bu birden çok anlamlar, Kur’ân'ın
çağlar boyu tazeliğini korumasını sağlar. Al-i İmrân/7'ye (477. necm) göre bu âyetlerin te’vîlini
[birkaç anlamdan hangisinin birinci plânda dikkate alınması gerektiğini] Allah'ın ve konuyla ilgili
uzmanların bildiği-bileceği bildirilmektedir.
TE’VÎL
Te’vîl sözcüğü, “geriye dönüş” şeklindeki kök anlamından değişerek “tedbir” [arkalaştırma],
yani “birinci, ikinci, üçüncü şeklinde ardı ardına dizmek/sıralamak, öncelik sırasına koymak”
anlamlarında kullanılmaktadır.
Bu anlamlara göre, müteşâbih âyetlerin te’vîli, “o âyetlerin birbirinden güzel, birbirine
benzeyen açık-seçik anlamlarının arka arkaya sıralanması, bu anlamların öncelikli bir sıraya tâbi
tutulması” demektir. Yoksa, müteşâbih âyetlerin te’vîli, Kur’ân'da birtakım anlaşılmaz âyetler
bulunduğu, bunların anlamını da sadece Allah ve “râsihûn” denilen ehil kimselerin bildiği
manasına gelmez.
KUR’ÂN'IN TERCÜMESİ ve MEALİ
Tercüme, “bir metni bir dilden başka bir dile çevirmek”tir. Ne var ki diller arasındaki kültür,
gelenek farklılıkları, özgün tasavvur ve tahayyülden kaynaklanan farklılıklar nedeniyle, nesnelerin,
hareketlerin durumları, sembol ve duyguların birebir çevirisi mümkün olamamaktadır. Bu nedenle
de çevirilerde, özgün metnin özellikleri ve vurguları aktarılamayıp, sadece anlam aktarması
[zihinsel ve duygusal mesajın iletilmesi] söz konusu olmaktadır. Bu durumda herhangi bir dildeki
normal bir metnin birebir tercümesi [özgün metnin özelliklerini eşdeğer olarak yansıtması]
mümkün değildir. Durum böyle olunca, şiir, roman, öykü gibi sanat eserlerinin birebir tercümesi
olası değildir.
4. Aslı Arapça ve en ileri derecede bir edebiyat mucizesi olan, birçok âyeti de müteşâbih
bulunan Kur’ân'ın, Arapça'dan başka bir dile birebir tercümesi [eşdeğer ifadesi] kesinlikle mümkün
değildir. Öyleyse Kur’ân'ın sanatsal özelliği, derin vurguları orijinalinde kalmak üzere, benzeşen
anlamlardan birisi tercih edilerek hedef dile mesaj aktarımı yapılmak durumundadır. İşte bu
yöntemle elde edilen anlam, “meal” olarak nitelendirilir.
Mealler, mutlak doğru [Allah'ın muradının aynıyla ifadesi] olarak kabul edilemez. Çünkü
herhangi bir kişinin hazırladığı meal, meal sahibinin Kur’ân'ın zengin anlamlarından birini, kendi
tesbitleri doğrultusunda ön plâna çıkarmasıdır. Bu çıkarım, kişiden kişiye dirayet ölçülerine göre
değişir.
KUR’ÂN'IN TERCÜME ve MEALİNİN ZORUNLULUĞU
Yüce Rabbimiz, Kur’ân'dan önce gönderdiği kitapları, mesajını iletmek istediği muhatap
toplumların diliyle gönderdiği gibi, peygamberleri de yine mesajını iletmek istediği muhatap
toplumların içinden seçmiştir. Çünkü Rabbimizin amacı, mesajın muhataplar tarafından iyice
anlaşılmasını sağlamaktır:
Ve Biz onlara, açıkça ortaya koysun diye, her peygamberi yalnız kendi toplumunun diliyle
gönderdik. Artık Allah dilediğini/dileyeni saptırır, dilediğini/dileyeni de doğru yola iletir. Ve O, en
üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa
koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. (72/14, İbrâhîm/4; 318. necm)
Nitekim Âdem, Nûh, İdrîs, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ vd. peygamberlerin getirdikleri mesajlar hep
kendi halklarının dillerinde olmuştur. Dolayısıyla Kur’ân da, Arapça konuşan bir topluma
gönderildiği için Arapça olarak inmiştir. Bu ilâhî sünnete göre eğer Kur’ân Türklere inseydi
Türkçe, Rumlara inseydi Rumca, Fransızlara inseydi Fransızca olacaktı. Zira toplumların mesajı
anlayabilmeleri, aldıkları mesajın kendi dillerinde olmasına, doğru anlamaları da kendi dillerini iyi
bilmelerine bağlıdır. Kur’ân, Arapça olmasına rağmen muhataplar Arapça'yı iyi bilmiyorlarsa,
mesajı iyi anlamaları mümkün olmaz.
