SlideShare ist ein Scribd-Unternehmen logo
1 von 63
Downloaden Sie, um offline zu lesen
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
Barbar Türkler İMF’ye Karşı
Ulaş Başar Gezgin
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
1
İçindekiler
Eyids, Ölüm, Yaşam...
Satılık Yüz, Kiralık Yüz
Cennet’e Cehennem’e Döşenen Yol...
Gerçek Gülüşlüler...
Devre-yaşam
Birinci Ay Savaşı.
İnsanları Ayakkabılarından Tanıyan Adam.
İstanbul’da 1 Milyon Bangkoklu; Bangkok’ta 1 Milyon İstanbullu...
Bümbüyüklerle Kümküçükler...
Çocuk, Çocuk, Lanet Olası Çocuk.
Dünya: Kapkaranlık Bir Gezegen.
Yaşamın Anlamı.
Beşizistan’ın Öyküsü.
Doktor’un Ölümü.
Yanardağlar Patladığında.
Güldüm ve Güldüm ve Güldüm...
Aşçı Kral.
Tanrı Yaratmak (ya da Toplamak).
Bali’de Bitimsiz Bir Gece.
Uzaylıların Gizli Oyunları…
Düşünürler Maçının Uzatmaları...
“Barbar Türkler, İMF’ye Karşı!”
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
2
Eyids, Ölüm, Yaşam…
Hastanede, ölüm döşeğindeki dedenin pek ziyaretçisi yoktu. Ölüm döşeğinde olsa da,
zihni hâlâ dupduruydu. Artık onun için bir gelecek kalmadığından, hep geçmişi
düşünüyordu. İçeriye giren genç hemşirenin bileklerindeki kesik izleri onu çok üzdü.
Odada bir tek hemşireyle o vardı. “Giderayak bir yararım olsun geride
bırakacaklarıma” diye düşünerek söz aldı:
- Canın mı sıkkın hemşire hanım kızım?
Genç hemşire, soruyu geçiştirmekle gerçekten yanıtlamak arasında bir süre kararsız
kaldı.
- Evet. Yaşamda daha iyi bir noktada olmayı umardım. Okulda hep başarılıydım.
Şimdi hastanede her günüm aynı. Keşke doktor olsaydım. Çok mutsuzum.
- Şu an gençsin. Önünü göremiyorsun. Oysa bunun iyi yanı, önünde uzun mu uzun bir
ömür olması. Evet, yaşamda olanaklar herkese eşit dağıtılmamış; ama yapabileceğin
çok şey var yine. Önce karar vermelisin. Kararında hem gerçekçi hem de tutkulu
olmalısın. Bunun ölçüsü çok önemli. Çok gerçekçi olursan, istediklerini yapamazsın;
çok hayalci olursan da çok hayal kırıklığına uğrarsın. Bak, ben öldü öleceğim. Hergün
ağrıdan sızıdan mahvoluyorum, ama “yaşadım” diyebilirim üstüne basa basa; “ölsem
de gam yemem artık” diyebilirim. Canına kıymayı düşünüyorsan; sana önerim, acele
etme. Bekle biraz, benim yaşıma gel, sonra yeniden düşün. Ama boş boş da bekleme.
Yazgını eline almak için çalış, didin!
- Öğütleriniz benim için umut verici. Peki bana örnek olsun diye, yaşamınızdaki bir
dönüm noktasını anlatabilir misiniz?
- Elbette! Sevinirim! Hatta ben ölmeden istiyorum ki birisine anlatayım o günleri,
öyle öleyim. Ömrümde iki dönüm noktası var; ikisi de birbirinden önemli. Birincisi
şu: Senin yaşlarında, ben de senin gibi mutsuzken; gönüllü yardım amacıyla,
Angola’ya bir uçak bileti aldım. Uçuş o uçuş zaten. İnsanlığı; bir insana yardım
etmenin, onun yüzünü güldürmenin değerini öğrendim böylece. Çoğu zaman, ya
yardım etmeyiz insanlara ya da yardım ettiğimizin farkına varmayız. Bak örneğin sen
şu an bana yardım ediyorsun, ama farkında değilsin. Beni dinleyecek kimsem yok
ölüm döşeğimde, ama sen dinliyorsun.
- Evet, sizi dinliyorum.
- Güneydeki bir köyde, çocuklara ve yetişkinlere okuma yazma öğretiyordum. ‘Okul’
diye birşey yoktu. Kimi zaman bir ağaç gölgesinde, kimi zaman köy kahvesinde, kimi
zaman su başında. Yani nerede olursa... Bir gün, köyün uzağındaki tarlada, her
zamanki gibi, okuma-yazma öğretiyordum ağaç gölgesinde. Ders bittiğinde, bir anda,
oldukça alımlı bir genç kadın çıktı karşıma; afalladım. Adı, Luyana imiş. Bu kadını
köyde hiç görmemiştim. Komşu köylerden birinden olduğunu; okuma-yazma
öğrenmek için bizim köye geldiğini söyledi. Bizim köyde bir öğretmen olduğunu
duymuş, öyle gelmiş. Ben de tüm günümü ona ayırıp elimden ne gelirse yaptım. Zeki
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
3
bir öğrenciydi. Herşeyi ‘şıp’ diye anlıyordu. Kalemi sol elle değil sağ elle kullanmayı
öğretirken, eli, usulca elime değdi. Göz göze geldik.
Saatlerce öğretimden sonra hava kararmıştı; ben, evin yolunu tutmalıydım; o da
kalacak bir yer bulmalıydı. Bana evimde kalacak yer olup olmadığını sordu. Ev
dediğin nedir ki zaten. Bildiğin gibi, kara kıtanın köylerinde, evle bahçe arasında
büyük bir fark yoktur. İnsanlar, üstlerine güneş için bir örtü gererler; yerde ya da
ağaçların arasına gerdikleri hamakta yatarlar. Bu nedenle, herkesin evinde herkes için
yer vardır elbette. O gece, benim evimde kaldı.
Sabah, çocukların gürültüsüyle uyandım; Luyana’nın çevresini sarmışlardı; onunla
kucaklaşıyor, sohbet ediyorlardı. Çocuklardan birini, sessizce yanıma çağırdım;
“akrabanız mı?” dedim. “Kimimizin ablası, kimimizin teyzesi, kimimizin anası olur”
dedi; şaşırdım.
Meğer Luyana, Angola’nın kraliçesiymiş. Bu kadar aç çocuğun arasında kraliçe
olmaktan utanır; sarayın yemeklerini, anasından, babasından gizli gizli, çocuklara
dağıtırmış. Ona yoksullar hiç bir zaman ‘prenses’ ya da ‘kraliçe’ demezmiş; o,
kimilerin ablası, kimilerinin teyzesi, kimilerinin anası imiş. Dün, köye gelmiş; bir
yerlerden, benim burada öğretmenlik yaptığımı duymuş; tanışmak istemiş.
Yanındakilere sessiz olmalarını söyleyip tarlanın oraya gelmiş usulca; önce uzaktan
izlemiş beni; sonra da, bana belli etmeden iyice yaklaşmış; öğrencilerimin yüzünü ve
sonra benim yüzümü gizli gizli süzmüş; ders bitiminde öğrenciler dağılırken ‘pat’
diye karşıma çıkmış. Yüzüne bakınca, köydeki kızlardan bir farkı yoktu işte. Narin
elleri dışında, hiç bir yerinden, köylü olmadığını anlayamazdım. Okuma-yazma
bilmiyormuş gibi numara yapmış dün.
Ömrümdeki ikinci dönüm noktası, eyidsli kraliçe ile evlenmem oldu. Eyidsli
olduğunu bile bile, bile isteye evlendim onunla. Nasıl eyids olduğunu kendisi de
bilemiyordu; kan aktarımı sırasında olabilirmiş belki. Ama bu, önemli değil. Onun
eyidsli olduğunu yıllarca gizledik herkesten. Bir tek o ve ben biliyorduk bu sırrı.
Bütünleşmemize ve tek bir beden oluşumuza engel olacak hiç bir plastiğin aramıza
girmesine izin vermedik. Tüm sıvılarımız birbirine karıştı yıllarca. Onunla, birlikte
ölmek için evlendik!
- Lütfen devam edin, durmayın. Sonra ne oldu? Bir eyidsliyle evlendiniz!? Sıvılarınız
birbirine karıştı!? Sizin böyle yapmanızın, bana göre, üç nedeni olabilir: Siz ya
yaşamaktan vazgeçmiştiniz ya onunla özellikle kraliçe olduğu için evlenmiştiniz ya da
gerçekten aşıktınız. Hangisi? Luyana, kraliçe olmasaydı; onun eyidsli olduğunu bile
bile evlenir miydiniz yine de?
- Hanım kızım, yaşamaktan vazgeçmeyi düşünmüştüm gençken; ama Luyana’yla
tanıştıktan sonra sımsıkı sarıldım yaşama. Ona gerçekten aşıktım. Ve hep öyle
kaldım! Ve o, aslında Angola Kraliçesi değil. Aklın nereye uçtu?! Angola, bir
cumhuriyet; kraliçesi yok. O, Angola’yı; Angola da onu sevdiği için; ben onu; o, beni
sevdiği için, gönlümüzün kraliçesidir o. Tahtı, sarayı, hazinesi, hiç bir şeyi olmayan
bir kraliçe...
Hemşire, dalgınlığı nedeniyle kendine kızdı; dedenin, gözlerini, coşku içinde, duvara
yansıyan gölgelere dikip duraksamasından yararlanarak, bir ona, bir de kesik izli
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
4
bileklerine baktı. “Daha fazla yaşamalıyım; en azından, bu öyküyü milyonlarca insana
ulaştıracak kadar çok yaşamalıyım” dedi içinden ve söz aldı:
- Peki sonra ne oldu Luyana’ya?
- Yıllar sonra toprağa karıştı bedeni. Bir daha hiç evlenmedim. Bana birşey olmadı
her nedense. Uzun bir ömrüm oldu gördüğün gibi. Aşkın gücüydü belki bu; ama aşkın
gücü olsaydı, onun da sağ kalması gerekmez miydi... Şimdi hanım kızım, şu
makinenin fişini çeksem öleceğim. Ömrüm, bu makineye bağlı. Ama ne yapıyorum;
çekmiyorum da çektirmiyorum da yaşamın fişini. Çeksem, ağrım sızım bitecek; ama
çekmiyorum işte. Sense gençsin; önünde koca bir ömür var; yaşamının fişini çekmek
istiyorsun. Ben senin için öleyim, sen benim için yaşa, olur mu hanım kızım?..
***
Birkaç gün sonra, Angola’da, dedenin yattığı hastanenin kayıtlarına, bir ölüm daha
eklendi. Dedenin ölü bedeni, morga kaldırıldıktan sonra; genç hemşire, odayı
toparladı ve dedenin çekmecesinin üstündeki resmi, ömrünün sonuna dek saklamaya
kendi kendine söz verdi. Luyana’nın bu resminin de ayrı bir öyküsü vardı belki. Ama
bunu anlatacak kimse kalmamıştı artık.
Yıllar sonra aynı hastanede yatan ben, bu öyküyü bir hemşireden dinledim. Bu
öyküyü anlattıktan sonra, bana, Luyana’nın resmini gösterdi. Resimdeki yüzün, senin
yüzün olduğunu görerek afalladım sevgili okur. Demek, bana anlatmadığın ne çok
öykün varmış...
24.05.2009
Ho Çi Min Kenti, Vietnam
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
5
Satılık Yüz, Kiralık Yüz
Bunun böyle olacağı belliydi. Ekranlarda çarşaf çarşaf topçuları, popçuları
çıkarırsanız böyle olacaktı, belliydi işte. Ve bu topçu ve popçular, o kadar sıradanlardı
ki, birden onbir milyona dek sayılarla anılıyorlardı. Halk, Topçu 1 ile Topçu 5’in ağız
dalaşını dinlemek için ekrana kilitleniyordu. Popçu 4’ün Topçu 7’yi aldattığı doğru
muydu? Popçu 9, Topçu 2 ile gece klübünde basılmış mıydı? Yanıtlanması, insanlık
için çığır açacak böyle milyonlarca soru vardı. Ülke, öyle bir noktaya gelmişti ki,
bilim, sanat ve hele felsefe, zor işler olduklarından ve şan şöhret ve para
getirmedikleri için, bilimci, sanatçı ve felsefeciler bir avuca sığacak kadar
azalmışlardı; herkes topçu ya da popçu olmak istiyordu. Zaten topçu ya da popçu
oldun muydu milletvekili seçilme şansın çok yüksekti. Hatta bir dönem, Meclis’in %
99’u ya topçu ya da popçu olduğundan, Meclis’te Topçular ve Popçular olarak iki
topluluk oluşmuştu. Topçular, bütçeden ayaktopuna ayrılan ödeneğin arttırılmasını
savunuyor; topun, ülkenin kalkınmasındaki rolüne dikkat çekiyorlardı. Popçular ise,
topun üstündeki ekonominin her an kayıp düşebileceğini söylüyorlardı. Ayrıca,
topçuluk için en azından bir top ve alan gerektiğini; popçuluk için ise, en ucuz
eğlence aracı olan insan sesinin yeterli olduğunu vurguluyorlardı. Buna göre, topa
dayalı kalkınmanın maliyeti, popa dayalı kalkınmanınkinden yüksek olduğundan,
bütçede daha hesaplı olan popa daha çok kaynak ayrılmalıydı.
Demokrasiyi içlerine sindiremeyen, bilimci, sanatçı ve felsefeci bozuntuları, halkın
oylarıyla başa geçmiş topçuları ve popçuları her fırsatta protesto ederlerken, Topçu
Partisi ve Popçu Partisi yandaşları, onları linç etmek için kuyruğa girerlerdi. Bu
darbeci artıkları, halkın iradesine karşı çıkıyorlardı. Topçu Partisi için en önemli gelir
kaynağı, maçlar olduğundan; parti yandaşları, maça gitmeyeni dövüyorlardı. Aynı
biçimde, halk düşmanları, caz dinlediklerinde, halkımızın yüce pop estetiğinin kırmızı
çizgilerine dokunmuş oluyorlardı. Caz, yeraltına inmiş; çıkış günlerindeki gibi,
yeniden bir direniş müziği niteliği almıştı.
Topçu Partisi’nin ilk icraatı, Türk uygarlığının düşman kafataslarıyla oynayarak
başlattığı yüce spor ayaktopunu ölümsüz bir başarı olarak gelecek kuşaklara bırakmak
için, Beyoğlu ve çevresindeki tüm yapıları yıktırıp 15 milyon izleyici kapasitesinde
dev bir stadyum yaptırmak olmuştu. Söylemeye gerek yok sanırız: Bu, dünyanın en
büyük stadyumu olarak, Türk’ün ata sporuna olan bağlılığını gösteriyordu. Bu
stadyum, maç olmadığı zaman pop konserleri için kullanılacağından, Pop Partisi de,
bu stadyumun açılışında sevinç gösterileri yapmıştı.
Yalnız orada kalsa iyiydi. Tıp öğrencilerinin % 99’u, en iyi parayı getirmekle
kalmayıp insanı şan şöhret sahibi de yapan estetik cerrahiyi seçiyordu. Öteki alanlarda
doktor yetersizliği başgösteredursun; estetik ameliyat, estetik cerrahların bolluğu
nedeniyle kan testi kadar ucuzlamıştı. Şimdi, isteyen herkes, hazırlanmış kalıplarla,
bir topçunun ya da popçunun yüzünü alabiliyorlardı. Artık öyle bir noktaya gelindi ki,
sokaklarda binlerce Topçu 5, Popçu 7 vb. dolaşıyordu. Kimin gerçek Topçu 5
olduğunu anlamak olanaksızdı. Topçu 5 de binlerce taklidi gibi yeteneksiz
olduğundan, daha doğrusu, onlar ne kadar yetenekliyse o kadar yetenekli olduğundan;
top oynamaları da gerçek Topçu 5’in hangisi olduğunu bulup çıkarmaya yetmiyordu.
Karamurat filmlerini andırır biçimde, “Hanginiz Topçu 5?” denildiğinde, herkes, tek
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
6
tek öne çıkıp “Topçu 5 benim” diyordu. Popçularda da durum aynıydı. Popçu 7 ile
yeteneksizlikte de ortak olan binlerce taklidi, kimin gerçek Popçu 7 olduğunu ayırt
etmeyi olanaksızlaştırmıştı. Hani şu halkın oyuyla başa geçenleri saymayan halk
düşmanı bilimci, sanatçı ve felsefeci bozuntuları var ya; onlar, ikiye ayrılmıştı.
Kimisi, estetik ameliyatlara sıcak bakıyor; tarihteki bilimci, sanatçı ve felsefecilerin
yüzlerini alıyordu. Kimileri ise, buna tümüyle karşı çıkıyordu.
Çocukların da estetik ameliyat yaptırıp topçu-popçu yüzü almasına olanak sağlayan
yasa, Meclis’ten oybirliğiyle geçerken; bir haber, gündeme bomba gibi düştü: Bu kez,
gerçek topçular ve popçular, taklitleriyle karıştırılmamak için, yeni yüzler almaya
başlamışlardı. Artık, kimin gerçek topçu ve popçu olduğunu anlamak çok kolaydı:
Eski topçu-popçu yüzlerine sahip olmayanların gerçek topçu-popçu olduğu şıp diye
anlaşılıyordu. Ama hepsi birbirine benzeyen, bu nedenle kimlik bunalımı yaşayan
parti yandaşları boş dururlar mı?! Bu kez de, topçuların ve popçuların yeni yüzlerini
almaya başladılar. Topçular ve popçular için öyle büyük bir çıkmazdı ki bu; kimisi,
bu sürece dayanamayarak kendi canına kıydı. Her yeni yüz alışlarında taklit
ediliyorlardı.
Sonra ülke için acı bir haber dört bir yana yayılmaya başladı: Çok estetik ameliyat
olanların yüzleri, geri döndürülemez biçimde kırışmaya ve büzülmeye başlamıştı.
Artık daha fazla estetik ameliyat olamayacaklardı. Para kırma ve ünlü olma
hevesindeki genç estetik cerrahlar, başından beri bildikleri bu korkunç gerçeği
herkesten gizlemişlerdi. Onların kendilerinin ameliyat olmamaları da demek ki bu
yüzdendi. Halkımızın %99’u, defalarca estetik ameliyat olduğundan, yüzleri, hilkat
garibesininkine dönmüştü. Artık o kadar çirkinlerdi ki, ülkede bütün aynalar
kaldırılmıştı. Topçunun-popçunun kıçını-başını izlemeyi seven halkımız için en
önemlisi, yüz güzelliği olduğundan; çoğunluk, insan içine çıkamaz duruma gelmişti.
Artık, sokaklar bomboştu. Bir tek, bilimci, sanatçı ve felsefeci bozuntuları
görülebiliyordu sokakta. Bu insanlık düşmanları kıs kıs gülüyorlar şimdi. Onların o
doğal, o güzelim yüzleriyle ülkenin yeni ünlüleri olacaklarına kuşku yok. Genç
kuşaklar, bu kez, onların yüzlerini taklit edecekler.
20.05.2009
Ho Çi Min Kenti, Vietnam
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
7
Cennet’e, Cehennem’e Döşenen Yol…
Onunla Hindistan’daki bir tapınakta tanıştım. Görüntüsünden, Türkiyeli olduğunu
anlamak, olanaksızdı. Saç-sakal birbirine karışmıştı. Tapınağın çevresinde turist gibi
dönüp dolanıp Türkçe konuşuyordum kendi kendime. Nasılsa Türkçe anlayan yoktu
çevrede. Türkçe olarak “Harika bir tapınak bu” dediğimde, -o da Türkçe olarak-
“öyledir; öyle olmasa, yıllardır burada yaşamazdım” diyerek beni hem şaşırttı hem
korkuttu. Elbette bir adı ve soyadı varmış, ama bunları unutmak istiyormuş. Çevrede
herkes onu ‘Caney’ olarak çağırıyor. Caney’in anlattıkları, binlerce sayfayı aşar. Bir
kere, neden buraya gelmiş? Kendini ‘gizemci ortakçı’ olarak adlandırıyormuş. Ne
demek bu? Özel mülkiyetin kalkmasını, kula kulluğun bitmesini istiyormuş. Ama
diğer ortakçılar gibi, göksel varlıkları yoksaymıyormuş. Ona göre, buna ‘tanrı’ da
dense, ‘melek’ de dense, birtakım göksel varlıklar varmış ve Dünya’daki en ince
ayrıntıyı bile göksel varlıklar belirliyormuş. Yine de, tarihte ve günümüzde çok kan
döktükleri için üç ‘büyük’ dine uzakmış. Ona göre, Buda, ilk ortakçı imiş. Sonrasında
nice ortakçı gelmiş geçmiş ama bunları tanımıyoruz; çünkü tarihi, güçlüler yazarmış.
Babai’nin ve Şeyh Bedreddin’in Anadolu’dan çıkmış oluşundan gurur duyuyor.
Hindistan’da kimi görse, Şeyh Bedreddin’i anlatır dururmuş. ‘Yoldaş’ sözünü çok
beğeniyormuş; çünkü zaten ‘tarikat’ sözcüğünün ‘tarik’i, ‘yol’ demekmiş. Bu nedenle,
tüm insanları ‘yoldaş’ diye çağırıyormuş, 7 yaşındaki çocuktan 70 yaşındaki dedeye
dek. Hatta kedileri köpekleri de böyle çağırırmış. “Çünkü tüm canlılar olarak doğanın
bir parçasıyız. Ömür bir yoldur. Ömrümüzü paylaşıyoruz tüm canlılarla” diyordu.
Caney, bana, bir Hintli dostumu anımsattı. Dostum, belki binlerce yıl toplumun üst
tabakasında olan bir aileden geliyordu; soyadını görenler, onun üst tabakadan
olduğunu anlıyorlardı. Son derece de dindardı; 35 yaşına dek et yememişti. Gelin
görün ki bu aynı arkadaş, “damarımı kessen komünist kanı akar. Böyle bağlıyız biz
komünizme ailecek” diyordu. “Bu ikisi uyuşur mu?!” dediğimde ise, “elbette uyuşur.
Biri, din; biri, ideoloji” demişti. “Caney dost” dedim, “senin bu duruşunu eskiler
‘Komünist İmam’ adlı kitapta deşmişler. Hem, birkaç yıl önce, solcu bir gazetede,
okur mektuplarına takma adla psikolog gibi yanıt veren, ama her nedense onlara hep
tutucu yanıtlar veren yazarımsıya, bir genç, ‘solcu imam’ adını takmıştı. Gerçi, ‘solcu
imam’, köşesinden, bu gence hakaret ve küfür etmişti de; gazetenin ‘solcu’ yönetimi,
bilinmez (!) bir nedenle, bu yazarımsıyı korumuştu. Sen de bir tür solcu imam mısın?”
Değilmiş; dinle bütün ilişkisi, ölümden sonraki yaşama hazırlık içinmiş.
Peki buraya nasıl gelmiş? Türkiye’deyken, gizemci ortakçılığını sınama gereksinimi
duymuş. Göksel varlıklar gerçekten onu seviyorlar mıymış?.. Doğru yolda olduğunu
nasıl anlayacakmış?.. Caney’e göre, göksel varlıklar, iyilerse –ki iyi olmalılar- onların
da eşitlikten ve adaletten yana olması beklenir. Peki nereden bilecek bunu? Caney,
kendince bir yol bulmuş. Her hafta piyango almaya başlamış. Piyangoda para çıkınca,
“doğru yoldayım, gökler beni seviyor” diye seviniyormuş. Peki parayı ne
yapıyormuş? Ne çıkarsa yakıyormuş. Şükür ki, deli diye hastaneye tıkmamışlar.
Paranın, kendisini ve eşini-dostunu yoldan çıkarmasından korkuyormuş. Ayrıca,
paraları yakınca, düzenin para kıtlığından bunalıma girip çöktüğünü hayal eder
dururmuş. Hatta bir keresinde çıkan en yüksek ikramiyeyi kışın ısınmak için sobada
yakan da oymuş. Gazetelerde boy boy resmi çıkmıştı; ama burada, sakalı ve yüzünün
kavrukluğu nedeniyle, tanıyamadım onu. Yoksa, Caney, o olaydan sonra, silinmez bir
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
8
biçimde kazınmıştı insanların belleklerine. Hatta kimisi onu taklit etmişti. İkramiye
çıkmayanlar da sahte paraları gerçekmiş gibi gösterip topluca yakmış, böylece Caney
kadar ünlü olmak istemişlerdi. Herkes yaksaydı ya şu paraları; böylece, Caney’in