Kur’ân her ne kadar ilk olarak Arap toplumuna hitap etmiş olsa da, Kur’ân'ın muhatabı tüm
insanlardır (bkz. Resmi Mushaf; Sâd/87 (Necm;67); Nisâ/105 (Necm; 556), 174(Necm;571);
Yûnus/57(Necm;178); İbrâhîm/52(Necm; 323)). Peygamberimiz de tüm insanlığın, farklı diller
konuşan tüm halkların peygamberidir (bkz. Resmi Mushaf; Enbiyâ/107(Necm;333);
A‘râf/158(Necm;79), Sebe/28(Necm; 224), En‘âm/19(Necm;204), Furkân/1(Necm;96), Cuma/2-
3(Necm;662)).
Dünya üzerinde yüzlerce-binlerce farklı dil kullanan topluluklar yaşamaktadır. Bu durumda
insanların tümünün Arapça öğrenmesi söz konusu olamayacağına göre, Kur’ân'ın diğer dillere
çevrilmesi zorunludur. Bu zorunluluğun yerine getirilmesi ve bütün insanların Allah'ın mesajını
alabilmesinin sağlanması, Müslümanların manevî sorumluluğudur.
Bu sorumluluğu yerine getirme konusunda kendini yetkin gören ilim adamlarının en önemli
görevi, Kur’ân'ın dili olan Arapça'yı ve çeviri yapacakları dili çok iyi bilmeleri, çeviri sırasında
anlamı o dilde verilmemiş tek bir sözcük bile bırakmamalarıdır. Çünkü yarı Türkçe, yarı Arapça,
yarı Farsça bir çeviriden ne bir Türk, ne de bir başkası bir şey anlayabilir. Eksik ve yetersiz bir
çeviri ile Allah'ın mesajının gereği gibi aktarılabilmesi imkânsızdır. Kelime ve kavramların, bir
başka dilin sözcükleriyle karşılanması da yetmez. Aynı zamanda Kur’ân sözcüklerinin de, indiği
dönemdeki saflığıyla anlaşılıp bugüne aktarılması gerekir. Aksi hâlde, mesajın da yeterli düzeyde
anlaşılamamasına neden olur. O günkü ifadelerin maslahat [yarar] ve mefsedet, [zarar]
doğrultusunda modernize edilerek aktarılmasında ise bir sakınca yoktur. Çünkü kelimeler değil,
mesaj önemlidir.
Dile ve çeviriye verilen önem ile aksi davranışların sonuçları, Kur’ân'da açıklanmıştır (bkz.
Resmi Mushaf: Bakara/75; Nisâ/46; Mâide/13, 41).
5. Netice olarak Kur’ân, bütün sözcüklerin tam olarak anlaşılmasını sağlayacak şekilde başka
dillere çevrilmelidir. Yapılan çeviride kapalı, anlaşılmaz tek bir sözcük bile bırakılmamalıdır. Eğer
elinizdeki bu çeviride bir kapalılık, anlaşılmazlık varsa, bu Kur’ân'dan değil, çevirenin
yetersizliğindendir.
KUR’ÂN MUCİZE BİR KİTAPTIR
• Kur’ân, fesahat [anlatımda açıklık, düzgünlük ve amaca uygunluk], belağat [bir şeydeki
derin anlamı ifade yeteneği] ve icaz [az sözle çok şey anlatma] bakımından; teşbih, hakikat, mecâz,
istiare, kinaye, haber-inşa cümlesi: emir, nehy, istifham, temenni, nida, kasr, vasl-fasl, icaz, itnab,
intak, tıbak, mukabele, umum-husus, icmal-tafsil, musâvat, zikir-hazf, cinas, seci, husnü'l-ibtida,
husnü'l-intiha, iltifat vb. birçok edebî sanat açısından eşsiz bir kitap, edebî bir şaheserdir. Oysa
Allah Elçisi Muhammed As’ın ne edebî bir geçmişi, ne de herhangi bir öğrenimi vardır.
Dolayısıyla böyle bir kitabı kendisi yazmış olamaz.
Kur’ân, Arapların en ileri olduğu edebiyat alanında gerçekleşmiş bir mucizedir. Gerçekten de
Arap edebiyatı, –bizim edebiyatımız da dahil olmak üzere– tüm dünya edebiyatına kaynak
olmuştur. Kur’ân tam anlamıyla bir edebî mucizedir. Edebî alandaki yüksek seviyesi dünyaca da
kabul edilen bir toplum içinden bir kişi çıkmış ve toplumdaki edebiyatçılar başta olmak üzere
herkesi hayran bırakan sözler söylemeye başlamıştır. Toplumu tarafından çok iyi tanınan bu kişinin
daha önce edebiyatla hiç ilgilenmemiş olması, topluma tebliğ ettiği âyet ve sûrelerin, –birbirilerine
yardım etseler bile– insanların meydana getiremeyecekleri ölçüde olağanüstü olması, muhatapları
büyük bir şaşkınlığa düşürmüştür. Normal hayatındaki konuşmaları ile yine o eski Mekkeli
Muhammed olan bu kişi, kendisine vahyolunduğunu söyleyerek okuduğu Kur’ân ile bir mucize
sergilemiştir.
• Kur’ân, evvelki kitapları ve elçileri tasdik etmektedir. Oysa onu Elçi yazmış olsaydı,
mutlaka tutkularına uyar, geçmiş kitap ve elçileri onaylamak yerine kendisini ön plâna çıkararak
her şeyi kendisine mal etmek isterdi.
• Kur’ân, içerisinde fizik, kimya, biyoloji, astronom, kozmoloji, eğitim, psikoloji ve sosyoloji
hakkında nice bilgiler bulunması nedeniyle, içeriği ve öğretisi bakımından da eşsiz bir kitaptır.
Oysa Peygamberimiz, Mekke'de yetişmiş, hayatının her dönemi herkesçe bilinen, çevresinde
herhangi bir okul veya öğretici bulunmayan bir kimsedir. Dolayısıyla, Kur’ân'daki bilgileri bilmesi
bir yana, o konuları düşünmesi bile mümkün değildir. Kur’ân'ın bu özelliğinin kıyâmete kadar
devam edeceği de Kur’ân'da, Onun hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar, hem afakta [dış dünyada],
hem kendi bünyelerinde alâmetlerimizi/göstergelerimizi onlara göstereceğiz. Rabbinin şüphesiz her
şeye tanık olmuş olması da yetmedi mi? (61/41, Fussılet/53(Necm;249) şeklinde bildirilir.
• Kur’ân, birçok tarihî hâdise içermektedir. Allah'ın Elçisi Muhammed As. ise, böyle
konulardan haberi olmayan bir kişidir. Bu hâdiseleri bilmesi de, yanlışsız olarak uydurması da
imkânsızdır.
• Kur’ân, geçmişe ait olduğu kadar geleceğe ait bilgiler de vermektedir. Bu bilgilerin
doğrulukları zaman içinde tek tek ortaya çıkmıştır. Bir insanın kendiliğinden, aynıyla doğru çıkan
bu tür haberler verebilmesi mümkün değildir.
• Kur’ân, yapısal yönü ile de birçok mucize içermektedir. Öyle ki, geniş hacmine, içeriğine
rağmen hiçbir açıdan çelişki ve tutarsızlık bulunmamaktadır. Bu husus Nisâ/82(Necm;548)'de,
Hâlâ Kur’ân'ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı,
kesinlikle onun içinde birçok karışıklıklar bulurlardı ifadeleriyle yer almaktadır. Yetenekleri bu işe
yetmeyeceği herkesçe bilinen bir kimse tarafından, böyle bir kitabın yazılamayacağı da ortadadır.