özlediği gizemci-ortakçı yaşam kurulmuş olurdu. İşte Caney, böyle her keresinde para
çıkmasından çok hoşnutmuş; zengin oldu diye değil, “göklerin sevdiği kulum hâlâ”
düşüncesi nedeniyle.
Ama birgün, piyango falan çıkmaz olmuş. Şaşmış kalmış, yataklara düşmüş. Son
birkaç ayda yaptıklarını düşünmüş, bir tane bile kötülük bulamamış kendi hanesine
yazılabilecek. Hiç bir hayvanı da incitmediğinden, tümüyle böcek yuvası olan evinde,
almış Caney’i kara bir düşünce: “Acaba yanlışlıkla karıncalara mı bastım?” Aramış
aramış ama bir türlü bulamamış. Her gün Şeyh Bedreddin’in Sultan Mahmut
Türbesi’ndeki mezarını ziyaret eder olmuş; ama bir türlü geri gelmemiş, şansı. Her
hafta, piyangodan para çıkmadıkça eriyip gidiyormuş. Sonra, gençliğinde Hint dili
okumuş bir arkadaşı, durumuna üzülmüş; ona Hindistan’da bir tapınağa kapanmayı
önermiş. Allem etmiş kallem etmiş, sonunda Caney’i ikna etmiş. Caney, Şeyh
Bedreddin’in mezarına son kez gidip ağlamış; hatta öyle sitemliymiş ki, “göksel
varlıklar bizden yana olsaydı, Şeyh’im Bedreddin, sen yenilmezdin. Onlar bile yalnız
bıraktı bizi” demiş. İşte Caney’in bu Hint tapınağına geliş öyküsü bu.
Tapınaktan ayrılmadan, ona, öbür dünyayı sordum. “Bilemeyiz ama gel sana ben
gençken sık sık geçen bir fıkrayı anlatayım” dedi, devam etti:
“Bir ortakçı ölmüş, Cehennem’e koymuşlar, cehennemlikleri örgütlemiş, “insanlar
Cennet’te sefa sürerken bize bu kadar eziyet olmaz” diye ayaklanmışlar. Bunun
üzerine melekler, onu, Cennet’e atmış; bu kez de, “kardeşlerimiz Cehennem’de
ateşler içinde yanarken biz burada nasıl sefa sürebiliriz” diye ayaklanmışlar.
Ortakçıyla başa çıkamayan melekler, tanrıdan yardım istemişler. Tanrı, “çağırın bana
şu ortakçıyı” demiş. Tanrıyla ortakçının özel görüşmesinden sonra, melekler, tanrıya
“ey tanrım, ne yapacağız?” diye sorunca, tanrı şöyle demiş: “Tanrı yok, yoldaş var!””
Fıkraya gülmediğimi görünce, sanırım, biraz alındı. Fıkranın üstüne, sanırım benim
görgüsüzlüğüm nedeniyle, ciddileşti ve dedi ki: “Tanrı, insana akıl vermiş. Aklını
kullanmayıp körü körüne inananlar, Cehennem’e; aklını kullananlar, Cennet’e
gitmeli. Hatta bu aklını kullananlar, tanrının ve Cennet’in ve Cehennem’in
varolmadığı sonucuna varmış olsalar bile, Cennet’e gitmeliler. Değil mi ki insanı
insan yapan, aklıdır; onlar da akıllarını kullandılar. Bu durumda, tanrının, başta Şeyh
Bedreddin olmak üzere tüm ortakçıları Cennet’e koyması gerekir. Ölmeden
bilemiyoruz işte bunları; ama sana söz, öldükten sonra bu sorunun yanıtını bulursam,
seni, bir yolunu bulup mutlaka bilgilendireceğim.”
Birkaç gün sonra eve döndüm. Aylar sonra ise, Hint gazetelerinde çıkan ‘dervişin
ölümü’ haberi, Türkiye’deki ajanslara yavaş yavaş düşmeye başladı. Hele onun
Türkiyeli olduğu ortaya çıkmasın mı; 68 kuşağının değerlerini aktaramadıkları
şımarık ve kafası dumanlı 75 ve sonrası doğumlu çocukları, Caney’in yıllarını
geçirdiği tapınakta aldılar hemen soluğu. Kafamdaki soru ise büyüyordu anbean:
Acaba bana haber verecek miydi Caney? Öbür dünyanın ne biçimde olduğunu
anlatacak mıydı bir biçimde bana? Ben de piyango mu almalıydım? Para çıkarsa,
Caney’in birgün bana haber vereceğini mi ummalıydım? Erkeklik ilacı, kadın bulma
siteleri, reklam kampanyaları türünden çöp-postaları bilgisayarımdan silerken,
gönderen, başlık ve ileti bölümü boş olan, yani tümüyle boş olan bir e-posta aldım. İlk
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
9
kez, böyle her yerinden boş bir e-posta alıyordum. Acaba Caney’in e-postası mıydı
bu? Peki nasıl okuyacaktım bunu?
Caney, beni geleneksel yollarla buldu. İnsanlık tarihinin başından beri açık olan yolu
kullandı; düşlerime girdi. Öbür dünyada tanrı, Cennet’e ve Cehennem’e kimi
koyacağına karar vermek için çekiliş yapıyormuş. Caney’in durumu da çekilişle
belirlenecekmiş. Tanrı şöyle diyormuş: “İlkdünyada yaptıklarınız or’da kaldı. İyiyi de
kötüyü de size ben verdim. Herşeyinizi ben belirledim. Demek ki, kötülükten olduğu
kadar, iyilikten de sorumlu tutulamazsınız. O nedenle, melekler, Cennet-Cehennem
biletleri için sayı çekecekler.” Böylece, dünyada iyilik yapanların, Cehennem’e;
kötülük yapanların, Cennet’e gittiği çok oluyormuş. Soranlar olmuş tanrıya, “bu ne
adaletsizlik?!” diyenler olmuş. Tanrı ise şöyle yanıtlamış onları: “siz, benden
korktuğunuzdan iyilik yapanlarsınız. Benim korkumdan değil, gerçekten içinden
geldiği için iyilik yapanları, Cennet’e de Cehennem’e de koymuyor; kendi ülkemde,
tanrı ülkesinde ağırlıyorum. İçinden geldiği gibi, inanan-inanmayan ayırmadan
herkese iyilik yapanlar çoğalsaydı, ilkdünyada hiç bir sorun kalmazdı. Ben de bu
kadar meşgul olmazdım. Tanrı ülkesinde en güzel yeri, benim varlığıma
inanmamalarına rağmen ayrımsız iyilik yapanlara ayırıyorum.”
Caney’le ilgili bir yargı yanlışı olduğuna eminim. Onun, içinden geldiği gibi iyilik
yaptığını, gerçekten iyi olduğunu kanıtlamak için, kendimi öldürüp tanrı katında ona
tanıklık edeceğim.
19.05.2009
Ho Çi Min Kenti, Vietnam
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
10
Gerçek Gülüşlüler...
Sermaye düzeninin beni yapaylaştırdığını bugün bir kez daha anladım: Bugün,
gülüşleri sahici olan herkesi tutukladılar. Köşedeki elma yanaklı çiçekçi kızı da
tutukladılar elbette. Gülümsemesine duyduğum gizli hayranlık da böylece öfkeye
dönüştü. Ve işte benim gülüşüm sahici değilmiş ki, beni tutuklamadılar. Oysa, ben
ağız dolusu gülerdim gençken. Günlerin nasıl geçtiğini anlamazdım.
Garsonlar, kasiyerler, tezgahtarlar; bunların hiçbirisi tutuklanmadı. Palyaçolar da
öyle. İlk önce elbette, anaokulu öğretmenleri tutuklandı. Neymiş efendim, onlar
gülünce, milletin morali bozuluyormuş; “ne adaletsiz dünyada yaşıyoruz” diye
ayaklanıyorlarmış. İşte bu nedenle, gerçek gülüşlüler, gülmekten değil, halkı isyana
teşvikten tutuklandı.
Anladık, benim gülüşüm sahici değil. Peki ben neden gülemiyorum? Belki de
yiyeceklere birşeyler katıyor devlet. Her yemekte azıcık var bu mutsuzluk virüsünden.
Belli bir yaşa gelince, bedende birikmiş oluyor; mutsuz oluyorsun. Ya da belki; şu
“hava kirliliğine son çözüm” diye 30 yıldır sıktıkları sprey olmasın işin içinde?! En
mantıklı olasılık, bu, görünüyor. Demek, 30 yıl, bu virüslü havayı soluyunca,
gülüşlerin tadı da kaçıyor. Sonra da belki, gerçek gülüş ilaçlarından, parayı kıracaklar.
Bu sermaye düzeninden herşey beklenir. Yaparlar mı, yaparlar... Zaten, domuz
gribinde de, ilaç şirketlerinin, virüsü, bilerek yaydığı iddiası ortaya atılmamış mıydı...
“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” demişler. İşin içinde bir iş var ki, birisi iddia
atmış. Ben de bu hava virüsü iddiasını attığıma göre, işin içinde bir iş var; yoksa
atmazdım, öyle değil mi...
Eskiden, sermaye düzeninden herşey beklenmezdi. Sınırları vardı bu düzenin, her
düzen gibi. Örneğin, eskiden, Ay’a reklam veren olmazmış; inanılır gibi değil!
Halbuki şimdi, Ay’a reklam vermek için devletlere verilen para, trilyonları buluyor.
Dün, tüm gece boyu, düşlerimde reklam görüşüm de, aynı düzenin bir oyunu olmalı.
Ama bence, en büyük değişim, ev reklamcılığı dolayısıyla oldu. Düzen, Ay’ı bile
reklam için paylaştıktan sonra, reklam verilebilecek yer olarak, bir tek, evlerin içi
kalmıştı. Şimdi her evin tüm duvarları, reklamlarla dolu. Evsahipleri, evin
içduvarlarına verilen reklamlardan zengin oluyor. Kiracılarsa, eviçi reklamlarıyla gelir
elde etme olanağından yararlanmak için, borca girip bir an önce bir ev almanın yoluna
bakıyorlar. Bu noktadan sonra, borca girip ev almayan, enayidir zaten. Şirketlerin,
evsahiplerine yönelik reklam ödemelerini eve gelen konuk sayısına göre yapması,
komşu-eş-dost-arkadaş ilişkilerini patlattı. Artık, dışarıda yemek yemeye giden yok.
Herkes birbirinin evine gidiyor; evlere girerken, elektronik kartla kaydoluyor; böylece
gelirlerini arttırıyorlar. Günümüzün temel felsefesi, “gözün gördüğü her yerde reklam
olmalı.” Konuk sayısına göre gelir olunca işin içinde, bütün gülüşler sahteleşti.
Herkes, birbirini, daha fazla çevre yapıp daha fazla gelir elde etmek için ve yalnızca
bunun için ziyaret eder oldu. Ne kadar çok gülersen, o kadar çok gelir geliyordu. Ne
kadar ekmek, o kadar köfte... Belki de, hava virüsünden olmamıştır gülüşlerin
sahteleşmesi. Yaşantımızda doğal bir neden var bunun için: Eviçi reklamcılığı...
Çocukları da tutuklarlar mı acaba? Çünkü en sahici gülüşler onlarınkidir sonuçta.
Üstelik, gerçek gülüşlüleri tutuklayınca ne yapacaklar? Onların gülüşlerini
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
11
sahteleştirmenin bir yolunu biliyorlar mı acaba? Benim okuduğum kadarıyla, tarihte,
gelmiş geçmiş tüm sahte gülüş çağlarında, gerçekten gülen insanlar olmuş. Onlar,
“sahte gülüşlüler, gerçek gülüşlü olsun” diye, hep daha fazla ve doya doya gülmüşler.
Evlerine reklam almamışlar, gördükleri tüm reklamları yırtmanın bir yolunu
aramışlar. Onların birbirini ziyareti gerçekmiş. Zaten, kolluk güçlerinin, gerçek
gülüşlüleri bulması uzun süremezdi; çünkü bu eviçi reklamcılığı çağında, bir tek onlar
dışarıda yemek yiyorlar.
Ya peki ben niye gülemiyorum?! Ben de tutuklanmak istiyorum. Eski çağlarda olduğu
gibi, ben de ölüme güle güle gitmek istiyorum. Beni ne güldürebilir acaba? Ay’daki
reklamı paçavraya çevirsem, onun yerine “Buraya Reklam Koymak Tehlikeli ve
Yasaktır” diye hiç bir zaman silinmeyecek harflerle yazsam, gülebilir miydim? Onun
kendisi de reklama dönüşürdü, çirkin olurdu. Eskiden nasılmış ki Ay’ın yüzü? Çin’de
Ay’ın yüzünde tavşan görürlermiş, ‘aytavşanı’ derlermiş. Başka ülkelerde ‘Aydede’
derlermiş bizim tontona; yüzü, yaşlı bir adamınkine benziyor diye... Ben Ay’a öyle
birşey yazmalıyım ki; sahte gülüşlü çoğunluk, Ay’ı görüp birdenbire gerçekten
gülmeye başlamalı! Ne yazabilirim?! Ay’ın üstüne hiç bir şey yazmazsam, gözün
gördüğü her yerde reklam olmadığının farkına vararak gülerler mi acaba? Bu,
herhalde güldürmez onları. Tamam, buldum! Hem, bu, beni de güldürür! Şimdiden,
sahici gülücükler oluştu yüzümde. Aman, görmesin devletin zor güçleri... Şunu
yazacağım:
“Tüm reklam şirketleri, ikinci bir emre kadar kapatılmıştır. Şimdi sarılın bakalım
eşinize-dostunuza gerçekten; çünkü bunun için para verilmeyecek artık size...”
17.05.2009
Ho Çi Min Kenti, Vietnam
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
12
Devre-yaşam
Ömrüm, mutsuz varsılları mutlu etmek için binbir yol bulmakla geçti. Psikologluk,
üniversitede okurken, bana, heyecan verici gelirdi; şimdi, geçimimi sağlamak için
yaptığım zoraki bir iş... Neden böyle oldu? Çünkü insanlara, olaylara olumlu
yanından bakmayı öğretirken; bu öğrettiğim yöntemler, bana işlemez oldu. Neymiş
efendim, “olumlu yandan bak”. Sen şanslı doğmuşsan, herhalde olumlu yandan
bakarsın. Bunu sana öğretmek, çocuk oyuncağı. Zaten biz psikologlara en yoksullar
gelse yanmıştık; çünkü yaşamlarında bunca acı varken, hangi “olumlu yandan bak”
masalına inanacaklar... İşte böyle düşüne düşüne, yıllar içinde çok mutsuz oldum.
Yaşamım son derece renksizdi. Hergün bir sürü danışan görüyordum, yarın da bugün
de dün gibiydi hep...
Bir gün, yine böyle, “tekdüze, berbat bir yaşamım var” diye düşünürken; çöpçülerin,
işlerini büyük bir sevinçle yaptıklarını gördüm. Neydi onları bu kadar mutlu eden?
Bunu sorunca, mutluluklarının tuzla buz olacağını düşündüm; ama yine de sormaya
karar verdim. Bu insanlar, mutlulardı ve psikologa gitmeden mutlulardı üstelik. Şöyle
bir şey düşündüm: Bana gelen mutsuz zenginler, bir ay çöpçü olarak çalışsalar nasıl
olurdu? Çöpçüler gibi gecekondularda kalsalar? Şirketlerinden bir ay kopuk olarak
yaşasalar? Zaten bu varsılların, dinlenceleri de zehir. İşten başka birşey
düşünmedikleri için, boş zamanlarında bile mutlu olamazlar. Aman da borsa ne
olmuş, aman da dolar düşmüş mü...
Evet; devre-yaşam önerim, böyle ortaya çıktı. Çımacı kılığına girip Fransızca şiirler
döktürerek, milleti şaşkına çeviren Sakallı Celal’den esinlendiğimi söylemeliyim.
Onun ünlü sözünü de şöyle uyarlamıştım: “Bu kadar mutsuzluk, ancak zenginlikle
mümkündür.” Hem, ülkenin kalkınmasına katkım yadsınmamalı: Zenginleri çöpçü
yaparak, işgücünün niteliğini arttırmış oldum – ya da belki düşürmüşümdür. Ülke,
sayemde, bir aylığına da olsa, onlarca zenginden kurtuldu. Mutsuz zenginlere,
çöpçülük seçeneği sunuyordum. İlk başta çok yadırgasalar da; Amerika’da zenginlerin
böyle yaptığını, bizim zenginlerin Amerikalı zenginlerden geri kalmaması gerektiğini
söyleyince, hemen başlamak için can atıyorlardı. İlk ay, en heyecanlısıydı. El
yordamıyla yaptığım deney, başarılı olmuştu. Zenginler, bir ay çöpçülük yaptıktan
sonra, zengin olarak sürdükleri yaşamın değerini anlıyor; bana minnettar kalıyorlardı.
Ben de şaştım “nasıl oldu bu” diye. Çöpçüler de çok hoşnutlardı; işlerine bir ay ara
veriyor, ücretli olarak izne ayrılıyorlardı. Hatta, bir kanalın, bu devre-yaşam
programımdan övgüyle söz edip, çöpçülerin ülkenin en mutlu insanları olduklarını ve
imrenilecek, basit bir yaşam sürdüklerini dünya aleme ilan etmesinden sonra, hem
çöpçüler daha da mutlu oldular hem de ünüm, kıtalar, dağlar aşıp Mars’a kadar
dayandı.
İşi büyüttüm kısa sürede. Dünyanın dört bir yanından zenginler, akın akın, kliniğime
geliyordu. Estetik ameliyat, yalnızca, bedeni onarmaya yetiyordu; yaşamı onarmaya
yetmiyordu. İşte onun için geliyorlardı bana sanırım. Dünyanın belli başlı
gazetelerinde, çöpçülerle ve bir ay çöpçü gibi yaşamış zenginlerle uzun söyleşiler
çıkıyordu. Ferrarisini satan bilge bile, ilim irfan için kapımı aşındırdığı gün, “bunu da
gördüm ya, gam yemem artık” dedim kendi kendime. Bir kanalla yaptığımız anlaşma
dolayısıyla, çöpçüler, yeteneklerini sergiliyor; kimin devre-yaşam programımın yeni
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
13
dönemine katılacağı, izleyici oylarıyla belirleniyordu. Bu programları sevmesem de;
‘psikoloji’ denilen sosyete sporunu, çöpçüleri de mutlu edecek bir noktaya taşımak,
gurur vericiydi benim için. Beklenmedik sonuçlar da çıkmadı değil: Kimi zenginler,
bir aydan sonra, çöpçü olarak kalmaya karar verdiler. Para saymak ve saydırmakla
geçen, hep daha fazlasını isteyen eski yaşamlarından daha iyiydi bu, onlara göre.
Ülkenin tüm emekçileri, güleryüzlüydü artık. Sanki güleryüzlülükte birbirleriyle
yarışıyorlardı. Aslında, gerçekten de yarışıyorlardı. Umuyorlardı ki, bir gün, bir
zengin, onları görüp “çok mutlusunuz. Hele bir ay izin verin ki, ben de lağımları
açayım, ben de sokak lambalarını değiştireyim, ben de sizin gibi mutlu olayım”
diyecek. Böyle psikolojinin gözünü yiyeyim ben. Baştan bilseydim böyle olacağını,
hiç mutsuz da olmazdım. Ama zaten mutsuz olmasaydım, devre-yaşam programı da
çıkmazdı. Demek ki ben mutsuzum. Mutsuz muyum? Hadi ya! Bu kez niye
mutsuzum?! Hay, bıktım ben bu işten. Zaten zenginler de çöpçüler de yavaş yavaş
homurdanmaya başladılar: Zenginler, “bir çöpçü kadar bile mutlu değiliz” diye
üzülüyorlarmış. Çöpçülerse “bir aydan sonra yine işbaşı yapıyoruz” diye
dertleniyorlarmış. İşe bak ya; ben de mutsuzum işte. Gemisinin batacağını bilen
kaptan, kaçarken, geminin kaptanını, Afrikalı-Amerikalı yaparmış. Hey yazar! Sen bu
sözümü duymamış ol! Gel, sen, kimi zaman, psikolog ol; ben de, kimi zaman, yazar
olayım. Beğendin bunu demek! Hoşçakal yazar! Bu, işyerimin anahtarı. Çay istersen,
1313’ü arayıp ısmarlayabilirsin; çaycıya da selam söylersin benden.
***
Hey yazar! Seninle devre-yaşam yapmamızın üstünden aylar geçti. Seninki de zor
işmiş be arkadaşım; sabah-akşam bekle ki esin gelsin. Sokaklarda notlar alırsın, vergi
memuru sanırlar seni, kaç or’dan; zaten, zincirlerinden başka kaybedecek birşeyleri
olmayanlar, yıkım nedeniyle, burunlarından soluyor. Hele o kaçak taksicinin or’da,
elinde kağıt-kalemle “taksi çağırtacaktım” dersen, mahalleli, “burada taksi yok”
derler; seni kaçak taksi denetçisi sanırlar. Sonra, eve gidip televizyonu açsan,
filmlerin neredeyse tümü, sıkıcı gelirmiş sana be kardeşim; hep tahmin ettiğin gibi
ilerleyip aynı biçimde bitiyormuş filmler. Bir toplantı ortamında ne tür insanlarla
karşılaşacağını, hangi insanın ne diyeceğini de bir dakika önceden değil, yıllarca
önceden anlayabiliyormuşsun. Herşey aynı geliyormuş sana. Bunun için, aha şu
camdan dışarı baktığımda gördüğüm ne kadar insan varsa, hepsinin sıkıcılığı
katlanarak artıyormuş senin için. Vay yazar, sen benden daha mutsuzmuşsun yazar...
Psikologluğun değerini şimdi anladım. Hadi gel, değişelim. Hem sen neden güneş
gözlüğü taktın? O da ne! Neden gözlerin mor?! Demek, devre-yaşam programıyla bile
mutluluk bulamayanlar, işyerini bastılar! Demek, gözleri dönmüş olduğundan, seni
ben sandılar! Demek, eşşek sudan gelinceye kadar, dağıttılar ağzını burnunu!
Kızmazsan, birşey sorabilir miyim? Seni dövdükten sonra nasıllardı? Söyle bir;
sordun mu onlara; “ağzımı burnumu dağıttınız, mutlu musunuz, boyunuz uzadı mı?”
diye sordun mu? Öyle deme yazar. Bu, bilim için çok önemli. Adam dövmek,
insanları mutlu edebiliyorsa; yeni bir adam dövme programı başlatabiliriz.
Yoksullara, bir posta için, bir aylık gelirlerini veririz; sonra, mutsuz olan bir insan
gelip adamı döver; rahatlar; mutlu olur. Sana da ücretsiz olur bu program, bir
yıllığına; ne dersin yazar?
Ne dedin? Ne dedin? Senin ben olmadığımı anladılar mı? Ağzımı burnumu dağıtmak
için kapıda mı bekliyorlar? Yazar, peki sen dayak yiyince mutlu oldun mu? Dayak
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
14
yenince mutlu olunuyorsa, bu kez, bir dayak yeme programı başlatırız... Hadi ya;
mutlu olmadın demek. Kapıyı yumruklayan onlar mı?! Ama yazar, aslında sen yazar
değil, psikologsun; dayaklık olan, sensin. Bu işi başlarına sen açtın. İşleri karıştırma!
Ben yazarım, sen psikologsun. Kapıyı açıyorum ki seni bir kez daha benzetsinler.
Bakalım, insan, birisini dayak yerken izlediğinde mutlu olabiliyor mu... Deneyip
göreceğiz. Az sonra... Bizden ayrılmayın...
17.05.2009
Ho Çi Min Kenti, Vietnam
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
15
Birinci Ay Savaşı
Herşey, Büyük Patlama’yla başladı elbette; ama o andan bu ana dek olanları yazmak,
sonsuz sayfa gerektirirdi. Ayrıca, o sonsuz sayfaya yazdıklarımız da, o andan sonra
olanların bir parçası olduğunu göre, biz yazdıkça, sonsuzluğa yeni sonsuzluklar
eklenirdi. Her neyse; şimdilik bu kadar kafa karıştırmaya gerek yok. Herşey, Büyük
Patlama’yla başlasa da, Dünya’nın yeni biçimini alışı, ABD başkanının işkence