Kur’ân üzerinde düşünen her insanın saptayabileceği bu özellikler, Kur’ân'ın
Peygamberimizin eseri olmadığını gösterir. Yûnus/37-39(Necm;176)'deki, Ve bu Kur’ân, Allah'ın
astları tarafından uydurulan değildir. Lâkin sadece içinde konu edilenlerin tasdiki ve o
6. kitabın/Tevrât'ın ayrıntılı olarak açıklanmasıdır. Onda şüphe edilecek hiçbir şey yoktur. Âlemlerin
Rabbindendir ifadesi de buna işaret ederek, Kur’ân'ın Allah katından vahiy ile indirilmiş bir kitap
olduğunu bildirmektedir.
MUSHAF
Mushaf sözcüğü, “iki kapak arasında toplanan sayfalardan oluşan kitap” demektir. Aslında
her kitap bir mushaf olmasına rağmen bu sözcüğün Kur’ân için kullanımı yaygınlaşmıştır.
Tarih kayıtlarına göre, Kur’ân'a, Rasûlullah hayatta iken vahyin inişi devam ettiği ve iki
kapak arasında toplanmış tam bir kitap hâline gelmediği için Mushaf adı verilmemişti. Bu ad ona
ancak, halife Osman zamanında kitaplaştıktan sonra verilmiştir. Bu günkü Mushafların, halife
Osman'ın nüshasından çoğaltıldığı kabul edilir.
MEVCUT MUSHAF'IN TERTİBİ
Kur’ân âyetleri tertil [düzgün dizim; cümlelerin, paragrafların ve pasajların birbirine
karıştırılmaması yöntemi] ile ve necm necm inmiştir (bkz. Furkân/32(Necm;97)). Allah, Elçisi'ne
Kur’ân'ı tertil ile tebliğ etmesini emretmiştir (bkz. Müzzemmil/4 (Necm;10)). Rasûlullah da bu
emre uygun olarak necm necm yazdırmış ve ezberletmiştir.
Âyetler –o gün kâğıt olmadığından– deri, papirüs, yassı kemik, yassı taşlar, tahta, tuğla/tablet
vs. üzerine yazılıyordu. Önceleri necmler hâlinde ve tertilli bir şekilde bulunan âyetler, sahabe
tarafından sûreler hâlinde sonradan düzenlenmiştir.
Mevcut Mushaf'ta, ne yazık ki kronoloji dikkate alınmamış, tertile; düzgün, birbirine
karıştırılmadan dizime riâyet edilmemiş, birçok necmin [paragrafın veya pasajın] cümleleri yerli
yerinde tertip edilmemiş ve kâtiplerin yazım hataları düzeltilmemiştir. Biz bunların yüzlercesini
sergilemiş bulunuyoruz. Bunu kimin, niçin böyle yaptığının açıklanmasını tarihçilere bırakıyoruz.
Ama şunu da belirtmek gerekir: Fussılet/26'da (bizim çalışmamızda 245. necm), Ve Kâfirler;
Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler: “Üstün gelmeniz için bu Kur’ân'ı
dinlemeyin, onun için de anlamsız şeyler yapın; anlaşılmasını her türlü yolla engelleyin” dediler
buyurularak bilgi verilmiştir.
Biz, herkesin o günden bugüne bilip durduğu Mushaflardaki bu gramer kurallarına aykırı
yazım ve imla hatalarını (Zümer/10 ve 53 âyetlerindeki fahiş hatalar hariç) sergilemeyi
düşünmedik. Tarih ve rivâyet kitaplarında yer alan bilgileri de nakletmek istemiyoruz. Biz, şimdiye
kadar kimsenin samimiyetle ve dürüstçe söylemediği ya da söyleyemediği bir şeyi; Kur’ân'daki
paragraf, bölüm ve cümlelerin karıştırıldığını; Kur’ân'ın anlaşılmaz ve yanlış anlaşılır bir yapıya
sokulduğunu, mevcut Mushaf'ı analiz ederek, iman borcu olarak ortaya koyuyoruz.
Mevcut Mushaf'ın bu günkü düzeni, Kur’ân'ın, Arabiyyen [en mükemmel anlatım ve gramer
kurallarına eksiksiz uyum] ve mübin niteliğine, tertil özelliğine uymamaktadır. Paragraftaki iki
cümle arasına yüzlerce, binlerce cümlenin getirildiği, bir cümlenin âyet hâlindeki öğelerinin
onlarca cümle sonrasına taşındığı görülmektedir. Mushaf'taki bu olumsuzluklar nedeniyle birçok
âyet yanlış anlaşılmakta, ya da anlaşılamamakta, birçoğu da ekleme çıkarma yapmadan [parantez
açmadan] anlaşılmaz konumda bulunmaktadır.
Böylece Kur’ân, işlerliğini, çekiciliğini yitirmiş; “küme küme gönderilip de önüne gelenleri
devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hak ile bâtılı
birbirinden ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan” bilgin ve bilgeleri yerlere kapandıran,
topluma can, ışık olan, ikna etmedik, ölmeden kendisine inanmadık insan bırakmayan Kur’ân,
hayat kitabı olmaktan çıkarılmış, mezarlık kitabı, cami kitabı ve efsaneler kitabı konumuna
sokulmuştur. Bu yüzden de artık kimse Kur’ân'a bakarak İslâm'a gelmez olmuştur. Dinin de artık
Kur’ân'dan anlaşılamaz olması nedeniyle, dini anlatmak ve öğretmek için mezhep imamları, tarikat
7. şeyhleri, cemaat liderleri türemiştir. Böylece, İslâm dini yerine mezhepler-tarikatlar dinleri ortaya
çıkmıştır.
Biz, bu çalışmamızda imkânlarımız ölçüsünde bunlardan yüzlercesini belirledik ve olması
gereken tarzda tertip ettik, düzenlemeye çalıştık. Bu konunun birçok maddesi, zaten asırlarca
evvelki birçok kitapta bulunmaktadır.
Bunun sorumluları da, –yukarıda da bahsettiğimiz gibi– ilk tertibi yapanlar ve o gün sıcağı
sıcağına mevcut kusurları gidermeyenler ve daha sonra bunları öğrenmiş oldukları hâlde sessiz
kalanlardır.
Bu gerçek karşısında mü’minlerin susmamaları, görmezden gelmemeleri, samimiyetle ve
dürüstçe bu işe eğilerek Mushaf'ta yeni bir düzenleme yapmaları bir iman borcudur.
Zikrettiğimiz kusur, mevcut Mushaf'a yönelik olup Kur’ân ile alakası yoktur. Kur’ân'ın
tamamı bu Mushaf'ın içindedir; vahiy olup da dışarıda kalmış tek bir âyet yoktur. Mushaf'ta da
vahyin dışında hiçbir şey yoktur.