raporunu açıklamasıyla oldu. Çin’i, Rusya’yı ve tekerine çomak sokan irili ufaklı bir
sürü ülkeyi “sizde insan hakları ihlalleri çok. Demokratik olmalısınız.” vb. diye
azarlayan o zamanların koskoca bugünlerin kümküçük Amerikası, işte bu işkence
raporuyla çöküş sürecine giriyordu. Demek, “devlet güvenliği için işkence
gerekebilirdi.” ABD’nin tutucuları, bu raporun açıklanmasına büyük tepki gösterdiler;
bu, küllen yalandı; doğru olsa bile, vatan-millet için yapılmıştı. ABD’nin gerçek
demokratları, bu raporu yadırgamadılar; çünkü ABD’nin işkence yaptığı, ilk kez
ortaya çıkan bir gerçek değildi. Yalnız, işkence yapan görevlilerin yargılanmamasına
içerlediler. ABD dışındaki gerçek demokratlar için ise, bu, kabustu: Artık, demokrasi
adına, insan hakları adına, işkenceye karşı çıktıklarında “ama ABD de yapıyor”
denilecekti.
Ama bakın, Myanmar’a askeri yönetimi nedeniyle ambargo koyan AB ülkelerinin
demokratları, ABD’nin açığını yakalayınca bir anda aslan kesildiler. Büyük
kampanyalarla, AB’nin işkenceci ABD’ye ambargo koymasını sağladılar. Bunu diğer
ülkeler izledi. Hatta, artık Güney Amerika’daki Bolivar Birliği’nin bir parçası olan
Küba bile, ABD’ye ambargo uygulama kararı aldı. ABD, hem bu ambargolar
nedeniyle; hem de İsrail’in nükleer saldırganlığını görmezden gelerek, İran ve Kuzey
Kore’de başlattığı savaşların dev harcamaları nedeniyle, içinden çıkılmaz bir çöküş
sürecine girdi. ABD’deki İsacı rahiplerin, işkenceye karşı, tüm eyaletlerde büyük
gösteriler düzenlemesi ve bu gösterilerin ABD’nin son teknoloji ürünü ordusuyla
kanlı bir biçimde bastırılması, ABD’nin en has dostlarını bile, ambargocuların tarafına
çekti.
ABD’nin kabusu yeni başlıyordu: Bolivar Birliği’nin bir parçası olan Meksika, 1846-
1848’deki Meksika-Amerika Savaşı’nda Amerika’nın ele geçirdiği, daha sonra
ABD’nin güney ve güneybatısını oluşturan Teksas, Kaliforniya, Arizona, Nevada,
Utah, Colorado ve Yeni Meksiko gibi eyaletleri geri istiyordu. Meksika’nın
istemlerini, dünyanın iki süpergücünden biri olan Hindistan destekliyordu. Rusya ise,
1867’de 7.2 milyon Dolar’a ABD’ye sattığı Alaska’yı geri istiyordu; 7.2 milyon
Dolar’ı ABD’ye geri verip Alaska’yı topraklarına katacaktı. Rusya; Çin ve Hindistan
gibi devlerin karşısında, ‘sıcak denizlere inme emeli’nden çoktan vazgeçmişti;
enlemesine genişlemenin ve tüm Kuzey’in hakimi olmanın yollarını arıyordu. Bolivar
Birliği’ne ve Rusya’ya karşı, ABD’nin korumanlığını, dünyanın diğer süpergücü Çin
yapıyordu. ABD’yi ekonomik durgunluktan kurtaran güç olan Çin olmasa; dünyanın
‘hasta adam’ı ABD, çoktan nalları dikmişti zaten. Çin’in ABD’yi korumasının elbette
koşulları vardı: ABD’nin Pasifik kıyılarında Çin askeri üsleri açıldı. Buna karşı çıkan
ABD’li ulusalcılara verilen yanıt netti: “Çin ordusu, bizi işgal etmek için değil; bizi
yedi düvelden korumak için burada.”
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
16
Çin etkisi, askeri üslerle kalmadı; zamanla Amerikan yaşamının her yanını etkiledi:
Olağan koşullarda 18 Şubat’ta kutlanan Devlet Başkanları Günü, ABD’nin ilk Çinli-
Amerikalı devlet başkanının anılmasına ayrıldı. 13 Ekim’de kutlanan Kolomb Günü
yerine, aynı gün, Amerika’yı Avrupalılar’dan önce keşfettiği ileri sürülen Çinli
Amiral Zheng Xe’ya ayrıldı. 4 Temmuz’da kutlanan Bağımsızlık Günü, Çin’le
Dostluk Günü olarak değiştirildi. İngiltere’de Hint yemeklerinin İngiltere’nin ulusal
yemeği olarak kabul edilmesi gibi, Çin yemekleri, Amerika’nın varolmayan
mutfağına taze kan getirdi. Televizyonlarda, Çin takvimiyle Amerikan yerli takvimi
arasındaki benzerliklerle ilgili uzun tartışma programları oluyordu. Çince’nin
ABD’nin ikinci kamusal dili olan İspanyolca’nın yerine kamusal dil yapılması, tüm
kamusal belgelerin İngilizce ve Çince olmak üzere iki dilde yazılması, Amerikan
Doları’ndaki devlet başkanı resimlerinin Çin-Amerika (dikkat: ‘Amerika-Çin’ değil,
‘Çin-Amerika’. Yeni yayınlanıp tüm devlet birimlerine gönderilen genelgede, Çin’in,
her zaman, Amerika’dan önce yazılması zorunlu kılınıyordu. ABD’nin kurtarıcısı
Çin’e saygı gösterilmeliydi) dostluğuna vurgu yapacak biçimde değiştirilmesi gibi
tasarılar, her gün, artık çift-dilli olarak basılan gazetelerin sayfalarını kaplıyordu.
Çin’in ve Hindistan’ın 2100’de tüm ülkeleri geçeceğini 2009’da öngörenler çoktu. Bu
konuda öyküler de yazılmıştı. Yorumcular, bir kere, bu iki devin büyük nüfusuna ve
baş döndürücü kalkınma hızına dikkat çekiyorlardı. Çin ve Hindistan, bu iki
üstünlüğünün ötesinde, yüzlerce üst düzey okul ve araştırma kurumu açtı. Eskiden
doktora yapmak ve çalışmak üzere ABD’ye giden milyonlarca yetenekli genç, Çin’i
ve Hindistan’ı yeğlemeye başladı. İki dev, en yoksullarını, nüfusu gittikçe yaşlanan,
bu nedenle çöküşe giren Japonya ve Avrupa’ya göndererek, yoksulluk sorununu
büyük ölçüde çözdüler. Bu arada, Çin, nüfusunun yaşlanmasına ve genç nüfusun
gerektiğinden az olmasına neden olan Tek Çocuk Politikası’nı da kaldırdı. İki dev,
beyin göçünü tersine çevirerek, dünyanın en nitelikli işgücüne sahip oldular. Çin’in
2003 yılında, Rusya ve ABD’den sonra, uzayda insanlı uçuş yapabilen üçüncü ülke
olmasından kısa bir süre sonra, Hindistan da, dördüncü ülke oldu. Böylece uzay
gerginlikleri de hafif hafif başladı. Fakat iki dev de, birbirine saldırmaya
yanaşmıyordu. Komşu oldukları için, birbirlerine saldırmayı riskli buluyor; karşılıklı
bir saldırı sonunda haritadan silinmekten korkuyorlardı. Bu nedenle, kendi aralarında
ölçülü bir diplomasi yürütürken; başka ülkeleri, kendileri için savaştırıyorlardı. İşte
Çin’in ABD’yi; Hindistan’ın Bolivar Birliği’ni desteklemesi, bu sürecin bir ürünüydü.
2. Soğuk Savaş Dönemi’ydi bu. Bu soğuk savaşa, iki devin de, şirketlerini, ucuz
işgücü olan ABD’ye kaydırması eşlik ediyordu. ABD’deki çağrı merkezlerinde
çalıştırılan ABD yurttaşlarının Çince ve Hint dillerini konuşmaları, aksanlı oluyor;
Çin’deki ve Hindistan’daki yurttaşlar, bu kötü Çince’den ve bu kötü Bengalce’den,
Güceratça’dan, Tamilce’den vd. rahatsız oluyorlardı; ama olsun. ABD’nin gerilemesi,
Çin’in de Hindistan’ın da işine yaramıştı. Öte yandan, Çin ve Hindistan’da sendikalar
güçlü olduğundan, Çin ve Hint fabrikaları, akın akın, ucuz işgücü cenneti ABD’ye
kayıyor; bu durum, birçok Çinli’yi ve Hintli’yi işsiz bırakmakla kalmıyor, ABD’li
işçilere karşı Çin’de ve Hindistan’da ulusalcı bir dalganın büyümesine de yol
açıyordu. Bu işsizler, daha sonra, Çin ve Hint ordularına katılıyor; hem iş sahibi
olmuş oluyor hem de ulusalcı duygularına hitap eden bir iş yapmış oluyorlardı.
ABD’nin içi, kaynıyordu. Etnik kavgalar ve mezhep ayrışmaları, almış başını
yürümüştü. Amerika Yerlileri, kültürel olarak kendilerine yakın gördükleri Çinliler’i
ve Çin Ordusu’nu sevinç gösterileriyle karşılamıştı. İspanyol-Amerikalı ABD
başkanının dev heykelleri, daha ilk günde yerle bir edilmişti. ABD yurttaşları,
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
17
heykelleri kırmak için birbiriyle yarışıyordu. Sökülen taşları, inşaat işçileri, kendi
gecekondularının yapımında kullanmak üzere topluyorlardı. ABD’de yaşayan
milyonlarca İspanyol ise, Meksika’nın, dolayısıyla, Bolivar Birliği’nin bir parçası
olmak istiyorlardı. ABD’nin beyazlarının ve siyahlarının tavrı, karışıktı; çoğunun,
Hintli ve Çinli akrabaları vardı. Hergün, bir mezhep, bir başka mezhebin kilisesine
intihar saldırısı düzenliyordu; ölmemişleri de yoldan geçenler öldürüyordu. Beyazlar,
Kanada’ya kaçıyor; İspanyollar, Meksika’ya sığınmanın bir yolunu arıyor; Siyahlar’sa
Afrika’ya dönmeyi düşünüyorlardı. En iyi durumdakiler, Yerliler’di. Onlar, Bedeviler
gibi, kentlerden uzak yaşıyorlar; patlayan bombalardan etkilenmiyorlardı.
Meksika’nın uyuşturucu kartelleri, Meksika’nın, Bolivar Birliği’ne katılmasıyla,
ABD’ye sığınmışlardı. ABD, tümüne yurttaşlık vermişti. ABD’nin düşüncesi, onları
Meksika’ya karşı oluşturulacak askeri birliklerde kullanmaktı. Bu, iyi bir düşünce
olabilirdi; ancak, ABD, bu kartellerin karanlık ve denetlenemez güçler olduğunu
unutmuştu. Bu unutkanlık, ABD’nin sonunu getirdi: Bolivar askerleriyle ABD-
Meksika sınırında çatışmaya giren uyuşturucu kartelleri, bu 2. Soğuk Savaş
Dönemi’nde, sıcak savaşın başlamasına yol açtı. Küba’nın, Venezuela’nın,
Bolivya’nın, Arjantin’in ve daha birçok ülkenin askerlerinden oluşan Bolivar
Ordusu’nun, savaşmaktan bıkmış, Vietnam’dan Irak’a, İran’dan Kuzey Kore’ye dek
aldığı yenilgilerle moral olarak çökmüş ABD ordusunu yarıp ABD’nin orta
eyaletlerine girmesi, çok kısa sürede oldu. Sokaklarda sevinç gösterileri yapanlar, bu
kez, ABD’nin İspanyolları’ydı; Çinli-Amerikalı ABD başkanının dev heykellerini
tuzla buz ediyorlardı. İsrail yapımı kimyasal silahlar ve ABD’nin daha önce
Vietnam’da kullandığı, üç-beş kuşakta engelli doğumlara neden olan portakal gazı
bile, ABD’yi kurtarmaya yetmedi. ABD, Bolivar güçlerini püskürtmek için, Hiroşima
ve Nagasaki’ye yaptığı gibi, ama bu kez kendi kentlerine, atom bombası atmayı
düşünürken; Çin ordusu, devreye girdi. Bolivar Ordusu ile büyük çatışmalara girdiler.
Bir yandan da, Hindistan’ın tam desteğini alan Rusya, Alaska’yı ani bir saldırı ile ele
geçirmişti. ABD, gafil avlanmıştı. Rusya, Alaska’yı, para vermeden, bedavadan geri
almaktan mutluydu. Hindistan’ın dostluğundan öyle hoşnuttular ki, Alaska’da yeni bir
kent kurup adını ‘Gandhi-grad’ koydular.
Tarihin cilvesi buydu işte: Tam adı ‘Çin Halk Kurtuluş Ordusu’ olan Çin Ordusu, yine
bir halk ordusu olan Bolivar Ordusu ile çarpışıyordu; iki tarafın da kurtarmak istediği
halk, başka başkaydı. Savaşın Hindistan’a ve Çin’e sıçrayıp birbirini yok etmeye
gideceğinden korkan iki dev, sonunda ateşkes imzaladılar. Anlaşma, bu savaşları,
sömürgeciler arasındaki yeni paylaşım kavgaları olarak gören 1 Mayıs Partisi’nin
gücü nedeniyle tarafsız kalmış Türkiye’de, artık çoktan eskimiş, bu nedenle Asya-
Avrupa Müzesi’ne dönüştürülmüş 1. Boğaz Köprüsü’nde yapıldı. Boğaz Köprüsü
Anlaşması’na göre, ABD’nin güneyi, Bolivar Birliği’ne; kuzeyi, Çin Halk
Cumhuriyeti’ne verildi. Bolivar Birliği, topraklarındaki Çinli azınlıkların toplumsal ve
siyasal haklarını tanıma sözü verdi; Çin Halk Cumhuriyeti ise, ülkesindeki İspanyol
azınlıkların haklarını koruyacaktı. Alaska’nın özbeöz Rus toprağı olduğu, bu
anlaşmayla güvence altına alındı; hatta, ABD, Alaska’yı, uluslararası hukuka aykırı
olarak ikiyüz yıldan fazla elinde tuttuğu için, tazminat ödemeye mahkum edildi.
Bundan sonra ABD’de ne olur, belli değil. Zaten ‘ABD’ diye birşey de kalmadı.
Ülkenin kuzeyi, Çin Birleşik Devletleri; güneyi ise, Bolivar Birleşik Devletleri oldu.
Bundan bin yıl sonra, Amerikan ulusalcılarının, “Amerika, kendini yönetecek güçte
değil; Amerika’ya manda gerekli” diyenlere karşı, Amerika’nın daha önce bağımsız
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
18
olduğunu kanıtlamak için, eski Kuzey Amerika haritalarını bulup çıkarmaları
gerekecek; yoksa kim inanır Amerika’nın bağımsız olabileceğine... Yine de, son
zamanlarda, Kaliforniya’da bir gerilla hareketi tomurcuklanıyor. Kaliforniya’nın
İspanyol olmayan halkları, kolay teslim olacağa benzemiyor. Kaliforniya’nın
bağımsızlık yanlısı aydınları, Bolivar Birliği’ne ve Çin’e karşı savaşmak için,
Vietnam’ın ve Irak’ın ABD’ye karşı direnişlerini ayrıntılı olarak inceliyorlar; bu iki
direnişteki gerilla yöntemlerini uygulamaya çalışıyorlar. Kaliforniyalı direnişçilerin
en ünlü sloganları, yıllanmış parti sandıklarından çıkma: “Ernesto’ya bin selam, daha
fazla Vietnam!” Ne günlere kaldık ey Özgürlük Anıtı...
Artık, Dünya’da ABD de bölüşüldükten sonra, paylaşılacak pek bir yer kalmamıştı.
İki dev, bundan sonra, paylaşım kavgalarını uzaya yoğunlaştıracaklardı. İlk adım,
elbette, stratejik öneme sahip olan Ay’ın paylaşılması olacaktı. Dünya savaşı
çıkacağına ay savaşı çıkması yeğdir, biz dünyalılar için; öyle değil mi ama...
04.05.2009
Ho Çi Min Kenti, Vietnam
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
19
İnsanları Ayakkabılarından Tanıyan Adam
Bu olayın Afrika’da geçtiği söyleniyor, ama dünyanın hemen hemen her yerinde
geçmiş olabilir aslında. Görünürde, olayın başkişisi, ülkenin dahi başbakanı. Dahi
başbakan, birçok dahide de olduğu gibi, garip huylara sahipmiş. İnsanların yüzlerini
anımsayamaz, ama onları ayakkabılarından tanırmış. Onun için, insan bedeni,
yalnızca ayaklardan oluşurmuş; dünyayı, sanki bir kamera, yalnızca ayakları çekiyor
gibi görürmüş. “Dost, başa; düşman, ayağa (bakar)” derler, ama o, dostunun da
düşmanının da ayağına bakarmış. Halk da yöneticiler de bu garip huyunu çok
yadırgarlarmış; yine de başbakanı severlermiş; çünkü o, bir dahiymiş; ülkenin yerli
yapımı ilk füzelerini ve uydularını yapıp ülke adına göğün enginlerine atan adammış.
Egemenler de severmiş onu; çünkü başbakan, dahi de olsa, toplumsal ilişkilerde
zayıfmış; onu kandırmak, çok kolaymış; herkesin iyi niyetli olduğunu sanırmış.
Bir kere, ayakkabı renkleri, önemli bilgiler verirmiş ona; sonra, düz mü, bağcıklı mı,
çıtçıtlı mı, yapışkanlı mı, ona bakarmış. Zaten kimilerinin spor, kimilerinin iş
ayakkabısı giymesi; kimi ayakkabıların ucuz, diğerlerinin pahalı olması; kimilerinin
kadın, kimilerinin erkek, kimilerinin çocuk, kimilerininse erkeklerin de kadınların da
giyebileceği ayakkabılardan olması, işini çok kolaylaştırırmış. Sonra, ayakkabının
tasarımına bakarmış. Sivri burunlu mu, düz burunlu mu, arkası nasıl; ve elbette,
malzemesi, lastik mi, deri mi vb… Bunların hepsi ama hepsi, bir şimşek çakımında
uyanırmış dahi başbakanın beyninde, insanlarla karşılaştığı zaman. Bundan sonra,
ayakkabının yıpranmışlık düzeyine bakarmış. Yeni-eski ayakkabı ayrımının ötesinde,
ayakkabının özellikle nerelerinin eskidiğine bakarmış. Ama bir ayakkabı türü varmış
ki, işte onu ayıramazmış: Postallar. Postallılar, sabah-akşam, postallarını
boyadıklarından; hep, bakımlı olduklarından; hep aynı renk ve kalıpta postal
giydiklerinden; dahi başbakan, postallıları bir türlü ayırt edemezmiş. Öyle olurmuş ki,
hükümet başkonağında, emireri bile odasına girse, genelkurmay başkanı sanıp saygı
duruşunda bulunurmuş. Genelkurmay başkanını da emireri sandığından, işler hep
sarpa sararmış.
Dahi başbakanın bu huyu, garip elbette. Bu garip huyun altını kazmak istersiniz diye,
dahi başbakanın üniversite hocası olduğu yıllara gidelim: Dönem sonunda, bir
öğrenci, dahi hocayı görür. Hoca, onu tanımak için, bir, ayağına; bir de yüzüne
bakarken, öğrenci, “hocam, ben bütün derslerinize girdim, tartışmalara etkin olarak
katıldım, yine de dersinizden kaldım, nasıl olur?” demiş. Dahi hoca da, “o zaman
başka ayakkabı giymişssin!” demez mi?! O zaman öğrenci üstelemiş: “Hocam, siz
öğrencileri neden ayakkabılarından tanıyorsunuz?” Bunun üzerine dahi hoca, “siz,
gençsiniz; izlentilere uyup sürekli, saçınızı başınızı değiştiriyorsunuz; ama
ayakkabılarınızı nadir olarak değiştiriyorsunuz. Saçınız değişince, yüzünüz de
görünüşünüz de değişiyor. Ayakkabılarınız, daha güvenilir” demiş.
Dönelim postallılara: Ülkede çeşit çeşit ayakkabı, sokakları turlarken ve dahi
başbakan, insanları rahatlıkla ayırt edebildiği için mutlu mesut yaşarken; bir gün,
postalların sayısının arttığını görüp şaşırmış ve daha sonra, ülkeye ordunun
elkoyduğunu öğrenmiş. Artık ne sokakta ne de hükümet başkonağında, postal dışında
ayakkabı görmek ne mümkün… Daha da kötüsü, dahi başbakandan da postal
giymesini istemişler. İşte bu, dahi başbakan için çok zor olmuş. Postalları ayırt
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
20
edemeyen dahi başbakan, kendisini de ayırt edemez olmuş. Kendi ayağına baktığında,
saygı duruşuna geçer olmuş.
Sokaklarda yalnızca postal görülürken, insanlar, aslında, evlerinde, gizli gizli, takunya
giyerlermiş. Sonra bir gün, takunyalılar, topluca sokağa çıkmışlar; hükümet
başkonağını sarıp başpostallıları tutuklamışlar. Bu kez, sokaklar ve hükümet
başkonağı, takunyalılarla dolup taşmış. Bir süre sonra, bir tane postal bile görülmez
olmuş. Ama fabrikalarda, işyerlerinde, okullarda, insanın varolduğu ve varolacağı her
yerde, insanlar, içlerinden “ne postal ne takunya” diyorlarmış; bu ikisi yerine, çıplak
ayakla dolaşıyorlarmış. Takunyalılar tarafından yakalandıklarında falakadan geçirilip
zorla takunya giydirilen bu çıplak-ayaklıların ne zaman iktidarı alacağı belli değil.
Ama dahi başbakan, bize, şu sözü verdi: “Çıplak-ayaklılar başa geçerse, insanları
ayakkabılarından tanıma huyumdan vazgeçeceğim; çünkü insanı insan yapan,
elleridir. Çıplak-ayaklıların yalnızca ayakları değil, elleri de nasırlı olur. Tüm
insanlar, ellerinden ibarettir zaten. Elleri tanımayı öğreneceğim.” Dahi başbakan,
sözünü tutar mı bilmiyoruz; ama bize, insanlığın kurtuluşunun, çıplak-ayaklılarda
olduğunu söyledi.
30.04.2009
Ho Çi Min Kenti, Vietnam
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
21
İstanbul’da 1 Milyon Bangkoklu; Bangkok’ta 1 Milyon İstanbullu...
Nedenini bilmiyorum –gizli anlaşmalar yapıldığı söyleniyor-; ancak, Tayland
hükümeti ile Türkiye hükümeti arasında imzalanan anlaşmayla 1 milyon
Bangkoklu’nun İstanbul’a; 1 milyon İstanbullu’nun Bangkok’a yerleştirilmesi, iki
ülkeyi de geri dönülmez bir biçimde değiştirdi.
Bir kere, İstanbul’da her sokak başına, daha ateşli hizmetler de sunabilecek masaj
salonları açıldı. Kentteki tecavüz oranı sıfıra inerken; geleneksel evlilikler, Rus
güzellerinin arz-ı endam ettiği Karadeniz kentlerinde olduğu gibi, tam da orta
yerinden çatırdayıverdi. İstanbul erkeği, “ben Türk’üm” ya da “ben Kürt’üm, bana bir
şeycikler olmaz” diye düşünerek AİDS kaptı; İstanbul hastanelerinde özel AİDS
birimleri açmak kaçınılmaz oldu. Kentte, namus cinayeti diye bir şey kalmadı;
kadınlarla yatmak isteyenler, gencecik kızları kandırıp sonra onların namus cinayetine
kurban gitmelerine neden olmak yerine, masaj salonlarına gidip işlerini görüyorlardı.
Ancak, Bangkoklular’ın gelişi, İstanbullu geleneksel evli kadınların intiharlarını da
arttırdı. Eşlerini evde tutabilmek için, daha nitelikli olmaları gerekiyordu. Artık, güzel
yemek yapmak yetmiyor; yatakta da Bangkok güzellerinden aşağı kalmamaları
gerekiyordu. Çağdaş kadınlara ise, Bangkoklular’ın gelişiyle gün doğmuştu. Onlar,
mutlu olmak için, artık, geleneksel kafalı erkeklerle evlenmek ve hatta kazayla çocuk
yapıp ömürleri boyu pişman olmak zorunda değillerdi. Masaj salonları, onlara da
açıktı.
Birçok tutucu için, bu yeni İstanbul, mide bulandırıcı olsa da; çoğunluk açısından
herşey yolundaydı. Suç oranı düşmüştü. İstanbul, laylaylom bir topluma –ya da