İNİŞ SIRASI
İniş sırasına göre okumak, Kur’ân'ın daha iyi anlaşılmasını sağlar. Meselâ, o günkü iktidarın
görüşüne göre düzenlendiği için “Resmî Mushaf” diye bilinen Halife Osman tarafından hazırlatılan
Mushaf, sahabenin içtihadıyla oluşturulmuştur. Kur’ân ve İslâm hakkında yeterli birikimi
olmayanların, Kur’ân'ı yeni tanıyacak olanların ve cahiliye dönemindekine benzer bir küfür ve şirk
ortamında bulunanların bu Mushaf'tan gereği gibi yararlanamama riski vardır. “Resmî Mushaf”
tabir edilen bugünkü şekliyle Kur’ân'ı başından itibaren ilk defa okumaya başlayan bir kimsenin,
ister Arapça aslından okusun, isterse mealinden okusun, Mushaf'ın hemen giriş kısmında bulunan
Bakara/6-7 âyetlerine geldiğinde kafası karışacak, Kur’ân'a ve İslâm'a karşı olumsuz duygular
hissedecektir. Okunan mealin yanlış-kusurlu olması durumunda ise, duyulan olumsuz tepki açıktan
açığa bir düşmanlığa dönüşebilecektir. İçtenlikle belirtmek gerekirse, toplumumuzda bu âyetleri
anlamış insan sayısının çok az olduğunu itiraf etmeliyiz. Bir de Kur’ân'ı ilk defa eline alan kimseler
tarafından okundukları düşünülürse, bu kimseler İslâm'a yakınlaşacakları yerde Kur’ân'ı
anlamamaları veya yanlış anlamaları sebebiyle İslâm karşıtı olabileceklerdir. Mesela, Şüphesiz şu
kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş kimseler; onları uyarsan da, uyarmasan da
onlar için birdir; inanmazlar. Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur;
onların gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlar içindir. (Resmi Mushaf:
Bakara/6-7 ( 399. Necm)) âyetlerini anlayabilmek için Kur’ân'dan en az 5.000 âyetin
sindirilircesine öğrenilmiş olması gerekir. Çünkü bu âyetler ilk inen âyetlerden yaklaşık 10-15 yıl
sonra inmiştir. Bakara sûresi'ndeki bu âyetleri o gün duyan ve okuyanlar, gereği gibi anlayabilecek
bir alt yapıya sahiptiler. Bu nedenle de onları rahatça anladılar. Aynı âyetler bugün de alt yapısı
olanlar için anlaşılabilir niteliktedir. Ama ya Kur’ân ile yeni tanışanlar ve alt yapısı olmayanlar?
Böylelerinin, “Demek ki, bazı kimselerin kalpleri ve kulakları Allah tarafından mühürlendiğine ve
uyarılmaları da kendilerine yarar sağlamadığına göre, İslâm'ın ne olduğunu veya Allah'ın ne
istediğini öğrenmek için boşuna çaba sarf etmenin de yararı yoktur” diye düşünmeleri ve Kur’ân'ı
bir daha açmamak üzere terk etmeleri kuvvetle olası değil midir?
Eğitim ve öğretim, bir sistem ve yöntem gerektirir. Bugün hazırlık sınıfında İngilizce
öğrenmeye başlayan bir öğrenciye nasıl hemen Shakespeare okutulmuyorsa, ilkokulda matematikle
yeni tanışan çocuğa nasıl hemen üslü veya köklü sayılar değil de önce doğal sayılar öğretiliyorsa,
Kur’ân öğrenimine yeni başlayan birine de, Peygamberimizin ancak 22. yılda aldığı vahiy
bilgilerinin verilmemesi gerekir. Aksi takdirde, o âyetlerin gereği gibi anlaşılabileceği konusunda
iyimser olunmamalıdır.
Geçmişteki saptamaları da dikkate alarak okuyucuya sunmaya çalıştığımız Mushaf
düzenlemesi/sıralaması, herkes tarafından bu konudaki en ciddî eser olarak bilinen Hattat
8. Kadroğlu'nun Mushafıdır. Yalnız şu da iyi bilinmelidir: Medenî necmler birbirine karıştırılmış,
Medîne'de 1. sûre olarak gösterdiğimiz Bakara sûresi'nin nice âyetleri Peygamberimizin vefatına
yakın inmiştir. Yani, birçok Medenî sûreden sonra inmiştir. Özetle Medenî sûrelerde, Mekkî
sûreler kadar kronolojik özellik yoktur. Bunun sorumluluğu, Mushaf'ı –Allah'tan korkmadan– bu
şekilde düzenleyenlerindir. Sayın okurlarımız necmleri dikkate alarak okumalıdırlar. İnşallah
ileride Medenî necmlerin de sağlıklı bir kronolojik sıralaması yapılabilir. Bu da mü’minler üzerine
savsaklamamaları gereken bir borçtur.
ELİNİZDEKİ BU MEAL
Kur’ân, insanların anlayacağı ölçülerde açık, ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır. Kur’ân
âyetlerini, okur-yazar olmayan kimselerden tutun en ileri derecedeki bilginlere kadar herkes anlar.
Bunun için aracıya [hocaya, şeyhe] ihtiyaç olmadığı gibi, tefsire de ihtiyaç yoktur. Çünkü Kur’ân'ın
bizzat kendisi yüceler yücesi Rabbimiz tarafından yapılmış en güzel tefsirdir. Ayrıca Kur’ân'da;
âyâtün beyyinâtün, kitâbün mübîn, beyyenehü, mübeyyinât, tibyân ve beyân gibi aynı kökten
türetilmiş kavramlarla Kur’ân âyetlerinin apaçık olduğu bildirilmiş, Kur’ân'ın kapalı, müşkil,
anlaşılmaz olmadığı yüzlerce kez vurgulanmıştır. Yüce Allah, kitabındaki mesajlarının açıkça
anlaşılabilmesini sağlamak için her türlü anlatım tekniğini kullanmış, bir anlatım aracı olarak
sivrisinek gibi en basit şeyleri bile örnek vermekten çekinmemiştir. Böylece ilâhî mesajlar,
üniversitedeki akademisyenden dağdaki çobana kadar herkes tarafından anlaşılabilecek bir açıklığa
kavuşturulmuştur.
Neticede de köleler ve kimi üst düzey yöneticiler Kur’ân'ı anlamış ve hemen imana gelmiş;
Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi niceleri de iyi anlamış olmasına rağmen işine gelmediği için bile bile
gerçeği örtmüşlerdir.
Kur’ân'ın aslı bu olmasına rağmen, bu gün Kur’ân'ı, elimizdeki Mushaflardan ve onların
çevirilerinden, ilk dönemdeki gibi kolay ve rahat anlama imkânı yoktur. Zira Kur’ân'ın tertibi ve
tertili, inişine göre yapılmamış; necmler, paragraflar, bölümler karıştırılmış, birtakım istinsah
hataları yapılmış, Arap dilinde bir yandan gelişmeler olurken, diğer yandan da yozlaşmalar olmuş
ve ayrıca din adına binlerce kitap yazılarak Kur’ân ile insan arasına engel konmuştur.
İşte bu engelleri aşabilmemiz için senelerce âyetler ve âyetlerin içindeki sözcükler üzerinde
duruldu. Bu çalışma sonucunda ortaya çıkan çalışma, “Tebyînu'l Kur’ân” adıyla tüm insanlık ile
paylaşıldı. Burada okuduğunuz mealin nasıl oluştuğu, neden o anlamın tercih edildiği Tebyînu'l
Kur’ân'da ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. O nedenle özellikle insanlığın elinde mevcut olan daha
evvel yazılmış tefsir ve mealler ile olan farklıların gerekçeleri hem ayrıntılı olarak verilmiş hem de
hepsi sağlam kaynaklar ile delillendirilmiştir. Kısacası bu kısa meale ulaşabilmek için, on bir ciltte,
on binlerce sayfalık bir çalışma yapılmıştır.
MUSHAF'TAKİ BESMELELER
Mevcut Mushaflarda her sûrenin başında bulunan besmeleler Kur’ân'dan olmayıp iki sûre
arasını belirtmek amacıyla sonradan konulmuştur. Kur’ân'da 2 tane besmele vardır. Biri Fâtiha
sûresi diye adlandırılan âyetlerin (14. necmde görülebilir) başındaki besmeledir. Diğeri de Neml
sûresi'nde Süleymân peygamberin Sebe melikesine yazdığı mektubun (144. necmde görülebilir)
başındaki besmeledir. Biz, necmleri numaralandırmak sûretiyle necmleri birbirinden ayırdık.
9. ÂYET NUMARALARI
İlk nüshalarda âyet numaraları yoktu. Oysa mevcut Mushaflarda, bazen bir tek cümle, 1'den
10'a kadar 10 âyet şeklinde numaralanmakta; bazen de on cümle, bir paragraf, bir bölüm tek bir
âyet olarak gösterilmektedir.