Taycası’yla ‘sabay sabay’ bir topluma- dönüşüyordu. En büyük fark, İstanbul
trafiğinde görülüyordu. Trafikte çok sakin olan, birbirine sövüp saymayan, birbirlerini
yumruklamayan Bangkoklular, ilk başta, İstanbul trafiğini çok yadırgamışlardı; ilk
aylarda, trafikte dayak yiyen çok Bangkoklu oluyordu. Ama masaj salonları etkisi,
yavaş yavaş, İstanbul yollarına da yayıldı; İstanbullular, trafikte sorun yaşadıkları
Bangkoklular’la çok kibar konuşmaya başladılar. Sonra bu kibarlık, Bangkoklu olsun
İstanbullu olsun herkesle konuşmada sergilenmeye başlandı. Artık, İstanbul yollarında
bağırana çağırana raslanmıyordu. Bir insan, yolda bağırıp çağırıyorsa, insanlar,
“hemşerim, sen İstanbullu değilsin herhalde?!” diye kibarca uyarıyorlardı. Bağırıp
çağırmak, İstanbul dışından olmanın belirtisi olarak algılanıyordu.
Yalnızca trafik mi?! İstanbullular, eşcinsellere ve travestilere kem gözle bakmayı da
bırakmışlardı. Duy da inanma! Öyle ya, Bangkoklular arasında bir sürü eşcinsel ve
travesti vardı. Cinsel baskı düzeneklerinden artık neredeyse tümüyle kurtulmuş
İstanbullular’ın eşcinseller ve travestiler için “onlar da insan, biz de insanız” deyişi,
inanılmayacak düzeyde büyük bir değişim değilse ne idi?.. Bunu söyleyenler,
geçtiğimiz yıllarda, bir travestinin öldürülmesinden sonra, “haydi demokratlar,
“hepimiz ibneyiz” diye pankart açın” diyen aynı kişiler değil miydi?! Hatta bu aynı
kişiler, Uluslararası Eşcinseller ve Travestiler Şenliği’nin İstanbul’da, Taksim’de
yapılması için önayak oldular.
Hükümet, İstanbul’da bu kadar büyük bir değişim beklemese de ve hatta bu nüfus
değişimi tasarısına imza atıldığı için ilk başta pişman olunsa da, Bangkoklular’ın
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
22
Türkiye’nin devlet başkanına krallarıymış gibi taparcasına bağlılık duyması,
hükümetin yüzünü güldürüyordu elbette. Keşke tüm Türkiyeliler de, hükümet ne
derse onu yapacak yücelikte olsaydı; keşke herkes “10 mekik, 10 şinav çek”
denildiğinde, kaytarmanın yolunu aramasaydı… Fakat, İstanbul’daki Bangkoklular’ın
siyasallaşması geç olmadı. Kendi ülkelerinde de konuk oldukları ülkede de,
kendilerine, darbecilerle, adları binbir türlü yolsuzluğa karışmışlar arasında bir seçim
yapmak dışında bir yol çizilmemişti. Onlar da, kendi ülkelerinde olduğu gibi, kırmızı
t-gömlekliler ve sarı t-gömlekliler olarak ikiye bölündüler ve aynı biçimde ve fakat
değişik renklerle, darbeci kırmızılar ve yolsuz yeşiller olarak ikiye ayrılmış
İstanbullular’la ortak hareket etmeye başladılar. Şöyle ki, darbe yanlısı Bangkok
sarıları ile İstanbul kırmızıları biraraya gelip turuncuları oluşturdu; onlar da, turuncu
‘devrim’lerde olduğu gibi, hükümeti darbeyle ele geçirmeyi hedefliyorlardı. Yolsuz
‘demokrat’ Bangkok kırmızıları ile İstanbul yeşilleri biraraya gelip kahverengileri
oluşturdu. Sultanahmet Meydanı, bir, turuncuların; bir, kahverengilerin eylemleriyle
çalkalanıp duruyordu.
Olaylar, tam da, aynı yerde, İ.S. 531-532’de gerçekleşmiş Nika Ayaklanması’na
benziyordu. O zamanlar, bugünkü Sultanahmet Meydanı, at yarışı alanıydı. At
yarışlarında dört takım olurdu: Maviler, kırmızılar, yeşiller ve beyazlar. Dönemin
Bizans İmparatoru I. Jüstinyen (527-565) –ki ironik bir biçimde, Medeni Hukuk’un da
temellerini atmıştır-, beyazları tutuyor. 531’de bir yarış sonrasında olaylar çıkıyor;
maviler ve yeşiller, bu olaylardaki ölümlerden sorumlu tutuldukları için
tutuklanıyorlar. Tutuklananların çoğu asılıyor. 10 Ocak 532’de bir mavi, bir de yeşil
kaçıyor ve manastıra sığınıyor. Bir linç kalabalığı da manastırı sarıyor. İmparator,
halk desteği nedeniyle, son iki idamı, ömürboyu hapse çevirmek zorunda kalıyor ve
13 Ocak’ta yeni bir yarış düzenleneceğini duyuruyor. Saray, at yarışı alanının
yakınında; İmparator, yarışı, saraydan izliyor ve İmparator’a daha baştan küfür
ediliyor. Aynı günün sonunda, kalabalık, saraya saldırıyor. İmparator’a karşı
ayaklanmaya, kimi meclis üyeleri de katılıyor; çünkü yeni vergilerden rahatsızlar.
Bunlar, İmparator’dan, başvergitoplayıcıyı ve Jüstinyen yasalarını oluşturan
başhukukçuyu kovmasını istiyorlar. Komutan Belisarius komutasındaki Bizans
Ordusu, 30,000 ayaklanmacıyı, Sultanahmet’te kılıçtan geçiriyor. Ayaklanma, 18
Ocak’ta işte böyle bastırılıyor. Ayaklanmacı meclis üyeleri de sürgüne gönderiliyor.
İşte Sultanahmet’in turuncu ve kahverengi eylemcileri, Nika Ayaklanması günlerini
anımsatıyorlardı. Olaylar ne kadar büyür; sürgüne gönderilirler mi; 30,000 kişi,
kılıçtan ya da dipçik darbelerinden geçirilir mi, şimdiden bilmek zor; ancak,
turuncuların Sabiha Gökçen Havaalanı’nı, kahverengilerin Atatürk Havaalanı’nı işgal
ettikleri gün, İstanbul’un 2,500 yıllık yazılı tarihinde Nika günlerinden sonra en
hareketli gün oldu. Üstelik, birçok eylemci, Tay boksu öğrenmiş olduğu için, olaylar,
eskisine göre daha kanlı seyretti.
İstanbul’da yaşayan Bangkoklular’ın iki büyük sorunu, hava ve din idi. Mayıs’tan
Kasım’a yağışlı mevsim, Kasım’dan Mayıs’a yağışsız mevsim yaşayan ama hep
sıcak, hep sıcak bir ülkeden gelen Bangkoklular’ın İstanbul’un Aralık’ında,
Ocak’ında tir tir titremeleri, yürek parçalıyordu. Ülkelerinde yaz’ın, Mart ile Mayıs
arasında olduğu –ki yaz, ‘sıcak’ değil ‘en sıcak zaman’ anlamına gelir, çünkü onların
ülkeleri zaten hep sıcaktır- bu sıcak, bu güleç insanların Haziran-Eylül arasını yaz
olarak benimsemeleri de uzun zaman aldı.
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
23
Dahası, İstanbul’da Bangkoklular’ın gidebileceği Budacı tapınakları bulunmuyordu.
Ülkedeki tek Budacı tapınağı, Bitlis kentinin Ahlat ilçesinde, bundan 700-800 yıl
önce Moğollar’ın yaptırdığı tapınaktı. Ama o da, İstanbul’a bir hayli uzaktı. Bu
nedenle, Bangkoklular, İstanbul’da kendi tapınaklarını kurmaya başladılar. Hükümet,
ilk başlarda, buna tepki göstermedi. Osmanlı hoşgörücülüğü altında bu tapınakların
açılmasına destek bile verdi. Hatta Osmanlı döneminde varolmayan bir inancı
korudukları için kendilerini Osmanlı’dan iki adım ileri bir adım geri saydılar. Dahası,
Diyanet’te Alevilik ve İsacı mezhepleri yanında Budacılık’ın da temsil edilmesi
tasarıları tartışılıyordu. Buna göre Diyanet, Budacı rahipleri ülke koşullarına uygun
bir biçimde eğitmek ve tapınaklara atamak yetkisinde olacaktı. Artık, İstanbul’un
meydanlarında kuş yemi satan ve dilenen Budacı rahipleri görmek, oldukça sıradan
bir olaydı. Rahipler, turuncu eylemcilerle karıştırılmamak için turuncu yerine beyaz
giyiyorlardı. Böylece, İstanbullular’a, Budacı rahipten çok, derviş gibi
görünüyorlardı. Rahipler, kirlenen beyaz giysilerini gösterip “işte ömrümüz,
giysilerimiz gibi kirli! Bizi arınmak kurtarır!” diye konuşmaya başladıklarında, ilahi
adalet tüccarlarının çektiği filmleri izlemekten bıkmış olan ama yine de ruhsal bir
kurtuluş yolu arayan binlerce İstanbullu, onları, meydanlarda, yemlere saldıran
kuşların arasında bağdaş kurup dinlemek için sıraya giriyordu. İstanbul’un daha
barışçıl bir kent oluşunu, bir de buna bağlamak, yanlış olmaz herhalde. Ama bir süre
sonra, hükümet, binlerce İstanbullu’nun Muhammedcilik’i bırakıp Budacı oluşunu
kaldıramayıp düğmeye bastı; birçok Budacı tapınağı kapatıldı; rahipler, ülkenin birliği
ve bölünmez bütünlüğünü parçaladıkları gerekçesiyle gözaltına alındılar. Ancak,
Budacı rahipleri canları gibi seven onbinlerce İstanbullu, rahiplerin gözaltında
tutuldukları karakolların önünde bir aya yakın, gece gündüz, nöbetleşe oturma eylemi
yapınca, hükümet, geri adım attı; rahipler salıverildi; tapınaklar, yeniden açıldı.
Bütün bu kahverengi-turuncu atışmalarına ve rahiplere yapılan baskılara karşın,
İstanbullular, Bangkoklular’ın İstanbul’a gelişiyle daha mutlu bir yaşama sahip
olmuşlardı; bu nedenle, bu nüfus değişimi kararını imzalayan devlet başkanının
partisi, bir sonraki seçimde İstanbul’dan % 80 oy aldı. “Bu gidişle, bir elli yıl kadar
daha, % 80 oy almayı sürdürürler” diyorlar.
Gelelim Bangkok’taki İstanbullular’a... Aslında çok fazla anlatacak bir şey yok: İlk
başlarda Bangkok camileri, 1 milyon İstanbullu’nun Bangkok’a yerleşmesi nedeniyle
dolup taşıyordu. İğne atsanız yere düşmesini bırakın, o kadar kalabalıktı ki, iğneyi
bile atamıyordunuz. Bu nedenle, Tayland hükümeti, Bangkok’ta yeni camiler açmayı
bile düşündü. Fakat birkaç ay sonra, masaj salonlarındaki İstanbullular’ın sayısı,
camilerdeki İstanbullular’ın sayısını geçti. Bangkok’taki tavuk ve balık tüketiminde
de büyük artış oldu; çünkü camiler yerine masaj salonlarını dolduran aynı
İstanbullular, önlerine konan etlerin inek mi domuz mu olduğunu ayırt
edemediklerinden, işi güvenceye almak için, heryerde tavuk ve balık yiyorlardı.
Artık, Bangkok’un yollarında, büyük kazalar ve kavgalar oluyordu. İstanbullular,
Filipinler’in başkenti Manila’dan sonra dünyanın ikinci en kötü trafiğine sahip
Bangkok’ta “arabalar bir saattir ilerlemiyor” diye, öndeki araçların sürücülerine
saldırıyorlardı. Burası, İstanbul değildi; ama bunu anlamak için çok geçti. Yoldaki
kavgalar dışında, İstanbullular’ın Bangkok’a gelişi, Bangkok’ta bir İstanbul
mafyasının türemesine de yol açtı. Yumuşak huylu, güler yüzlü insanların kenti
Bangkok’ta, en çıtkırıldım İstanbullu bile aslan kesiliyor; küçük bir olayda bile,
pazusunu, tekmesini konuşturuyordu. Uyuşturucuların görece serbest olduğu kentte,
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
24
hergün onlarca İstanbullu’nun uyuşturucu baskınlarında yakalandığı bildiriliyordu
haberlerde. Tayland hükümeti, İstanbullular’ı geri yollamak için bir hal çaresi
düşünmekte. Bakalım ne yapacaklar...
27.04.2009
Ho Çi Min Kenti, Vietnam
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
25
Bümbüyüklerle Kümküçükler...
Dondurmacıların bir oyunu olmalıydı bu. Hava, çok sıcaklamıştı. Havalandırmanın
bir yararı yoktu; hava, zenginleri bile serin konaklarında terletecek kadar sıcaktı.
Ülkenin yoksulları böcek gibi ölürlerken, durumdan en çok yakınanlar, gösteriş
yapmak için, özel üniversitelerde aşağı sınıflardan, pis kokulu öğrencilerle okuyan
sosyete kızları oldu. Birazcık terlediklerinde yıkanacak yer arayan, o da olmazsa
üstlerine bir kilo koku süren sosyete kızlarının bu insanı kendinden geçiren kokuları
bile, ter kokularını ve ölü bedenlerin mide bulandırıcı kokusunu bastıramıyordu.
Hükümet, sonunda, ölümlerin önüne geçmek için, giysi giymeyi yasakladı. Bir tek,
özel kumaştan yapılan şapkayı giymeye izin vardı.
Mezartaşlarında olmasa bile toprak altında eşit olan yoksullar ve varsıllar, bir anda
yeniden ayrıştılar: Memeleri büyük kadınlar ve çükleri büyük erkekler, en çok saygı
görenlerdi. Bunlar en çok arzulananlar oldukları için, kısa sürede ünlü oldular; daha
sonra da zengin oldular. Hatta içlerinden ‘Vajina Diyalogları’ ve ‘Penis Kasılmaları’
adlı müzik albümleri yapanlar bile oldu.
Giysiler gidince yeni bir dünya kurulmuştu. Eski zenginlerin varlığından eser
kalmamıştı; küçük memeleri ve küçük çükleri önde yürüyüp gidiyorlardı. Küçük
memeliler ve küçük çüklüler, çareyi, kendilerini başka alanlarda geliştirmekte
buldular. Toplumda dışlanmışlıklarını içli şarkılara ve şiirlere vurdular; çoğunluk,
onların ağlatılarını dinlerken; büyük memeliler ve büyük çüklüler, yüksek sanat
yapıtlarıyla güzide sanat ortamlarını kasıp kavuruyorlardı.
Büyük memeliler ve büyük çüklüler, kuşaklar boyu kendi aralarında çiftleşe çiftleşe
arayı iyice açtılar. Büyük memelilerin torunları, bümbüyük memeli olurken; büyük
çüklülerin torunları, bümbüyük çüklü oldu. Küçük memelilerin torunlarının
kümküçük memeli olduğunu ve küçük çüklülerin torunlarıın kümküçük çüklü
olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Bu arada, bümbüyük memeliler ve
bümbüyük çüklüler daha çok çocuk yaptıklarından, bümbüyükler bir süre sonra
çoğunluk oldular.
İşte zaten asıl sorun, onlar çoğunluk olduktan sonra çıktı: Çoğunluğun artık
bümbüyük memeli ve bümbüyük çüklü olduğu ülkede, yönetime gelmek isteyen öyle
çok bümbüyük vardı ki, kendilerini daha özel, daha farklı gösterme gereksinimi
duydular. İçlerinden biri çıktı ve “bümbüyük memeli ya da bümbüyük çüklü olmak
yetmez, büyük beyinli olmak da gerekir” dedi. Bunu söyleyen bümbüyük, beyninin
büyük olup olmadığını bilmiyordu; ama çıkmıştı ağzından bu söz bir kere...
Kendilerini özel kılma çabasındaki milyonlarca bümbüyük, bu bümbüyük düşüncenin
peşinden koştu. Sonunda talep öyle bir arttı ki, her köşe başında beyin ölçüm
istasyonları açılır oldu.
Gelin görün ki, bümbüyükler içinde yapılan ölçümlere göre, büyük beyinli, pek yoktu.
Beyin, meme ve çükten elbette farklıydı: Beyin, dışarıdan görünemezken; giysilerin
yasaklandığı ülkede meme ve çük rahatlıkla görülebiliyordu. Bümbüyükler,
kendilerinin özel olduklarını düşündüklerinden, beyinlerinin büyük çıkacağından
eminlerdi; ancak, evdeki hesap çarşıya uymadı. Ama dediğimiz gibi, beyinle meme ve
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
26
çük bir değildi. “Beynim büyük” diye yalan söylemek kolaydı; nasılsa beyin,
dışarıdan görünemiyordu. Oysa “yiğidin malı meydandadır” (haydi buna “dilberin
malı meydandadır” diye bir ek yapalım) sözünü doğrular biçimde, meydanda olan
malın yalanı olamıyordu. Gerçek şuydu: Bümbüyükler, ömür boyu, memeleri ve
çükleri için değer verilmeleri nedeniyle, ve meme ve çük muhabbeti dışında bir iş
yapmadıkları için beyinsizleşmişlerdi. Sanki doğa, onların çüklerine ve memelerine
beyinlerinden alıp vermişti.
Bümbüyükler, sahte raporları ellerinde, beyinlerinin ne kadar büyük olduğundan
övünür olmuşlardı heryerde. Meme-çük muhabbeti yapan, pek kalmamıştı. Yalnızca,
kümküçüklerin en küçükleri, “zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış” misali, hala,
bümbüyüklerin memelerinin ve çüklerinin ne kadar büyük olduğundan söz ediyordu.
İşte bu nokta, bu bümbüyükler ülkesinin dönüm noktası oldu: Bümbüyüklerin
herşeyine özenen kümküçükler, beyin ölçüm istasyonlarına gider oldular gizli gizli.
Şu işe bakın ki, küçük çüklü, küçük memeli kümküçüklerin beyinleri büyük değil
bümbüyüktü! Memeleri ve çükleri küçük olduğundan, kendilerini başka alanlarda
geliştirmek zorunda kalmışlardı. Meğer doğa, onların memesini ve çükünü,
beyinlerini geliştirsinler diye küçük bırakmıştı.
Memeleri-çükleri bümbüyüklerin beyin ölçüm raporlarının sahte olduğu bir bir ortaya
çıkarken, memeleri-çükleri kümküçük, beyinleri bümbüyüklerin yıldızı parlamaya
başlamıştı. Beyinleri bümbüyükler, beyinlerinin bümbüyüklüğünün, meme ve çük
kadar meydanda olmasını sağlamak için, bir barkod geliştirdiler. Bu barkod, küçük bir
daire biçimindeydi ve beyinleri bümbüyükler, bu barkodu, Hintli kadınların kaşlarının
ortasına koyduğu o ünlü noktalar gibi –ki bu noktalara ‘bindi’ dendiğine Hintli bir
hanım dikkat çekiyor-, kaşlarının tam da orta yerine dövme olarak yaptırmaya
başladılar. Böylece, bir insanın beyninin büyük ya da bümbüyük olup olmadığı, iki
kaşının arasına bakınca şıp diye anlaşılıyordu. Artık insanlar, yolda yürürken,
kadınların göğsüne ve erkeklerin belaltına değil, kadın-erkek tüm insanların kaşlarının
arasına bakar olmuşlardı.
Sonra ne mi oldu? Bilmiyoruz. Göreceğiz ne olacak. Benim tahminim, kaşı
noktalıların kendi aralarında kuşaklar boyu çiftleşmeleri sonucu, beyni
bümbüyüklerin torunlarının aşırı zeki; memesi ve çükü bümbüyüklerinse aşırı salak
olacağı. Ya da belki bu kuşaklar boyu çiftleşmeler, zaten geçen yüzyıllarda sürmüş ki,
günümüzde memesi ve çükü bümbüyükler aşırı salak.
Bu öyküyü kaş arası sınavlarının yazılı bölümü için hazırladım (bümbüyük
beyinlilerin sayısı artınca, bir de sınav eklediler barkod takmak için). Bu öykü
sayesinde kaşımın arasına bir nokta gelir mi bilmem. Ama bilimcilere göre, önemli
olan, beynin büyüklüğü değil, işlevidir; önemli olan, beynin kıvrımlarının çokluğu,
beynin kimyasal ve biyolojik karmaşıklığıdır. Yani sınavdan geçemezsem, gazetelere
tam da böyle açıklama yapacağım. Ve benim gibi, sınavı geçemeyecekler, bu
düşüncemin peşinden koşacaklar, eminim. O zaman, ülke, çok kıvrımlı (beyinliler) ve
az kıvrımlı (beyinliler) olarak ikiye ayrılır mı bilmem. Ama sınavı geçersem, size
diyeceğim, “önemli olan, elbette, beynin bümbüyüklüğüdür; gerisi, ayrıntıdır. Bu
kadar araştırmacı yanlış biliyor olamaz! Beynin bümbüyüklüğü sözkonusu olursa,
gerisi ayrıntıdır.” Yani demem o ki, bana sınavı geçirtmezlerse ülkeyi alt üst
edeceğim; onun için, geçirseler daha iyi olur...
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
27
23.04.2009
Ho Çi Min Kenti, Vietnam
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
28
Çocuk, Çocuk, Lanet Olası Çocuk...
5 yıl önce o romantik lokantada oturup geleceği düşündüğümüzde, en çok da, bir
hafta içinde bu kadar yakınlaşmamıza şaşmıştık. Nasıl olmuştu da yıllarca bekleyen
sen ve yıllardır evli olan ben, aynı masada oturmuş, geleceği düşünürken, birlikte
çocuk yapma konusuna gelmiştik?.. Bu, senin doğurganlığının son yılları nedeniyle,
uygun bir eş arama telaşı içinde olmandan ve benimse kronik mutsuz bir evlilikte
debelenip durmamdan kaynaklanıyor olabilir miydi? Sana sorduğumda, “hayır”
demiştin, “biz çok uyumlu bir çift olabiliriz; daha ilk dakikadan beri, birbirimize çok
yakınız. Başka kimse mutlu etmedi bizi böyle.” Doğru muydu? Evet doğruydu. O
evde suratı asık, bir aşağı bir yukarı dolanan adam, senin yanında çocuklaşıyordu.
Önce dedik ki, “ilişkimizi saklayalım”. Sakladık saklamasına ama karımın durumu
anlaması zor değildi. Ve onun, ilk görüştüğümüz gece, eve döndüğümde, bir tekila
devirdiğini, sabaha kadar ağladığını, komşuların gürültüden kapıya dayandığını sana
elbette söylemedim. Ertesi gün, en önemli belgelerimi işyerine taşıdığımdan ve akşam
evde yine olay olur diye bir otelde kendi başıma yer ayırttığımdan haberin olmadı.
Çünkü sen, karımın senin yüzüne asit atmasından korktun. Oysa senden önce çoktan
bitmiş bir evlilikti bu.
Gönlün bende olsa da (bana öyle demiştin), benimle daha fazla görüşmekten rahatsız
oldun. “Anla beni” dedin, “ben evli olsaydım sen ne hissederdin?!” Seni anlıyordum
ve istedim ki ben boşanıncaya kadar birbirimizi daha fazla tanıyalım ve sonra,
kimbilir, benim gibi bir hayta bile, senin güzelim gözlerin uğruna bir ev kedisine
dönüşebilirdi... Neredeyse dönüşecektim...
Sonra o romantik lokantaya oturduk ve gerçek yaşını öğrendim. Benden 3 yaş büyük
olmana karşın, benden 3 yaş genç göstermene şaştık... Ve benim gibi, kesinlikle
çocuk yapmak istemeyen bir adama, yaşının ilerlediğini, bir an önce çocuk yapmak
istediğini söyledin. Ailen böyle istiyordu, sen çok istediğinden değil. Sen, çocuk
yapmak değil, ana-babana torun yapmak istiyordun... Şaşaladım elbet... Benim
çocuğum olacaktı ha? Olurdu, neden olmasındı, o gözlere ömürboyu bakmamı
sağlayacaksa neden olmasın... Sonra ne oldu, neden ayrılmıştık biz? Sen benimle daha
fazla görüşmek istememiştin. Ben boşanana kadar beklemeye söz vermiştin; sonra
neden küsmüştük biz? İkimiz de çok yaşlıyız artık, çıkartamadım neden
küstüğümüzü...
Sonra seni bir erkekle dolaşırken gördüm, bir yandan üzüldüm, seni yüklü görürsem
nasıl kahrolacağımı düşündüm; bir yandan da sevindim senin için. Sonunda çocuğun
olacaktı. Yoksa, tutup benim gibi bir haytayla evlenip de çocuk yapmasaydın,
ömrünün geriye kalanında sürekli mutsuz olup lanet okuyacaktın bana... Onun yerine
çocuk yapsaydık, bu kez de ben lanet okuyacaktım sana... Neden? Çünkü o zamanlar
şöyle düşünürdüm: Bebek, bir insanın ömrünü kilitler. Sonra, çocuk, büyüyüp senin
hiç istemediğin türden bir insan olabilir. Hepsinden önce, insanlar doğarken, kimse
onlara dünyaya gelmek isteyip istemediğini sormaz. Doğum, ana-babaların
bencilliğinin bir ürünüdür. Kendileri için çocuk isterler ama çocuğun dünyaya
gelmeme hakkı yoktur. Hatta biliyor musun, doğarken kendisine bu hak verilmediği
için ömrü boyu mutsuz olmuş bir arkadaşım vardı: Kendi canına kıymaktan utanıyor
ve korkuyor ama yaşamak da istemiyordu. Bunun için günlerce, bol akıntılı ırmağın
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
29
kıyılarında dolaştı. Neden? Çünkü ırmakta sürüklenen bir çocuk görürse, kendini
sulara atacak, çocuğu kurtaracak; yüzme bilmeyen bir insan olarak, kendisini sulara
bırakacaktı. Ama insanlar bunu farketmeyip kendini çocuğu kurtarmak için feda
ettiğini sanacak ve onu kahraman ilan edeceklerdi. Bu arkadaşım, birgün gerçekten
böyle öldü. Şu ilerideki heykeller onun adına dikildi. Bir kahraman değil, bir yaşama
isteksizi olduğunu senin dışında kimseye anlatmadım... Ne diyordum: Doğum, ana-
babaların bencilliğinin ürünü. Yalnızca o da değil; ana-babalar, sanki çocuk için en iyi
koşulları yaratacaklarmış gibi iyimserdirler. Ondan sonra dünyaya gelir çocuk, ne
olur?.. Binbir yoksunluk içinde büyür gider... Her neyse, işte bu nedenlerle, çocuk
istemezdim o zamanlar. Çocuk büyüyünce, daha iyi koşullarda yaşayanları görüp her
gün milyonlarca kez babasına yani bana küfretsin istemedim...
Anımsa! Bütün muhabbet, aramızdaki şakadan çıkmamış mıydı? Sana gelecek
tasarılarını sorduğumda, bana temel hedefinin çocuk yapmak olduğunu söylememiş
miydin? Ben de sana, çocukları sevdiğimi; çocuk yapmayı sevmediğimi; başkasının
çocuğunu sevmeyi yeğlediğimi; ama yardımım gerekiyorsa, seninle çocuk
yapabileceğimi; ama birlikte büyütemeyeceğimizi söylememiş miydim? Önce katıla
katıla gülmemiş miydik buna... Sonra nereden ciddileşti konu? Gittin dedin ki, “ben
yalnızca çocuk yapmak istemiyorum, bir koca istiyorum, bir aile kurmak istiyorum”...
Sonra nereden çıktı ağzından “seninle çocuğumuz olursa, en azından, zeki bir çocuk
olur” sözü?.. Çocuk yapmakta gecikmen, bundan kaynaklanmış olmasın... Hep
yüksek olmadı mı beklentilerin baba adaylarından?.. Yoksa zaten çoktan bulurdun bir
koca, bu güzelliğinle... Hatta zaten, o gün, bana, “tamam, kocaya gerek yok, çocuk
yap benimle, ben kendim bakarım” deseydin, ona da razıydım. Ve hatta yumuşak
kalpli olduğumdan, bebek bir kez dünyaya geldi mi, elbette bırakıp gidemezdim seni
ve yavrumu... Bir ev kedisi gibi uysallaşır, gözlerinden başka gözlere bakmazdım.
Son gün karar vermiştin. Benimle yürütemeyeceğini düşünmüştün. Çocuk isteği
baskın gelmişti; aslında, çocuğu isteyen sen değil ailen olduğuna göre, “ömrünü hep
başkaları için yaşarsan hiç bir zaman mutlu olamazsın” demiş olmalıyım sana. Sense,
“senden iyisini bulamam. Kahretsin, ömürboyu bekar kalacağım. Bu gidişle çocuğum
olmayacağına göre, evlat edineceğim ileride” demiş olmalısın. Bense, “sen çok iyi bir
insansın. İnsanlara gerçekten yardım etmek istiyorsan, bencillik yapmayı bırak; evlat
edinerek, daha çok mutluluk katarsın dünyaya” demediysem... Ah eşek kafam,
deseydim de, belki ikna ederdim seni... İşte böyle ayrıldık ve film koptu... Seni o
erkekle gördükten sonra, bir daha uzun süre görmedim... Küçücük bir haber bile
ulaşmadı bana, seninle ilgili.
İşte şimdi, aradan 5 yıl geçmiş. Çoktan boşanmışım, yaşım ilerlemiş. Çocuk istiyorum
artık, çünkü yaşamı anlamlı kılacak herşeyi denedim bugüne dek. Hepsi geçici... Ama
çocuk kalıcıdır... Evet bencilim. Kendimi rahatlatmak için çocuk istiyorum. Ama
unutma, ben yalnızca sen ne kadar bencilsen o kadar bencilim, daha fazlası değil.
Hem üstelik, tomurcuklanan bir aşkı, çocuk için bitirmiş de değilim... Yani senden
daha az bencil sayılırım... Acaba öyle mi?
Elbette öyle değil. Yoksa, yeniden kavuşmuşken birbirimize, sana “ben çocuk
istiyorum, seninle çok iyi bir çift oluruz ama çocuk yapmak için yaşlısın” demezdim.
Ama bak, yine senin kadar bencilim. Bu tomurcuklanan aşkı, çocuk yapamayacağın
için buduyorum burada... Hem, hala aklım almıyor, beni bırakıp gittin, yine de
çocuğun olmamış. “Senden sonraki erkek arkadaşım, senden zeki değildi” diyorsun,
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
30
“zeki olmayacaksa, bebeğim olmasın daha iyi”. “Evlat edinelim” diyorsun, “bir değil
iki değil tam beş tane”. O kadar çocuğa susamışım ki şimdi, tamam. Ama ben kendi
çocuğumu istiyorum. Ve 5 yıl önce senin dediğin gibi, “yalnızca çocuk yapmak değil,
eş istiyorum”.
Bir Grek düşünür, “bir aşkta iki kez aynı biçimde ağlanmaz” demiş. Rollerimiz
değişse de, yine 5 yıl öncesi gibi ağlıyoruz... Bak, romantik lokantanın tahta
masasında gözyaşlarımızdan göl oluştu... Bir aşkta iki kez aynı biçimde ağlanırmış;
düşünür, yanlış biliyor...
Anita, lütfen beni 5 yıl sonra yeniden bul. O zaman bendeki çocuk yapma isteği de
sönecek, eminim. Böylece, çocuklar, çocuklar, lanet olası çocuklar, aşkımızın önünde
bir engel olmaktan çıkacaklar...
02.04.2009
Ho Çi Min Kenti, Vietnam
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
31
Dünya: Kapkaranlık Bir Gezegen
Dünya, artık, kapkaranlık bir gezegen. Karanlık bir dünyaya ‘gezegen’ denilebilirse,
işte o kadar. Herşey, uzun yaşam arayışıyla başladı. Dünyayı elinde tutan bir avuç
zengin, “biz özeliz, zenginiz; o zaman ömrümüz kısa olmamalı” diyerek tüm
araştırmacılara yüklü paralar ödediler. Ölümsüzlük arayışı, o da olmazsa uzun ömür
arayışı hep vardı. Ancak bunun için bu kadar büyük paralar ödenmemişti şimdiye dek.
Çözüm, tıptan değil, beklenmedik bir alandan çıktı: Uzay fiziği. Hani şu evrenin nasıl
oluştuğunu açıklayabilen ama neden oluştuğunu ve yokluktan varlığın nasıl çıktığını
anlatamayan bilim. Bu bilim, varlığın oluşumu yerine varlığın nasıl bugünkü duruma
geldiğini anlatmakta başarılıdır; bu nedenle kimseciklere yaranamaz. Ama bu uzun
ömür arayışında (insanlar, gerçekleşemeyeceğini anladıklarından, ölümsüzlükten
çoktan vazgeçmişlerdi), uzay fiziği en önemli bilim oldu. Neden? Çünkü uzay
fizikçileri şuna dikkat çektiler: Güneşte yaşayan bir insan, daha uzun yaşar; çünkü
güneşin kendi yörüngesinde dönüş süresi, daha uzundur. Güneşte 1 gün, 27 ile 35 gün
arasına karşılık gelir. Dolayısıyla Dünya’da 60 yıllık bir yaşam, Güneş’te 1620 ile
2100 yıl arası bir yaşama karşılık gelir. Bunu duyan varsıllar, tüm paralarını Güneş’e
yolculuk ve Güneş’te yerleşim için harcadılar.
Zenginler, uzun yaşam için Güneş’e yerleşirlerken, yanlarında tüm bilimcileri de
götürdüler. Bilimciler, bundan büyük haz duydular; çünkü Güneş’te yerleşim, insanlık
için büyük bir adımdı ve onlar, bu büyük adımın öncüsü olmak istiyorlardı. Böylece,
varsıllar ve bilimciler gidince, herşey, biz yoksullara kaldı. Dinciler ve sanatçılar öne
çıktılar. Bilimciler gidince meydan onlara kalmıştı. Daha önce din devletleri çıkmıştı
ama sanat devletleri hiç çıkmamıştı. Bu sanat devleti yapısında, sanatçı olmayanlar,
yönetici olamıyordu. İktidar hevesindeki insanlar, yönetici olabilmek için sanata
yöneliyorlardı. Bu yönetim, popçuları ve mankenleri sanatçıdan saymıyor (ne kadar
ayıp değil mi, yaptıkları), onları sınırdışı ediyordu. Popçular ve mankenler, ülke
dışında, Sürgünde En Sevilen Sanatçılar Meclisi’ni kurmuşlardı ve dincilerden destek
alıyorlardı. Eskiden dinle bilim savaşırken, bugün dinle sanat çarpışıyor; popçular ve
mankenler, sanatçılara karşı, bir bir kapanıyor ya da hacı sakalı bırakıyordu. Ülke, bu
hariçten gazel okuyanlara karşın, gücünü arttırdı ve öyle bir noktaya geldi ki, ülkenin
sanatçı oranı, okuma-yazma oranından yüksek duruma geldi. İşte bu noktada,
Sanatistan, başka ülkelere sanat devrimi ihraç etme kararı aldı ve nice sanatçıyı diğer
ülkelere gönderdi.
Şimdi, bu anlatımımdan, dünyanın din devletleri ve sanat devletleri olarak ikiye
ayrıldığını sanabilirsiniz. Böylesi, yorgun insan zihninin de kolayına gidenidir. Oysa,
dünyada çeşit çeşit devlet çıktı: Marangozistan’da yalnızca marangozlar yönetici
olabiliyordu; çünkü –söylendiğine göre- ülke yönetmek, tahtayı yontup biçim
vermeye benzerdi. Bunu da en iyi, marangozlar bilirdi. Marangozlara temel karşı
çıkışı, yonutçular ya da eskilerin deyişiyle heykeltraşlar oluşturuyordu. Onlara göre,
ülke yönetmek, zor bir işti; taş yontmak, tahta yontmaktan daha zor olduğu için, bu
işi, yonutçular, marangozlardan daha iyi yapardı. Terzistan’da terziler, ülke
yönetmeyi elbise biçmeye benzetirken; Kasabistan’daki temel savsöz, “ülke için et
kesen de eti kesilen de şereflidir; bu nedenle, ülkeyi en iyi, kasaplar yönetir”
biçimindeydi. Böyle say say gider. Yani anlayacağınız, ne kadar meslek varsa o kadar
devlet biçimi vardı. Ancak herbirinde de en büyük güç, dinciler ve sanatçılardı.
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
32
Çünkü bu ikisi, din ve sanat uğruna, marangoz da olabiliyordu kasap da ve daha neler
neler…
Biz Dünya’da böyle birbirimizi yiyeduralım, Güneş’te yavaş yavaş çatışmalar
başlamış. Bilimciler, Güneş’i, köpek gibi çalıştırıldıkları Dünya’nın tam tersine olarak
bir bilim cenneti olarak görmüşler; ancak, varsılların baskısıyla karşılaşmışlar yine.
Güneş’e ilk gidenler, en varsıllar, Güneş’in kutuplarına yerleşmiş. Bunu anlamakta
zorlandım ama nedenini şöyle açıklıyorlar: Dünya’nın tersine, Güneş, katı durumda
değil; gaz biçiminde. Bu nedenle, değişik bölgelerinin kendi çevresinde dönüş hızı
farklı. Dünya’nın her yanı, aşağı yukarı 24 saatte kendi çevresinde döner; dönüş hızı,
her yerde aşağı yukarı aynıdır. Ancak, Güneş bir gaz küresi olduğundan, kutuplar
bölgesi, kendi çevresinde 35 günde dönerken, 0 enleminde yani orta noktada 27 günde
dönüyor. Dolayısıyla, Güneş’in kutuplarında yaşayan bir insan, orta noktasında
yaşamış bir insandan daha uzun yaşamış oluyor; çünkü bir güneş günü, kutuplarda en
uzunu. İşte bu nedenle, ilk gelenler, kutuplara gitmiş. Bilimciler, varsılların baskısıyla
karşılaşınca, onlarla yaşamak istememişler; kutuplardan orta noktalara kaçmışlar.
Aradan yıllar geçmiş; bilimciler Güneş’in ortasında mutlu mesut yaşarlarken, içlerine
bir sıkıntı saplanmış; “varsılları buraya taşıyan, biziz ama onlar bizden daha uzun
yaşıyorlar kutuplarda” diyerek öfkelenmişler ve kutuplara akınlar düzenlemişler.
Aralarındaki savaşlar nedeniyle Güneş’in kara lekeleri yavaş yavaş büyümüş; sonra
da tüm Güneş’i kaplamış. Anlayacağınız, Güneş bile dar gelmiş onlara. Bu kara
lekeler artınca, Güneş’in her yerinde kendi çevresinde dönüş hızı aynı olmuş.
Böylece, bilimcilerle varsılların kavga etmesi için bir neden kalmamış. Yorgan gitmiş,
kavga bitmiş.
Ancak, işte bakın, olan, bize oldu: Dünya artık, kapkaranlık bir gezegen. Karanlık bir
dünyaya ‘gezegen’ denilebilirse işte o kadar. Dinciler, yüzlerce dinsizi toplayıp
tanrıya ve tanrılara kurban ettiler. Bunlar içinde, Güneş-Tanrı Ra’ya tapan Mısır
dincileri ile ülkeleri Japonya’yı ‘güneş ülkesi’ ve imparatorlarını güneş-tanrının oğlu
olarak gören Şintocular’ın törenleri görülmeye değerdi. Düşünün bir; Güneş sönmüş,
tanrıları ölmüştü. Onlarınki, sönmüş bir tanrı için son çırpınışlardı. Ancak ne yapsalar
ne etseler, Güneş yine de canlanmadı. Hala karanlıktayız. Sanatçılar ise, Güneş için
nice resim çizdiler; nice oratoryo bestelediler. Eski, yanık Güneş’e özlemleri her
yerinden fışkırıyordu bu yapıtların. Çare yoktu yine de. Güneş, sönmüştü artık.
Ben mi? Ben ner’de miyim? Ne mi yapıyorum? Ben Yazaristan’da yaşıyorum.
Yalnızca yazarlar yönetici olabildiği için, tüm bu iktidar hırsımla, yazarmışım gibi
yapıyorum. Bu öyküyü de beni yazar sansınlar diye yazdım. Peki bu yaptığım diriltir
mi Güneş’i? Hiç sanmam...
11.03.2009
Ho Çi Min Kenti, Vietnam
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
33
Doktor’un Ölümü
Bilen bilir: Doktor Dang Thuy Tram, 1970’de Vietnam-Amerikan Savaşı sırasında bir
gerilla barınağında öldürülmüş ülkücül bir genç kızdı. Savaşa, başkentteki sıcak
yuvasından çıkıp gönüllü olarak katılmıştı. Aslında o, kurtuluş savaşında düşen 2
milyon Vietnamlı’dan yalnızca biriydi. Ancak ölümünden 35 yıl sonra, bir eski ABD
askeri, onun ölümüne dek tuttuğu günceleri Vietnam’daki ailesine ulaştırınca, hem
Vietnam’da hem de Amerika’da ünlü oldu kızıl doktor. Doktor’un güncesi,
Vietnam’da 1,5 yılda 450,000 sattı. Bir arkadaşımın dediğine bakılırsa, oldukça
kişisel ve okumaya değmeyecek günceler bunlar. Ama olsun... Zaten konumuz, bu
günceler değil.
Bir köylüden duydum bu öyküyü: Doktor, nasıl olduysa, ölümünden 40 yıl sonra
dirilmiş. Hem de, Orta Vietnam’da öldürüldüğü ormanda. Öldüğü sırada savaş hala
devam ettiğinden, savaşın sürdüğünü sanmış. Siperlerde gizlene gizlene köylere
bakmış ama o eski köylerin yerinde, tek bir taş bile bulamamış; ormanın dev köklü
ağaçları, köyleri çoktan yutmuşmuş. Gizli gizli kasabaya gidip Komünist Partisi
yapısını aramış. Bulmuş da! Ama o yaşarken yeraltında örgütlenen, gizli olan partinin
bayraklarının açık açık dalgalanmasına anlam verememiş. KP yetkilileri, onu görünce
şaşkına dönmüşler. Sosyalizmin simgesi olan doktor yaşıyordu ha! Hükümete edilen
telefonlardan sonra, Doktor’u Saygon’a göndermişler.
Saygon’da attığı her adım, dumur etmiş onu. Adını, Hitler’e karşı devlet başkanı
adayı olan, sonra Hitler tarafından hapse atılıp öldürülen Almanya KP başkanı Ernst
Thalmann’dan alan okulun hemen orada, neon ışıklarıyla bir yanıp bir sönen ‘Perfect
America’ yazısını görünce, neredeyse bayılacakmış. KP’liler, “savaş çoktan bitti. Biz
kazandık! Vietnam’da sosyalizm var” dememiş miydi? Birlikte sevinmemişler miydi?
E peki bu ‘Mükemmel Amerika’ yazısı ne oluyordu?!
Doktor, sokaklarda birçok boyacı çocuk, bisikletçi, dilenci görmüş. Ama bunları, 5
yıldızlı otellerin yanında görerek daha da şaşırmış. Saygon’un neonlu kapitalizmine
öfkelenerek bir sinemaya girmiş. Sinemada ‘Elveda Lenin’ adlı bir film oynuyormuş.
Herkes filme gülerken, koca salonda bir tek o ağlamış. Demek, sosyalizm, çoktan
dağılmıştı. Demek, kızıl bayrakların hala dalgalandığı ülke, Vietnam, ruhunu çoktan
teslim etmişti. Doktor, KP’lilerle bağını koparmaya karar vermiş. Savaş zamanlarında
olduğu gibi, günlerce dışarıda, sokaklarda yatmış. Sokakta yatarken, gelen geçenler
ona para atıyormuş. O da bu paraları boyacı çocuklara veriyor; zengin lokantalarından
yemek çalarak doyuruyormuş kendi karnını ve çocuklarınkini...
Doktor’un Irak’a gidişi, iki olay nedeniyle olmuş: Birincisinde, Doktor, karnı
ağrıyınca bir hastaneye gitmiş; kapısında ‘doktor’ yazan bir odaya girince, içerideki
adam ona bağırıp çağırmaya başlamış; “önceden randevu almadan böyle ‘pat’ diye
girilmezmiş”. Bizim doktor, bu doktora sinirlenince, olaylar büyümüş; kimisi, bizim
doktoru; kimisi, diğer doktoru desteklemiş; sonunda bizim doktoru yaka paça dışarı
atmışlar.
İkincisinde, inanılmaz bir şey olmuş: Bir kitapçının önünden geçerken, kocaman bir
poster görmüş. Raslantı bu ya; resim, kendisine benziyormuş. Altına bakınca bir de ne
Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin
34
görsün: Kendi adı yazıyor. Hemen içeri girmiş; “bu, benim” demiş; “verin güncemi,
okuyayım” demiş. “Deliye bak, kendini Doktor Dang Thuy Tram sanıyor” diye
gülmüşler ona. Parasını vermediğini gördüklerinde, kitabı almasına izin vermemişler.
Doktor, “hırsızlar! Benim güncelerimi satarak zengin oluyorsunuz; Vietnam’daki bu
‘mükemmel Amerika’ düzeni böylece sürsün diye benim güncelerimi bile
kullanıyorsunuz” deyince, korumalar, Doktor’u dövmüş.
Sokakta, ağrısıyla sızısıyla yatarken, yakınlara park eden bir arabanın bangır bangır
çalan radyosundan haberleri dinlemiş; oradan, Irak-Amerikan Savaşı’nı duymuş.
Vietnam’dan umudunu kestiğinden, Irak’a gitmeye karar vermiş. Irak’a gitmeden,
ülke tarihindeki en büyük banka soygununu gerçekleştirmiş; paraları dilencilere
dağıtıp elinde bir tek Irak bileti ve sahte pasaportla Irak’a gitmiş. Direnişçileri
bulması zor olmamış, çünkü onlar zaten heryerdelermiş.
Tuttuğu güncelere bakılırsa Doktor, Irak’ta, eski günlerdeki gibi yaşamış;
direnişçilerin yaralarını sarmış, kırıklarına çıkıklarına bakmış, çokça ameliyat yapmış.
Tüm dünyanın da Vietnam’ın da kurtuluşunun Amerika’yı bir kez daha dize
getirmekten, Irak’tan geçtiğini düşünmüş hep. Ta ki, direnişçilerin içinde en tutucu
kesimlerin egemen olmasına dek. Doktor’dan başını kapatmasını istemişler. O da
buna çok şaşırmış, başını kapatmayı reddetmiş. Tutucu kesimse, bunun üstüne,
Doktor’dan Irak’ı terketmesini istemiş. O da, devrimin ilk yıllarını yaşayan Nepal’e
gitmeye karar vermiş. Iraklı köylünün bulduğu günce burada bitiyor.
O tarihten sonra, Doktor’un öldürüldüğü haberi yayıldı. Ama Doktor’u tutucuların mı
Amerikan işgal güçlerinin mi öldürdüğü anlaşılamadı. Doktor’un ölümünü Amerika,
dünyaya, “tutucuların vahşeti” olarak sundu; böylece, direnişe, tutucu olmayanlardan
gelen desteği kırmayı amaçladı; direnişçilerse, Doktor’un ölümünü, direnişin tutucu
değil uluslararası bir nitelik kazanışına kanıt olarak sundular. Tüm haber ajanslarında
bir numaralı haber olarak verilen, Irak’ın ünlü Vietnamlı doktorunun ölüm haberi
üzerine ise, Vietnam’da, Saygon dilencileri ve sokak çocukları dışında hiç kimse, bu
öldürülen doktorun, Vietnam-Amerikan Savaşı günceleri yoksatan/ çoksatan Doktor
Dang Thuy Tram’ın ta kendisi olduğuna inanmadı.
08.03.2009
Ho Çi Min Kenti, Vietnam
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri
Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri

Weitere ähnliche Inhalte

Andere mochten auch

GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜNGEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜNUlaş Başar Gezgin
 
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar GezginTurist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar GezginUlaş Başar Gezgin
 
Asya pasifik hattinda_secme_yazilar
Asya pasifik hattinda_secme_yazilarAsya pasifik hattinda_secme_yazilar
Asya pasifik hattinda_secme_yazilarUlaş Başar Gezgin
 
Gezi Direnişi Bağlamında İnsan Hakları ve Yayın Politikaları
Gezi Direnişi Bağlamında İnsan Hakları ve Yayın PolitikalarıGezi Direnişi Bağlamında İnsan Hakları ve Yayın Politikaları
Gezi Direnişi Bağlamında İnsan Hakları ve Yayın PolitikalarıUlaş Başar Gezgin
 
Psikoloji Edebiyat ve Sinema: Bir Anlatı Olarak İnsan
Psikoloji Edebiyat ve Sinema: Bir Anlatı Olarak İnsanPsikoloji Edebiyat ve Sinema: Bir Anlatı Olarak İnsan
Psikoloji Edebiyat ve Sinema: Bir Anlatı Olarak İnsanUlaş Başar Gezgin
 
Armenian Street and Church Singapore
Armenian Street and Church SingaporeArmenian Street and Church Singapore
Armenian Street and Church SingaporeUlaş Başar Gezgin
 
Acerp 2011 osaka_urban_ethics_dr_gezgin
Acerp 2011 osaka_urban_ethics_dr_gezginAcerp 2011 osaka_urban_ethics_dr_gezgin
Acerp 2011 osaka_urban_ethics_dr_gezginUlaş Başar Gezgin
 
International Film Festivals: A Cinema Struggling to Exist Between New Resour...
International Film Festivals: A Cinema Struggling to Exist Between New Resour...International Film Festivals: A Cinema Struggling to Exist Between New Resour...
International Film Festivals: A Cinema Struggling to Exist Between New Resour...paulussilas
 
sustainability_management_education_india_2011
sustainability_management_education_india_2011sustainability_management_education_india_2011
sustainability_management_education_india_2011Ulaş Başar Gezgin
 

Andere mochten auch (20)

GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜNGEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
 
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar GezginTurist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
 
Kuba guncesi ulas_basar_gezgin
Kuba guncesi ulas_basar_gezginKuba guncesi ulas_basar_gezgin
Kuba guncesi ulas_basar_gezgin
 
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007
 
Asya pasifik hattinda_secme_yazilar
Asya pasifik hattinda_secme_yazilarAsya pasifik hattinda_secme_yazilar
Asya pasifik hattinda_secme_yazilar
 
Gezi Direnişi Bağlamında İnsan Hakları ve Yayın Politikaları
Gezi Direnişi Bağlamında İnsan Hakları ve Yayın PolitikalarıGezi Direnişi Bağlamında İnsan Hakları ve Yayın Politikaları
Gezi Direnişi Bağlamında İnsan Hakları ve Yayın Politikaları
 
Yerel Seçimler ve Sosyal Medya
Yerel Seçimler ve Sosyal MedyaYerel Seçimler ve Sosyal Medya
Yerel Seçimler ve Sosyal Medya
 
Barış Psikolojisi
Barış PsikolojisiBarış Psikolojisi
Barış Psikolojisi
 
Psikoloji Edebiyat ve Sinema: Bir Anlatı Olarak İnsan
Psikoloji Edebiyat ve Sinema: Bir Anlatı Olarak İnsanPsikoloji Edebiyat ve Sinema: Bir Anlatı Olarak İnsan
Psikoloji Edebiyat ve Sinema: Bir Anlatı Olarak İnsan
 
Armenian Street and Church Singapore
Armenian Street and Church SingaporeArmenian Street and Church Singapore
Armenian Street and Church Singapore
 
6 sinif-kc3bcmeler-sunuyeni
6 sinif-kc3bcmeler-sunuyeni6 sinif-kc3bcmeler-sunuyeni
6 sinif-kc3bcmeler-sunuyeni
 
Davranişlarimiz nasil oluşur
Davranişlarimiz nasil oluşurDavranişlarimiz nasil oluşur
Davranişlarimiz nasil oluşur
 
Icbm2007bangkok
Icbm2007bangkokIcbm2007bangkok
Icbm2007bangkok
 
Introduction to Psychology
Introduction to PsychologyIntroduction to Psychology
Introduction to Psychology
 
Acerp 2011 osaka_urban_ethics_dr_gezgin
Acerp 2011 osaka_urban_ethics_dr_gezginAcerp 2011 osaka_urban_ethics_dr_gezgin
Acerp 2011 osaka_urban_ethics_dr_gezgin
 
Ensamblaje de una pc
Ensamblaje de una pcEnsamblaje de una pc
Ensamblaje de una pc
 
International Film Festivals: A Cinema Struggling to Exist Between New Resour...
International Film Festivals: A Cinema Struggling to Exist Between New Resour...International Film Festivals: A Cinema Struggling to Exist Between New Resour...
International Film Festivals: A Cinema Struggling to Exist Between New Resour...
 
Stereotip & Halo
Stereotip & Halo Stereotip & Halo
Stereotip & Halo
 
Demokratik hukuk devleti
Demokratik hukuk devletiDemokratik hukuk devleti
Demokratik hukuk devleti
 
sustainability_management_education_india_2011
sustainability_management_education_india_2011sustainability_management_education_india_2011
sustainability_management_education_india_2011
 

Ähnlich wie Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri

Stephen King KaranlıK öYküLer
Stephen King KaranlıK öYküLerStephen King KaranlıK öYküLer
Stephen King KaranlıK öYküLerramazan boztürk
 
Akilah azra kohen pi - Türkçe
Akilah azra kohen   pi - TürkçeAkilah azra kohen   pi - Türkçe
Akilah azra kohen pi - TürkçeAdnan Dan
 
Elif safak bit palas
Elif safak   bit palasElif safak   bit palas
Elif safak bit palasMurat Dinçer
 
Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134
Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134
Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134Fdgalgjadg Fhaldfad
 
11.KONU_.pptajsffjasfjasfkafkasfeshjgfkafjafakfasmfaskfasfka
11.KONU_.pptajsffjasfjasfkafkasfeshjgfkafjafakfasmfaskfasfka11.KONU_.pptajsffjasfjasfkafkasfeshjgfkafjafakfasmfaskfasfka
11.KONU_.pptajsffjasfjasfkafkasfeshjgfkafjafakfasmfaskfasfkamuhammedyloyun
 
Anne Şiirleri
Anne ŞiirleriAnne Şiirleri
Anne Şiirlerisiirparki
 
Life and Art Style of Turkish poet Orhan Veli KANIK
Life and Art Style of Turkish poet Orhan Veli KANIKLife and Art Style of Turkish poet Orhan Veli KANIK
Life and Art Style of Turkish poet Orhan Veli KANIKuniv of bilkent
 
İvo andriç drina köprüsü
İvo andriç  drina köprüsüİvo andriç  drina köprüsü
İvo andriç drina köprüsüSezai Akçin
 
8. Sınıf Türkçe Ünite 3 Milli Kültür
8. Sınıf Türkçe Ünite 3 Milli Kültür8. Sınıf Türkçe Ünite 3 Milli Kültür
8. Sınıf Türkçe Ünite 3 Milli Kültürenesulusoy
 
Siyah Kuğu/Black Swan
Siyah Kuğu/Black SwanSiyah Kuğu/Black Swan
Siyah Kuğu/Black SwanNejat Kutup
 
Ahmet altan i̇çimizde bir yer
Ahmet altan   i̇çimizde bir yerAhmet altan   i̇çimizde bir yer
Ahmet altan i̇çimizde bir yerSavaş Erdoğan
 
Nazım Hikmet Ran
Nazım Hikmet RanNazım Hikmet Ran
Nazım Hikmet RanUmutcan
 
Bıçağın Ucu
Bıçağın UcuBıçağın Ucu
Bıçağın Ucukaosakatki
 

Ähnlich wie Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri (20)

Gezgin Şiirleri 2005-2007
Gezgin Şiirleri 2005-2007 Gezgin Şiirleri 2005-2007
Gezgin Şiirleri 2005-2007
 
7.SINIF YAZI TÜRLERİ.pptx
7.SINIF YAZI TÜRLERİ.pptx7.SINIF YAZI TÜRLERİ.pptx
7.SINIF YAZI TÜRLERİ.pptx
 
ATATÜK'ÜN YAZDIĞI ŞİİRLER
ATATÜK'ÜN YAZDIĞI ŞİİRLERATATÜK'ÜN YAZDIĞI ŞİİRLER
ATATÜK'ÜN YAZDIĞI ŞİİRLER
 
Hayatı Kavramak
Hayatı KavramakHayatı Kavramak
Hayatı Kavramak
 
Stephen King KaranlıK öYküLer
Stephen King KaranlıK öYküLerStephen King KaranlıK öYküLer
Stephen King KaranlıK öYküLer
 
Akilah azra kohen pi - Türkçe
Akilah azra kohen   pi - TürkçeAkilah azra kohen   pi - Türkçe
Akilah azra kohen pi - Türkçe
 
Amaki hayal[1]
Amaki hayal[1]Amaki hayal[1]
Amaki hayal[1]
 
Elif safak bit palas
Elif safak   bit palasElif safak   bit palas
Elif safak bit palas
 
Nazım+hik..
Nazım+hik..Nazım+hik..
Nazım+hik..
 
Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134
Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134
Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134
 
11.KONU_.pptajsffjasfjasfkafkasfeshjgfkafjafakfasmfaskfasfka
11.KONU_.pptajsffjasfjasfkafkasfeshjgfkafjafakfasmfaskfasfka11.KONU_.pptajsffjasfjasfkafkasfeshjgfkafjafakfasmfaskfasfka
11.KONU_.pptajsffjasfjasfkafkasfeshjgfkafjafakfasmfaskfasfka
 
Anne Şiirleri
Anne ŞiirleriAnne Şiirleri
Anne Şiirleri
 
Life and Art Style of Turkish poet Orhan Veli KANIK
Life and Art Style of Turkish poet Orhan Veli KANIKLife and Art Style of Turkish poet Orhan Veli KANIK
Life and Art Style of Turkish poet Orhan Veli KANIK
 
Hz. ömer nuşi revan
Hz. ömer nuşi revanHz. ömer nuşi revan
Hz. ömer nuşi revan
 
İvo andriç drina köprüsü
İvo andriç  drina köprüsüİvo andriç  drina köprüsü
İvo andriç drina köprüsü
 
8. Sınıf Türkçe Ünite 3 Milli Kültür
8. Sınıf Türkçe Ünite 3 Milli Kültür8. Sınıf Türkçe Ünite 3 Milli Kültür
8. Sınıf Türkçe Ünite 3 Milli Kültür
 
Siyah Kuğu/Black Swan
Siyah Kuğu/Black SwanSiyah Kuğu/Black Swan
Siyah Kuğu/Black Swan
 
Ahmet altan i̇çimizde bir yer
Ahmet altan   i̇çimizde bir yerAhmet altan   i̇çimizde bir yer
Ahmet altan i̇çimizde bir yer
 
Nazım Hikmet Ran
Nazım Hikmet RanNazım Hikmet Ran
Nazım Hikmet Ran
 
Bıçağın Ucu
Bıçağın UcuBıçağın Ucu
Bıçağın Ucu
 

Mehr von Ulaş Başar Gezgin

Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar GezginNeden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar GezginUlaş Başar Gezgin
 
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar GezginPsikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar GezginUlaş Başar Gezgin
 
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptxUlaş Başar Gezgin
 
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar GezginUlaş Başar Gezgin
 
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar GezginDeprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar GezginUlaş Başar Gezgin
 
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptxÇin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptxUlaş Başar Gezgin
 
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar GezginYarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar GezginUlaş Başar Gezgin
 
Political Psychology of China Threat.pptx
Political Psychology of China Threat.pptxPolitical Psychology of China Threat.pptx
Political Psychology of China Threat.pptxUlaş Başar Gezgin
 
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezginTuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezginUlaş Başar Gezgin
 
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER Ulaş Başar Gezgin
 
Buyuk Diktatorle Politik Psikoloji
Buyuk Diktatorle Politik PsikolojiBuyuk Diktatorle Politik Psikoloji
Buyuk Diktatorle Politik PsikolojiUlaş Başar Gezgin
 

Mehr von Ulaş Başar Gezgin (20)

Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar GezginNeden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
 
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar GezginPsikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
 
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
 
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
 
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar GezginDeprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
 
Yapay Zeka Sosyolojisi 2023
Yapay Zeka Sosyolojisi 2023Yapay Zeka Sosyolojisi 2023
Yapay Zeka Sosyolojisi 2023
 
Ulaş Başar Gezgin Kitapları
Ulaş Başar Gezgin KitaplarıUlaş Başar Gezgin Kitapları
Ulaş Başar Gezgin Kitapları
 
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptxÇin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
 
Vietnam - Ulaş Başar Gezgin
Vietnam - Ulaş Başar GezginVietnam - Ulaş Başar Gezgin
Vietnam - Ulaş Başar Gezgin
 
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar GezginYarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
 
Political Psychology of China Threat.pptx
Political Psychology of China Threat.pptxPolitical Psychology of China Threat.pptx
Political Psychology of China Threat.pptx
 
Sanat Psikolojisi
Sanat PsikolojisiSanat Psikolojisi
Sanat Psikolojisi
 
Yapay zeka sosyolojisi
Yapay zeka sosyolojisiYapay zeka sosyolojisi
Yapay zeka sosyolojisi
 
Ulaş Başar Gezgin kitapları
Ulaş Başar Gezgin kitaplarıUlaş Başar Gezgin kitapları
Ulaş Başar Gezgin kitapları
 
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezginTuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
 
Sanat psikolojisi giris
Sanat psikolojisi girisSanat psikolojisi giris
Sanat psikolojisi giris
 
sanat psikolojisi
sanat psikolojisi sanat psikolojisi
sanat psikolojisi
 
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
 
Buyuk Diktatorle Politik Psikoloji
Buyuk Diktatorle Politik PsikolojiBuyuk Diktatorle Politik Psikoloji
Buyuk Diktatorle Politik Psikoloji
 