Bir metindeki cümlelerin numaralanarak okunuşu, okurun dikkatini metinden sayılara
yönlendirip metnin anlaşılmasına engel olacağı kaygısı ile biz Mealimizde numaraları âyet başına
“1- …” şeklinde koymayıp okurlarımız orjinalini kolay bulsunlar ve başka Mealler ile mukayese
yapabilsinler diye ayetlerin başında “2
x..” şeklinde üst simge halinde koyduk. Her necmin altında
da, klasik kabuldeki Resmi Mushaf numarasını, iniş sırasındaki numarasını; bilinen sûre adını ve
âyet numaralarını gösterdik. Örneğin, iniş sırasına göre 1., Resmi Mushaf'ta 96. sûre olan Alak
sûresi'nin 1-5. âyetlerinden oluşan necm, (1/96, Alak/1-5) şeklinde; Resmi Mushaf'ta 2. sûre, iniş
sırasına göre 87. sûre olan Bakara sûresi'nin 114-115. âyetlerinden oluşan necm, (87/2, Bakara/114-115)
şeklinde gösterilmiştir. Taksimin önündeki rakam (87/?), iniş sırasını, yan çizgiden sonraki rakam (?/2) ise
Resmi Mushaf'taki sırayı göstermektedir.
DİPNOTLAR
Yukarıda da açıkladığımız gibi Kur’ân, açık, apaçık, anlaşılması kolaylaştırılmış, en güzel
tefsir olarak indirilmiş bir kitaptır. Kimsenin açmasına, açıklamasına, tefsir etmesine ihtiyaç
duymamaktadır.
Bu mealde biz, değinilen terimleri ve tarihi olayları dipnotta sayın okuyucularımıza bildirdik.
Bizim dipnotlarımız, Kur’ân'ın açıklamasına yönelik olmayıp arka plânı okurlarımıza bildirmeye
yöneliktir.
YALIN TÜRKÇE SUNUM
• Bu çalışmada, mümkün olduğu ölçüde her sözcüğe Türkçe karşılık verilmesine gayret
gösterilmiştir. Esma-i Hüsna [Allah'ın en güzel isimleri] da dâhil olmak üzere, terimsel niteliği
olmayan ve Türkçe'de de Türkçe diye kullanılan Arapça sözcükler gerçek anlamlarıyla
sunulmuştur. Bu nedenle bazı sözcüklerin ifadesi uzun olmuştur. Ama doğrusu öyle olmasıydı. Bu,
Esma-i Hüsna açıklamalarında açıkça dikkat çekecektir.
• Bu çalışmada, Arapça'dan Türkçe'ye geçmiş bazı sözcükler, Türkçe'de kullanıldığı şekliyle
yazılmıştır. Örneğin, rabb, hakk, cinn sözcükleri “rab, hak, cin” diye yazılmıştır.
• Bu çalışmada, metnin daha iyi anlaşılması için, özgün metindeki zamir hâlindeki özne ve
tümleçler, açık isimlerle ifade edilmişlerdir; yani, zamirlerin mercii açık olarak yazılmıştır.
Örneğin, özgün metindeki, “O dedi ki” ifadesi, –bulunduğu yerdeki anlam gereği– “Allah dedi ki”
diye yazılmıştır.
KUR’ÂN'IN ANLAŞILMASI-ANLAŞILMAMASI
Tüm bunlardan sonra, kişinin Kur’ân'ı anlaması ve yararlanabilmesi için Kur’ân'dan
öğrenilen yöntemler şunlardır:
• Kur’ân okuyan önce mutahhar [zihnen temizlenmiş] olmalıdır; yani beynindeki virüslerden,
mezhep, meşrep, tarikat tortularından uzak olmalıdır.
• Kendi şeytanından da uzak olmalı; okuduğu konulara objektif yaklaşmalı; Allah adına
okumalı ve Allah'tan anlayış, kavrayış istemelidir (biz buna, bilinçli olarak euzü besmele çekmek
diyoruz).
10. • Kur’ân âyetlerinin tertili [iyi bir sıralanışı] sağlanmalı; Kur’ân necm necm okunmalı; iki
necm birbirine karıştırılmamalı; arka arkaya konmuş iki necmin inişi arasında haftalar, aylar, hatta
senelerin olduğu, bunların birbiriyle bağlantılı olmadıkları bilinmelidir.
• Konu tek âyetten değil, o konuyla ilgili âyetlerin tamamından –imkânlar ölçüsünde in