Soma ve psikoloji
Soma ve psikolojiSoma ve psikoloji
Soma ve psikoloji
 

Barbar Türkler İMF'ye Karşı - Gezgin Öyküleri

  • 1. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin Barbar Türkler İMF’ye Karşı Ulaş Başar Gezgin
  • 2. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 1 İçindekiler Eyids, Ölüm, Yaşam... Satılık Yüz, Kiralık Yüz Cennet’e Cehennem’e Döşenen Yol... Gerçek Gülüşlüler... Devre-yaşam Birinci Ay Savaşı. İnsanları Ayakkabılarından Tanıyan Adam. İstanbul’da 1 Milyon Bangkoklu; Bangkok’ta 1 Milyon İstanbullu... Bümbüyüklerle Kümküçükler... Çocuk, Çocuk, Lanet Olası Çocuk. Dünya: Kapkaranlık Bir Gezegen. Yaşamın Anlamı. Beşizistan’ın Öyküsü. Doktor’un Ölümü. Yanardağlar Patladığında. Güldüm ve Güldüm ve Güldüm... Aşçı Kral. Tanrı Yaratmak (ya da Toplamak). Bali’de Bitimsiz Bir Gece. Uzaylıların Gizli Oyunları… Düşünürler Maçının Uzatmaları... “Barbar Türkler, İMF’ye Karşı!”
  • 3. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 2 Eyids, Ölüm, Yaşam… Hastanede, ölüm döşeğindeki dedenin pek ziyaretçisi yoktu. Ölüm döşeğinde olsa da, zihni hâlâ dupduruydu. Artık onun için bir gelecek kalmadığından, hep geçmişi düşünüyordu. İçeriye giren genç hemşirenin bileklerindeki kesik izleri onu çok üzdü. Odada bir tek hemşireyle o vardı. “Giderayak bir yararım olsun geride bırakacaklarıma” diye düşünerek söz aldı: - Canın mı sıkkın hemşire hanım kızım? Genç hemşire, soruyu geçiştirmekle gerçekten yanıtlamak arasında bir süre kararsız kaldı. - Evet. Yaşamda daha iyi bir noktada olmayı umardım. Okulda hep başarılıydım. Şimdi hastanede her günüm aynı. Keşke doktor olsaydım. Çok mutsuzum. - Şu an gençsin. Önünü göremiyorsun. Oysa bunun iyi yanı, önünde uzun mu uzun bir ömür olması. Evet, yaşamda olanaklar herkese eşit dağıtılmamış; ama yapabileceğin çok şey var yine. Önce karar vermelisin. Kararında hem gerçekçi hem de tutkulu olmalısın. Bunun ölçüsü çok önemli. Çok gerçekçi olursan, istediklerini yapamazsın; çok hayalci olursan da çok hayal kırıklığına uğrarsın. Bak, ben öldü öleceğim. Hergün ağrıdan sızıdan mahvoluyorum, ama “yaşadım” diyebilirim üstüne basa basa; “ölsem de gam yemem artık” diyebilirim. Canına kıymayı düşünüyorsan; sana önerim, acele etme. Bekle biraz, benim yaşıma gel, sonra yeniden düşün. Ama boş boş da bekleme. Yazgını eline almak için çalış, didin! - Öğütleriniz benim için umut verici. Peki bana örnek olsun diye, yaşamınızdaki bir dönüm noktasını anlatabilir misiniz? - Elbette! Sevinirim! Hatta ben ölmeden istiyorum ki birisine anlatayım o günleri, öyle öleyim. Ömrümde iki dönüm noktası var; ikisi de birbirinden önemli. Birincisi şu: Senin yaşlarında, ben de senin gibi mutsuzken; gönüllü yardım amacıyla, Angola’ya bir uçak bileti aldım. Uçuş o uçuş zaten. İnsanlığı; bir insana yardım etmenin, onun yüzünü güldürmenin değerini öğrendim böylece. Çoğu zaman, ya yardım etmeyiz insanlara ya da yardım ettiğimizin farkına varmayız. Bak örneğin sen şu an bana yardım ediyorsun, ama farkında değilsin. Beni dinleyecek kimsem yok ölüm döşeğimde, ama sen dinliyorsun. - Evet, sizi dinliyorum. - Güneydeki bir köyde, çocuklara ve yetişkinlere okuma yazma öğretiyordum. ‘Okul’ diye birşey yoktu. Kimi zaman bir ağaç gölgesinde, kimi zaman köy kahvesinde, kimi zaman su başında. Yani nerede olursa... Bir gün, köyün uzağındaki tarlada, her zamanki gibi, okuma-yazma öğretiyordum ağaç gölgesinde. Ders bittiğinde, bir anda, oldukça alımlı bir genç kadın çıktı karşıma; afalladım. Adı, Luyana imiş. Bu kadını köyde hiç görmemiştim. Komşu köylerden birinden olduğunu; okuma-yazma öğrenmek için bizim köye geldiğini söyledi. Bizim köyde bir öğretmen olduğunu duymuş, öyle gelmiş. Ben de tüm günümü ona ayırıp elimden ne gelirse yaptım. Zeki
  • 4. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 3 bir öğrenciydi. Herşeyi ‘şıp’ diye anlıyordu. Kalemi sol elle değil sağ elle kullanmayı öğretirken, eli, usulca elime değdi. Göz göze geldik. Saatlerce öğretimden sonra hava kararmıştı; ben, evin yolunu tutmalıydım; o da kalacak bir yer bulmalıydı. Bana evimde kalacak yer olup olmadığını sordu. Ev dediğin nedir ki zaten. Bildiğin gibi, kara kıtanın köylerinde, evle bahçe arasında büyük bir fark yoktur. İnsanlar, üstlerine güneş için bir örtü gererler; yerde ya da ağaçların arasına gerdikleri hamakta yatarlar. Bu nedenle, herkesin evinde herkes için yer vardır elbette. O gece, benim evimde kaldı. Sabah, çocukların gürültüsüyle uyandım; Luyana’nın çevresini sarmışlardı; onunla kucaklaşıyor, sohbet ediyorlardı. Çocuklardan birini, sessizce yanıma çağırdım; “akrabanız mı?” dedim. “Kimimizin ablası, kimimizin teyzesi, kimimizin anası olur” dedi; şaşırdım. Meğer Luyana, Angola’nın kraliçesiymiş. Bu kadar aç çocuğun arasında kraliçe olmaktan utanır; sarayın yemeklerini, anasından, babasından gizli gizli, çocuklara dağıtırmış. Ona yoksullar hiç bir zaman ‘prenses’ ya da ‘kraliçe’ demezmiş; o, kimilerin ablası, kimilerinin teyzesi, kimilerinin anası imiş. Dün, köye gelmiş; bir yerlerden, benim burada öğretmenlik yaptığımı duymuş; tanışmak istemiş. Yanındakilere sessiz olmalarını söyleyip tarlanın oraya gelmiş usulca; önce uzaktan izlemiş beni; sonra da, bana belli etmeden iyice yaklaşmış; öğrencilerimin yüzünü ve sonra benim yüzümü gizli gizli süzmüş; ders bitiminde öğrenciler dağılırken ‘pat’ diye karşıma çıkmış. Yüzüne bakınca, köydeki kızlardan bir farkı yoktu işte. Narin elleri dışında, hiç bir yerinden, köylü olmadığını anlayamazdım. Okuma-yazma bilmiyormuş gibi numara yapmış dün. Ömrümdeki ikinci dönüm noktası, eyidsli kraliçe ile evlenmem oldu. Eyidsli olduğunu bile bile, bile isteye evlendim onunla. Nasıl eyids olduğunu kendisi de bilemiyordu; kan aktarımı sırasında olabilirmiş belki. Ama bu, önemli değil. Onun eyidsli olduğunu yıllarca gizledik herkesten. Bir tek o ve ben biliyorduk bu sırrı. Bütünleşmemize ve tek bir beden oluşumuza engel olacak hiç bir plastiğin aramıza girmesine izin vermedik. Tüm sıvılarımız birbirine karıştı yıllarca. Onunla, birlikte ölmek için evlendik! - Lütfen devam edin, durmayın. Sonra ne oldu? Bir eyidsliyle evlendiniz!? Sıvılarınız birbirine karıştı!? Sizin böyle yapmanızın, bana göre, üç nedeni olabilir: Siz ya yaşamaktan vazgeçmiştiniz ya onunla özellikle kraliçe olduğu için evlenmiştiniz ya da gerçekten aşıktınız. Hangisi? Luyana, kraliçe olmasaydı; onun eyidsli olduğunu bile bile evlenir miydiniz yine de? - Hanım kızım, yaşamaktan vazgeçmeyi düşünmüştüm gençken; ama Luyana’yla tanıştıktan sonra sımsıkı sarıldım yaşama. Ona gerçekten aşıktım. Ve hep öyle kaldım! Ve o, aslında Angola Kraliçesi değil. Aklın nereye uçtu?! Angola, bir cumhuriyet; kraliçesi yok. O, Angola’yı; Angola da onu sevdiği için; ben onu; o, beni sevdiği için, gönlümüzün kraliçesidir o. Tahtı, sarayı, hazinesi, hiç bir şeyi olmayan bir kraliçe... Hemşire, dalgınlığı nedeniyle kendine kızdı; dedenin, gözlerini, coşku içinde, duvara yansıyan gölgelere dikip duraksamasından yararlanarak, bir ona, bir de kesik izli
  • 5. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 4 bileklerine baktı. “Daha fazla yaşamalıyım; en azından, bu öyküyü milyonlarca insana ulaştıracak kadar çok yaşamalıyım” dedi içinden ve söz aldı: - Peki sonra ne oldu Luyana’ya? - Yıllar sonra toprağa karıştı bedeni. Bir daha hiç evlenmedim. Bana birşey olmadı her nedense. Uzun bir ömrüm oldu gördüğün gibi. Aşkın gücüydü belki bu; ama aşkın gücü olsaydı, onun da sağ kalması gerekmez miydi... Şimdi hanım kızım, şu makinenin fişini çeksem öleceğim. Ömrüm, bu makineye bağlı. Ama ne yapıyorum; çekmiyorum da çektirmiyorum da yaşamın fişini. Çeksem, ağrım sızım bitecek; ama çekmiyorum işte. Sense gençsin; önünde koca bir ömür var; yaşamının fişini çekmek istiyorsun. Ben senin için öleyim, sen benim için yaşa, olur mu hanım kızım?.. *** Birkaç gün sonra, Angola’da, dedenin yattığı hastanenin kayıtlarına, bir ölüm daha eklendi. Dedenin ölü bedeni, morga kaldırıldıktan sonra; genç hemşire, odayı toparladı ve dedenin çekmecesinin üstündeki resmi, ömrünün sonuna dek saklamaya kendi kendine söz verdi. Luyana’nın bu resminin de ayrı bir öyküsü vardı belki. Ama bunu anlatacak kimse kalmamıştı artık. Yıllar sonra aynı hastanede yatan ben, bu öyküyü bir hemşireden dinledim. Bu öyküyü anlattıktan sonra, bana, Luyana’nın resmini gösterdi. Resimdeki yüzün, senin yüzün olduğunu görerek afalladım sevgili okur. Demek, bana anlatmadığın ne çok öykün varmış... 24.05.2009 Ho Çi Min Kenti, Vietnam
  • 6. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 5 Satılık Yüz, Kiralık Yüz Bunun böyle olacağı belliydi. Ekranlarda çarşaf çarşaf topçuları, popçuları çıkarırsanız böyle olacaktı, belliydi işte. Ve bu topçu ve popçular, o kadar sıradanlardı ki, birden onbir milyona dek sayılarla anılıyorlardı. Halk, Topçu 1 ile Topçu 5’in ağız dalaşını dinlemek için ekrana kilitleniyordu. Popçu 4’ün Topçu 7’yi aldattığı doğru muydu? Popçu 9, Topçu 2 ile gece klübünde basılmış mıydı? Yanıtlanması, insanlık için çığır açacak böyle milyonlarca soru vardı. Ülke, öyle bir noktaya gelmişti ki, bilim, sanat ve hele felsefe, zor işler olduklarından ve şan şöhret ve para getirmedikleri için, bilimci, sanatçı ve felsefeciler bir avuca sığacak kadar azalmışlardı; herkes topçu ya da popçu olmak istiyordu. Zaten topçu ya da popçu oldun muydu milletvekili seçilme şansın çok yüksekti. Hatta bir dönem, Meclis’in % 99’u ya topçu ya da popçu olduğundan, Meclis’te Topçular ve Popçular olarak iki topluluk oluşmuştu. Topçular, bütçeden ayaktopuna ayrılan ödeneğin arttırılmasını savunuyor; topun, ülkenin kalkınmasındaki rolüne dikkat çekiyorlardı. Popçular ise, topun üstündeki ekonominin her an kayıp düşebileceğini söylüyorlardı. Ayrıca, topçuluk için en azından bir top ve alan gerektiğini; popçuluk için ise, en ucuz eğlence aracı olan insan sesinin yeterli olduğunu vurguluyorlardı. Buna göre, topa dayalı kalkınmanın maliyeti, popa dayalı kalkınmanınkinden yüksek olduğundan, bütçede daha hesaplı olan popa daha çok kaynak ayrılmalıydı. Demokrasiyi içlerine sindiremeyen, bilimci, sanatçı ve felsefeci bozuntuları, halkın oylarıyla başa geçmiş topçuları ve popçuları her fırsatta protesto ederlerken, Topçu Partisi ve Popçu Partisi yandaşları, onları linç etmek için kuyruğa girerlerdi. Bu darbeci artıkları, halkın iradesine karşı çıkıyorlardı. Topçu Partisi için en önemli gelir kaynağı, maçlar olduğundan; parti yandaşları, maça gitmeyeni dövüyorlardı. Aynı biçimde, halk düşmanları, caz dinlediklerinde, halkımızın yüce pop estetiğinin kırmızı çizgilerine dokunmuş oluyorlardı. Caz, yeraltına inmiş; çıkış günlerindeki gibi, yeniden bir direniş müziği niteliği almıştı. Topçu Partisi’nin ilk icraatı, Türk uygarlığının düşman kafataslarıyla oynayarak başlattığı yüce spor ayaktopunu ölümsüz bir başarı olarak gelecek kuşaklara bırakmak için, Beyoğlu ve çevresindeki tüm yapıları yıktırıp 15 milyon izleyici kapasitesinde dev bir stadyum yaptırmak olmuştu. Söylemeye gerek yok sanırız: Bu, dünyanın en büyük stadyumu olarak, Türk’ün ata sporuna olan bağlılığını gösteriyordu. Bu stadyum, maç olmadığı zaman pop konserleri için kullanılacağından, Pop Partisi de, bu stadyumun açılışında sevinç gösterileri yapmıştı. Yalnız orada kalsa iyiydi. Tıp öğrencilerinin % 99’u, en iyi parayı getirmekle kalmayıp insanı şan şöhret sahibi de yapan estetik cerrahiyi seçiyordu. Öteki alanlarda doktor yetersizliği başgösteredursun; estetik ameliyat, estetik cerrahların bolluğu nedeniyle kan testi kadar ucuzlamıştı. Şimdi, isteyen herkes, hazırlanmış kalıplarla, bir topçunun ya da popçunun yüzünü alabiliyorlardı. Artık öyle bir noktaya gelindi ki, sokaklarda binlerce Topçu 5, Popçu 7 vb. dolaşıyordu. Kimin gerçek Topçu 5 olduğunu anlamak olanaksızdı. Topçu 5 de binlerce taklidi gibi yeteneksiz olduğundan, daha doğrusu, onlar ne kadar yetenekliyse o kadar yetenekli olduğundan; top oynamaları da gerçek Topçu 5’in hangisi olduğunu bulup çıkarmaya yetmiyordu. Karamurat filmlerini andırır biçimde, “Hanginiz Topçu 5?” denildiğinde, herkes, tek
  • 7. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 6 tek öne çıkıp “Topçu 5 benim” diyordu. Popçularda da durum aynıydı. Popçu 7 ile yeteneksizlikte de ortak olan binlerce taklidi, kimin gerçek Popçu 7 olduğunu ayırt etmeyi olanaksızlaştırmıştı. Hani şu halkın oyuyla başa geçenleri saymayan halk düşmanı bilimci, sanatçı ve felsefeci bozuntuları var ya; onlar, ikiye ayrılmıştı. Kimisi, estetik ameliyatlara sıcak bakıyor; tarihteki bilimci, sanatçı ve felsefecilerin yüzlerini alıyordu. Kimileri ise, buna tümüyle karşı çıkıyordu. Çocukların da estetik ameliyat yaptırıp topçu-popçu yüzü almasına olanak sağlayan yasa, Meclis’ten oybirliğiyle geçerken; bir haber, gündeme bomba gibi düştü: Bu kez, gerçek topçular ve popçular, taklitleriyle karıştırılmamak için, yeni yüzler almaya başlamışlardı. Artık, kimin gerçek topçu ve popçu olduğunu anlamak çok kolaydı: Eski topçu-popçu yüzlerine sahip olmayanların gerçek topçu-popçu olduğu şıp diye anlaşılıyordu. Ama hepsi birbirine benzeyen, bu nedenle kimlik bunalımı yaşayan parti yandaşları boş dururlar mı?! Bu kez de, topçuların ve popçuların yeni yüzlerini almaya başladılar. Topçular ve popçular için öyle büyük bir çıkmazdı ki bu; kimisi, bu sürece dayanamayarak kendi canına kıydı. Her yeni yüz alışlarında taklit ediliyorlardı. Sonra ülke için acı bir haber dört bir yana yayılmaya başladı: Çok estetik ameliyat olanların yüzleri, geri döndürülemez biçimde kırışmaya ve büzülmeye başlamıştı. Artık daha fazla estetik ameliyat olamayacaklardı. Para kırma ve ünlü olma hevesindeki genç estetik cerrahlar, başından beri bildikleri bu korkunç gerçeği herkesten gizlemişlerdi. Onların kendilerinin ameliyat olmamaları da demek ki bu yüzdendi. Halkımızın %99’u, defalarca estetik ameliyat olduğundan, yüzleri, hilkat garibesininkine dönmüştü. Artık o kadar çirkinlerdi ki, ülkede bütün aynalar kaldırılmıştı. Topçunun-popçunun kıçını-başını izlemeyi seven halkımız için en önemlisi, yüz güzelliği olduğundan; çoğunluk, insan içine çıkamaz duruma gelmişti. Artık, sokaklar bomboştu. Bir tek, bilimci, sanatçı ve felsefeci bozuntuları görülebiliyordu sokakta. Bu insanlık düşmanları kıs kıs gülüyorlar şimdi. Onların o doğal, o güzelim yüzleriyle ülkenin yeni ünlüleri olacaklarına kuşku yok. Genç kuşaklar, bu kez, onların yüzlerini taklit edecekler. 20.05.2009 Ho Çi Min Kenti, Vietnam
  • 8. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 7 Cennet’e, Cehennem’e Döşenen Yol… Onunla Hindistan’daki bir tapınakta tanıştım. Görüntüsünden, Türkiyeli olduğunu anlamak, olanaksızdı. Saç-sakal birbirine karışmıştı. Tapınağın çevresinde turist gibi dönüp dolanıp Türkçe konuşuyordum kendi kendime. Nasılsa Türkçe anlayan yoktu çevrede. Türkçe olarak “Harika bir tapınak bu” dediğimde, -o da Türkçe olarak- “öyledir; öyle olmasa, yıllardır burada yaşamazdım” diyerek beni hem şaşırttı hem korkuttu. Elbette bir adı ve soyadı varmış, ama bunları unutmak istiyormuş. Çevrede herkes onu ‘Caney’ olarak çağırıyor. Caney’in anlattıkları, binlerce sayfayı aşar. Bir kere, neden buraya gelmiş? Kendini ‘gizemci ortakçı’ olarak adlandırıyormuş. Ne demek bu? Özel mülkiyetin kalkmasını, kula kulluğun bitmesini istiyormuş. Ama diğer ortakçılar gibi, göksel varlıkları yoksaymıyormuş. Ona göre, buna ‘tanrı’ da dense, ‘melek’ de dense, birtakım göksel varlıklar varmış ve Dünya’daki en ince ayrıntıyı bile göksel varlıklar belirliyormuş. Yine de, tarihte ve günümüzde çok kan döktükleri için üç ‘büyük’ dine uzakmış. Ona göre, Buda, ilk ortakçı imiş. Sonrasında nice ortakçı gelmiş geçmiş ama bunları tanımıyoruz; çünkü tarihi, güçlüler yazarmış. Babai’nin ve Şeyh Bedreddin’in Anadolu’dan çıkmış oluşundan gurur duyuyor. Hindistan’da kimi görse, Şeyh Bedreddin’i anlatır dururmuş. ‘Yoldaş’ sözünü çok beğeniyormuş; çünkü zaten ‘tarikat’ sözcüğünün ‘tarik’i, ‘yol’ demekmiş. Bu nedenle, tüm insanları ‘yoldaş’ diye çağırıyormuş, 7 yaşındaki çocuktan 70 yaşındaki dedeye dek. Hatta kedileri köpekleri de böyle çağırırmış. “Çünkü tüm canlılar olarak doğanın bir parçasıyız. Ömür bir yoldur. Ömrümüzü paylaşıyoruz tüm canlılarla” diyordu. Caney, bana, bir Hintli dostumu anımsattı. Dostum, belki binlerce yıl toplumun üst tabakasında olan bir aileden geliyordu; soyadını görenler, onun üst tabakadan olduğunu anlıyorlardı. Son derece de dindardı; 35 yaşına dek et yememişti. Gelin görün ki bu aynı arkadaş, “damarımı kessen komünist kanı akar. Böyle bağlıyız biz komünizme ailecek” diyordu. “Bu ikisi uyuşur mu?!” dediğimde ise, “elbette uyuşur. Biri, din; biri, ideoloji” demişti. “Caney dost” dedim, “senin bu duruşunu eskiler ‘Komünist İmam’ adlı kitapta deşmişler. Hem, birkaç yıl önce, solcu bir gazetede, okur mektuplarına takma adla psikolog gibi yanıt veren, ama her nedense onlara hep tutucu yanıtlar veren yazarımsıya, bir genç, ‘solcu imam’ adını takmıştı. Gerçi, ‘solcu imam’, köşesinden, bu gence hakaret ve küfür etmişti de; gazetenin ‘solcu’ yönetimi, bilinmez (!) bir nedenle, bu yazarımsıyı korumuştu. Sen de bir tür solcu imam mısın?” Değilmiş; dinle bütün ilişkisi, ölümden sonraki yaşama hazırlık içinmiş. Peki buraya nasıl gelmiş? Türkiye’deyken, gizemci ortakçılığını sınama gereksinimi duymuş. Göksel varlıklar gerçekten onu seviyorlar mıymış?.. Doğru yolda olduğunu nasıl anlayacakmış?.. Caney’e göre, göksel varlıklar, iyilerse –ki iyi olmalılar- onların da eşitlikten ve adaletten yana olması beklenir. Peki nereden bilecek bunu? Caney, kendince bir yol bulmuş. Her hafta piyango almaya başlamış. Piyangoda para çıkınca, “doğru yoldayım, gökler beni seviyor” diye seviniyormuş. Peki parayı ne yapıyormuş? Ne çıkarsa yakıyormuş. Şükür ki, deli diye hastaneye tıkmamışlar. Paranın, kendisini ve eşini-dostunu yoldan çıkarmasından korkuyormuş. Ayrıca, paraları yakınca, düzenin para kıtlığından bunalıma girip çöktüğünü hayal eder dururmuş. Hatta bir keresinde çıkan en yüksek ikramiyeyi kışın ısınmak için sobada yakan da oymuş. Gazetelerde boy boy resmi çıkmıştı; ama burada, sakalı ve yüzünün kavrukluğu nedeniyle, tanıyamadım onu. Yoksa, Caney, o olaydan sonra, silinmez bir
  • 9. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 8 biçimde kazınmıştı insanların belleklerine. Hatta kimisi onu taklit etmişti. İkramiye çıkmayanlar da sahte paraları gerçekmiş gibi gösterip topluca yakmış, böylece Caney kadar ünlü olmak istemişlerdi. Herkes yaksaydı ya şu paraları; böylece, Caney’in özlediği gizemci-ortakçı yaşam kurulmuş olurdu. İşte Caney, böyle her keresinde para çıkmasından çok hoşnutmuş; zengin oldu diye değil, “göklerin sevdiği kulum hâlâ” düşüncesi nedeniyle. Ama birgün, piyango falan çıkmaz olmuş. Şaşmış kalmış, yataklara düşmüş. Son birkaç ayda yaptıklarını düşünmüş, bir tane bile kötülük bulamamış kendi hanesine yazılabilecek. Hiç bir hayvanı da incitmediğinden, tümüyle böcek yuvası olan evinde, almış Caney’i kara bir düşünce: “Acaba yanlışlıkla karıncalara mı bastım?” Aramış aramış ama bir türlü bulamamış. Her gün Şeyh Bedreddin’in Sultan Mahmut Türbesi’ndeki mezarını ziyaret eder olmuş; ama bir türlü geri gelmemiş, şansı. Her hafta, piyangodan para çıkmadıkça eriyip gidiyormuş. Sonra, gençliğinde Hint dili okumuş bir arkadaşı, durumuna üzülmüş; ona Hindistan’da bir tapınağa kapanmayı önermiş. Allem etmiş kallem etmiş, sonunda Caney’i ikna etmiş. Caney, Şeyh Bedreddin’in mezarına son kez gidip ağlamış; hatta öyle sitemliymiş ki, “göksel varlıklar bizden yana olsaydı, Şeyh’im Bedreddin, sen yenilmezdin. Onlar bile yalnız bıraktı bizi” demiş. İşte Caney’in bu Hint tapınağına geliş öyküsü bu. Tapınaktan ayrılmadan, ona, öbür dünyayı sordum. “Bilemeyiz ama gel sana ben gençken sık sık geçen bir fıkrayı anlatayım” dedi, devam etti: “Bir ortakçı ölmüş, Cehennem’e koymuşlar, cehennemlikleri örgütlemiş, “insanlar Cennet’te sefa sürerken bize bu kadar eziyet olmaz” diye ayaklanmışlar. Bunun üzerine melekler, onu, Cennet’e atmış; bu kez de, “kardeşlerimiz Cehennem’de ateşler içinde yanarken biz burada nasıl sefa sürebiliriz” diye ayaklanmışlar. Ortakçıyla başa çıkamayan melekler, tanrıdan yardım istemişler. Tanrı, “çağırın bana şu ortakçıyı” demiş. Tanrıyla ortakçının özel görüşmesinden sonra, melekler, tanrıya “ey tanrım, ne yapacağız?” diye sorunca, tanrı şöyle demiş: “Tanrı yok, yoldaş var!”” Fıkraya gülmediğimi görünce, sanırım, biraz alındı. Fıkranın üstüne, sanırım benim görgüsüzlüğüm nedeniyle, ciddileşti ve dedi ki: “Tanrı, insana akıl vermiş. Aklını kullanmayıp körü körüne inananlar, Cehennem’e; aklını kullananlar, Cennet’e gitmeli. Hatta bu aklını kullananlar, tanrının ve Cennet’in ve Cehennem’in varolmadığı sonucuna varmış olsalar bile, Cennet’e gitmeliler. Değil mi ki insanı insan yapan, aklıdır; onlar da akıllarını kullandılar. Bu durumda, tanrının, başta Şeyh Bedreddin olmak üzere tüm ortakçıları Cennet’e koyması gerekir. Ölmeden bilemiyoruz işte bunları; ama sana söz, öldükten sonra bu sorunun yanıtını bulursam, seni, bir yolunu bulup mutlaka bilgilendireceğim.” Birkaç gün sonra eve döndüm. Aylar sonra ise, Hint gazetelerinde çıkan ‘dervişin ölümü’ haberi, Türkiye’deki ajanslara yavaş yavaş düşmeye başladı. Hele onun Türkiyeli olduğu ortaya çıkmasın mı; 68 kuşağının değerlerini aktaramadıkları şımarık ve kafası dumanlı 75 ve sonrası doğumlu çocukları, Caney’in yıllarını geçirdiği tapınakta aldılar hemen soluğu. Kafamdaki soru ise büyüyordu anbean: Acaba bana haber verecek miydi Caney? Öbür dünyanın ne biçimde olduğunu anlatacak mıydı bir biçimde bana? Ben de piyango mu almalıydım? Para çıkarsa, Caney’in birgün bana haber vereceğini mi ummalıydım? Erkeklik ilacı, kadın bulma siteleri, reklam kampanyaları türünden çöp-postaları bilgisayarımdan silerken, gönderen, başlık ve ileti bölümü boş olan, yani tümüyle boş olan bir e-posta aldım. İlk
  • 10. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 9 kez, böyle her yerinden boş bir e-posta alıyordum. Acaba Caney’in e-postası mıydı bu? Peki nasıl okuyacaktım bunu? Caney, beni geleneksel yollarla buldu. İnsanlık tarihinin başından beri açık olan yolu kullandı; düşlerime girdi. Öbür dünyada tanrı, Cennet’e ve Cehennem’e kimi koyacağına karar vermek için çekiliş yapıyormuş. Caney’in durumu da çekilişle belirlenecekmiş. Tanrı şöyle diyormuş: “İlkdünyada yaptıklarınız or’da kaldı. İyiyi de kötüyü de size ben verdim. Herşeyinizi ben belirledim. Demek ki, kötülükten olduğu kadar, iyilikten de sorumlu tutulamazsınız. O nedenle, melekler, Cennet-Cehennem biletleri için sayı çekecekler.” Böylece, dünyada iyilik yapanların, Cehennem’e; kötülük yapanların, Cennet’e gittiği çok oluyormuş. Soranlar olmuş tanrıya, “bu ne adaletsizlik?!” diyenler olmuş. Tanrı ise şöyle yanıtlamış onları: “siz, benden korktuğunuzdan iyilik yapanlarsınız. Benim korkumdan değil, gerçekten içinden geldiği için iyilik yapanları, Cennet’e de Cehennem’e de koymuyor; kendi ülkemde, tanrı ülkesinde ağırlıyorum. İçinden geldiği gibi, inanan-inanmayan ayırmadan herkese iyilik yapanlar çoğalsaydı, ilkdünyada hiç bir sorun kalmazdı. Ben de bu kadar meşgul olmazdım. Tanrı ülkesinde en güzel yeri, benim varlığıma inanmamalarına rağmen ayrımsız iyilik yapanlara ayırıyorum.” Caney’le ilgili bir yargı yanlışı olduğuna eminim. Onun, içinden geldiği gibi iyilik yaptığını, gerçekten iyi olduğunu kanıtlamak için, kendimi öldürüp tanrı katında ona tanıklık edeceğim. 19.05.2009 Ho Çi Min Kenti, Vietnam
  • 11. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 10 Gerçek Gülüşlüler... Sermaye düzeninin beni yapaylaştırdığını bugün bir kez daha anladım: Bugün, gülüşleri sahici olan herkesi tutukladılar. Köşedeki elma yanaklı çiçekçi kızı da tutukladılar elbette. Gülümsemesine duyduğum gizli hayranlık da böylece öfkeye dönüştü. Ve işte benim gülüşüm sahici değilmiş ki, beni tutuklamadılar. Oysa, ben ağız dolusu gülerdim gençken. Günlerin nasıl geçtiğini anlamazdım. Garsonlar, kasiyerler, tezgahtarlar; bunların hiçbirisi tutuklanmadı. Palyaçolar da öyle. İlk önce elbette, anaokulu öğretmenleri tutuklandı. Neymiş efendim, onlar gülünce, milletin morali bozuluyormuş; “ne adaletsiz dünyada yaşıyoruz” diye ayaklanıyorlarmış. İşte bu nedenle, gerçek gülüşlüler, gülmekten değil, halkı isyana teşvikten tutuklandı. Anladık, benim gülüşüm sahici değil. Peki ben neden gülemiyorum? Belki de yiyeceklere birşeyler katıyor devlet. Her yemekte azıcık var bu mutsuzluk virüsünden. Belli bir yaşa gelince, bedende birikmiş oluyor; mutsuz oluyorsun. Ya da belki; şu “hava kirliliğine son çözüm” diye 30 yıldır sıktıkları sprey olmasın işin içinde?! En mantıklı olasılık, bu, görünüyor. Demek, 30 yıl, bu virüslü havayı soluyunca, gülüşlerin tadı da kaçıyor. Sonra da belki, gerçek gülüş ilaçlarından, parayı kıracaklar. Bu sermaye düzeninden herşey beklenir. Yaparlar mı, yaparlar... Zaten, domuz gribinde de, ilaç şirketlerinin, virüsü, bilerek yaydığı iddiası ortaya atılmamış mıydı... “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” demişler. İşin içinde bir iş var ki, birisi iddia atmış. Ben de bu hava virüsü iddiasını attığıma göre, işin içinde bir iş var; yoksa atmazdım, öyle değil mi... Eskiden, sermaye düzeninden herşey beklenmezdi. Sınırları vardı bu düzenin, her düzen gibi. Örneğin, eskiden, Ay’a reklam veren olmazmış; inanılır gibi değil! Halbuki şimdi, Ay’a reklam vermek için devletlere verilen para, trilyonları buluyor. Dün, tüm gece boyu, düşlerimde reklam görüşüm de, aynı düzenin bir oyunu olmalı. Ama bence, en büyük değişim, ev reklamcılığı dolayısıyla oldu. Düzen, Ay’ı bile reklam için paylaştıktan sonra, reklam verilebilecek yer olarak, bir tek, evlerin içi kalmıştı. Şimdi her evin tüm duvarları, reklamlarla dolu. Evsahipleri, evin içduvarlarına verilen reklamlardan zengin oluyor. Kiracılarsa, eviçi reklamlarıyla gelir elde etme olanağından yararlanmak için, borca girip bir an önce bir ev almanın yoluna bakıyorlar. Bu noktadan sonra, borca girip ev almayan, enayidir zaten. Şirketlerin, evsahiplerine yönelik reklam ödemelerini eve gelen konuk sayısına göre yapması, komşu-eş-dost-arkadaş ilişkilerini patlattı. Artık, dışarıda yemek yemeye giden yok. Herkes birbirinin evine gidiyor; evlere girerken, elektronik kartla kaydoluyor; böylece gelirlerini arttırıyorlar. Günümüzün temel felsefesi, “gözün gördüğü her yerde reklam olmalı.” Konuk sayısına göre gelir olunca işin içinde, bütün gülüşler sahteleşti. Herkes, birbirini, daha fazla çevre yapıp daha fazla gelir elde etmek için ve yalnızca bunun için ziyaret eder oldu. Ne kadar çok gülersen, o kadar çok gelir geliyordu. Ne kadar ekmek, o kadar köfte... Belki de, hava virüsünden olmamıştır gülüşlerin sahteleşmesi. Yaşantımızda doğal bir neden var bunun için: Eviçi reklamcılığı... Çocukları da tutuklarlar mı acaba? Çünkü en sahici gülüşler onlarınkidir sonuçta. Üstelik, gerçek gülüşlüleri tutuklayınca ne yapacaklar? Onların gülüşlerini
  • 12. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 11 sahteleştirmenin bir yolunu biliyorlar mı acaba? Benim okuduğum kadarıyla, tarihte, gelmiş geçmiş tüm sahte gülüş çağlarında, gerçekten gülen insanlar olmuş. Onlar, “sahte gülüşlüler, gerçek gülüşlü olsun” diye, hep daha fazla ve doya doya gülmüşler. Evlerine reklam almamışlar, gördükleri tüm reklamları yırtmanın bir yolunu aramışlar. Onların birbirini ziyareti gerçekmiş. Zaten, kolluk güçlerinin, gerçek gülüşlüleri bulması uzun süremezdi; çünkü bu eviçi reklamcılığı çağında, bir tek onlar dışarıda yemek yiyorlar. Ya peki ben niye gülemiyorum?! Ben de tutuklanmak istiyorum. Eski çağlarda olduğu gibi, ben de ölüme güle güle gitmek istiyorum. Beni ne güldürebilir acaba? Ay’daki reklamı paçavraya çevirsem, onun yerine “Buraya Reklam Koymak Tehlikeli ve Yasaktır” diye hiç bir zaman silinmeyecek harflerle yazsam, gülebilir miydim? Onun kendisi de reklama dönüşürdü, çirkin olurdu. Eskiden nasılmış ki Ay’ın yüzü? Çin’de Ay’ın yüzünde tavşan görürlermiş, ‘aytavşanı’ derlermiş. Başka ülkelerde ‘Aydede’ derlermiş bizim tontona; yüzü, yaşlı bir adamınkine benziyor diye... Ben Ay’a öyle birşey yazmalıyım ki; sahte gülüşlü çoğunluk, Ay’ı görüp birdenbire gerçekten gülmeye başlamalı! Ne yazabilirim?! Ay’ın üstüne hiç bir şey yazmazsam, gözün gördüğü her yerde reklam olmadığının farkına vararak gülerler mi acaba? Bu, herhalde güldürmez onları. Tamam, buldum! Hem, bu, beni de güldürür! Şimdiden, sahici gülücükler oluştu yüzümde. Aman, görmesin devletin zor güçleri... Şunu yazacağım: “Tüm reklam şirketleri, ikinci bir emre kadar kapatılmıştır. Şimdi sarılın bakalım eşinize-dostunuza gerçekten; çünkü bunun için para verilmeyecek artık size...” 17.05.2009 Ho Çi Min Kenti, Vietnam
  • 13. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 12 Devre-yaşam Ömrüm, mutsuz varsılları mutlu etmek için binbir yol bulmakla geçti. Psikologluk, üniversitede okurken, bana, heyecan verici gelirdi; şimdi, geçimimi sağlamak için yaptığım zoraki bir iş... Neden böyle oldu? Çünkü insanlara, olaylara olumlu yanından bakmayı öğretirken; bu öğrettiğim yöntemler, bana işlemez oldu. Neymiş efendim, “olumlu yandan bak”. Sen şanslı doğmuşsan, herhalde olumlu yandan bakarsın. Bunu sana öğretmek, çocuk oyuncağı. Zaten biz psikologlara en yoksullar gelse yanmıştık; çünkü yaşamlarında bunca acı varken, hangi “olumlu yandan bak” masalına inanacaklar... İşte böyle düşüne düşüne, yıllar içinde çok mutsuz oldum. Yaşamım son derece renksizdi. Hergün bir sürü danışan görüyordum, yarın da bugün de dün gibiydi hep... Bir gün, yine böyle, “tekdüze, berbat bir yaşamım var” diye düşünürken; çöpçülerin, işlerini büyük bir sevinçle yaptıklarını gördüm. Neydi onları bu kadar mutlu eden? Bunu sorunca, mutluluklarının tuzla buz olacağını düşündüm; ama yine de sormaya karar verdim. Bu insanlar, mutlulardı ve psikologa gitmeden mutlulardı üstelik. Şöyle bir şey düşündüm: Bana gelen mutsuz zenginler, bir ay çöpçü olarak çalışsalar nasıl olurdu? Çöpçüler gibi gecekondularda kalsalar? Şirketlerinden bir ay kopuk olarak yaşasalar? Zaten bu varsılların, dinlenceleri de zehir. İşten başka birşey düşünmedikleri için, boş zamanlarında bile mutlu olamazlar. Aman da borsa ne olmuş, aman da dolar düşmüş mü... Evet; devre-yaşam önerim, böyle ortaya çıktı. Çımacı kılığına girip Fransızca şiirler döktürerek, milleti şaşkına çeviren Sakallı Celal’den esinlendiğimi söylemeliyim. Onun ünlü sözünü de şöyle uyarlamıştım: “Bu kadar mutsuzluk, ancak zenginlikle mümkündür.” Hem, ülkenin kalkınmasına katkım yadsınmamalı: Zenginleri çöpçü yaparak, işgücünün niteliğini arttırmış oldum – ya da belki düşürmüşümdür. Ülke, sayemde, bir aylığına da olsa, onlarca zenginden kurtuldu. Mutsuz zenginlere, çöpçülük seçeneği sunuyordum. İlk başta çok yadırgasalar da; Amerika’da zenginlerin böyle yaptığını, bizim zenginlerin Amerikalı zenginlerden geri kalmaması gerektiğini söyleyince, hemen başlamak için can atıyorlardı. İlk ay, en heyecanlısıydı. El yordamıyla yaptığım deney, başarılı olmuştu. Zenginler, bir ay çöpçülük yaptıktan sonra, zengin olarak sürdükleri yaşamın değerini anlıyor; bana minnettar kalıyorlardı. Ben de şaştım “nasıl oldu bu” diye. Çöpçüler de çok hoşnutlardı; işlerine bir ay ara veriyor, ücretli olarak izne ayrılıyorlardı. Hatta, bir kanalın, bu devre-yaşam programımdan övgüyle söz edip, çöpçülerin ülkenin en mutlu insanları olduklarını ve imrenilecek, basit bir yaşam sürdüklerini dünya aleme ilan etmesinden sonra, hem çöpçüler daha da mutlu oldular hem de ünüm, kıtalar, dağlar aşıp Mars’a kadar dayandı. İşi büyüttüm kısa sürede. Dünyanın dört bir yanından zenginler, akın akın, kliniğime geliyordu. Estetik ameliyat, yalnızca, bedeni onarmaya yetiyordu; yaşamı onarmaya yetmiyordu. İşte onun için geliyorlardı bana sanırım. Dünyanın belli başlı gazetelerinde, çöpçülerle ve bir ay çöpçü gibi yaşamış zenginlerle uzun söyleşiler çıkıyordu. Ferrarisini satan bilge bile, ilim irfan için kapımı aşındırdığı gün, “bunu da gördüm ya, gam yemem artık” dedim kendi kendime. Bir kanalla yaptığımız anlaşma dolayısıyla, çöpçüler, yeteneklerini sergiliyor; kimin devre-yaşam programımın yeni
  • 14. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 13 dönemine katılacağı, izleyici oylarıyla belirleniyordu. Bu programları sevmesem de; ‘psikoloji’ denilen sosyete sporunu, çöpçüleri de mutlu edecek bir noktaya taşımak, gurur vericiydi benim için. Beklenmedik sonuçlar da çıkmadı değil: Kimi zenginler, bir aydan sonra, çöpçü olarak kalmaya karar verdiler. Para saymak ve saydırmakla geçen, hep daha fazlasını isteyen eski yaşamlarından daha iyiydi bu, onlara göre. Ülkenin tüm emekçileri, güleryüzlüydü artık. Sanki güleryüzlülükte birbirleriyle yarışıyorlardı. Aslında, gerçekten de yarışıyorlardı. Umuyorlardı ki, bir gün, bir zengin, onları görüp “çok mutlusunuz. Hele bir ay izin verin ki, ben de lağımları açayım, ben de sokak lambalarını değiştireyim, ben de sizin gibi mutlu olayım” diyecek. Böyle psikolojinin gözünü yiyeyim ben. Baştan bilseydim böyle olacağını, hiç mutsuz da olmazdım. Ama zaten mutsuz olmasaydım, devre-yaşam programı da çıkmazdı. Demek ki ben mutsuzum. Mutsuz muyum? Hadi ya! Bu kez niye mutsuzum?! Hay, bıktım ben bu işten. Zaten zenginler de çöpçüler de yavaş yavaş homurdanmaya başladılar: Zenginler, “bir çöpçü kadar bile mutlu değiliz” diye üzülüyorlarmış. Çöpçülerse “bir aydan sonra yine işbaşı yapıyoruz” diye dertleniyorlarmış. İşe bak ya; ben de mutsuzum işte. Gemisinin batacağını bilen kaptan, kaçarken, geminin kaptanını, Afrikalı-Amerikalı yaparmış. Hey yazar! Sen bu sözümü duymamış ol! Gel, sen, kimi zaman, psikolog ol; ben de, kimi zaman, yazar olayım. Beğendin bunu demek! Hoşçakal yazar! Bu, işyerimin anahtarı. Çay istersen, 1313’ü arayıp ısmarlayabilirsin; çaycıya da selam söylersin benden. *** Hey yazar! Seninle devre-yaşam yapmamızın üstünden aylar geçti. Seninki de zor işmiş be arkadaşım; sabah-akşam bekle ki esin gelsin. Sokaklarda notlar alırsın, vergi memuru sanırlar seni, kaç or’dan; zaten, zincirlerinden başka kaybedecek birşeyleri olmayanlar, yıkım nedeniyle, burunlarından soluyor. Hele o kaçak taksicinin or’da, elinde kağıt-kalemle “taksi çağırtacaktım” dersen, mahalleli, “burada taksi yok” derler; seni kaçak taksi denetçisi sanırlar. Sonra, eve gidip televizyonu açsan, filmlerin neredeyse tümü, sıkıcı gelirmiş sana be kardeşim; hep tahmin ettiğin gibi ilerleyip aynı biçimde bitiyormuş filmler. Bir toplantı ortamında ne tür insanlarla karşılaşacağını, hangi insanın ne diyeceğini de bir dakika önceden değil, yıllarca önceden anlayabiliyormuşsun. Herşey aynı geliyormuş sana. Bunun için, aha şu camdan dışarı baktığımda gördüğüm ne kadar insan varsa, hepsinin sıkıcılığı katlanarak artıyormuş senin için. Vay yazar, sen benden daha mutsuzmuşsun yazar... Psikologluğun değerini şimdi anladım. Hadi gel, değişelim. Hem sen neden güneş gözlüğü taktın? O da ne! Neden gözlerin mor?! Demek, devre-yaşam programıyla bile mutluluk bulamayanlar, işyerini bastılar! Demek, gözleri dönmüş olduğundan, seni ben sandılar! Demek, eşşek sudan gelinceye kadar, dağıttılar ağzını burnunu! Kızmazsan, birşey sorabilir miyim? Seni dövdükten sonra nasıllardı? Söyle bir; sordun mu onlara; “ağzımı burnumu dağıttınız, mutlu musunuz, boyunuz uzadı mı?” diye sordun mu? Öyle deme yazar. Bu, bilim için çok önemli. Adam dövmek, insanları mutlu edebiliyorsa; yeni bir adam dövme programı başlatabiliriz. Yoksullara, bir posta için, bir aylık gelirlerini veririz; sonra, mutsuz olan bir insan gelip adamı döver; rahatlar; mutlu olur. Sana da ücretsiz olur bu program, bir yıllığına; ne dersin yazar? Ne dedin? Ne dedin? Senin ben olmadığımı anladılar mı? Ağzımı burnumu dağıtmak için kapıda mı bekliyorlar? Yazar, peki sen dayak yiyince mutlu oldun mu? Dayak
  • 15. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 14 yenince mutlu olunuyorsa, bu kez, bir dayak yeme programı başlatırız... Hadi ya; mutlu olmadın demek. Kapıyı yumruklayan onlar mı?! Ama yazar, aslında sen yazar değil, psikologsun; dayaklık olan, sensin. Bu işi başlarına sen açtın. İşleri karıştırma! Ben yazarım, sen psikologsun. Kapıyı açıyorum ki seni bir kez daha benzetsinler. Bakalım, insan, birisini dayak yerken izlediğinde mutlu olabiliyor mu... Deneyip göreceğiz. Az sonra... Bizden ayrılmayın... 17.05.2009 Ho Çi Min Kenti, Vietnam
  • 16. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 15 Birinci Ay Savaşı Herşey, Büyük Patlama’yla başladı elbette; ama o andan bu ana dek olanları yazmak, sonsuz sayfa gerektirirdi. Ayrıca, o sonsuz sayfaya yazdıklarımız da, o andan sonra olanların bir parçası olduğunu göre, biz yazdıkça, sonsuzluğa yeni sonsuzluklar eklenirdi. Her neyse; şimdilik bu kadar kafa karıştırmaya gerek yok. Herşey, Büyük Patlama’yla başlasa da, Dünya’nın yeni biçimini alışı, ABD başkanının işkence raporunu açıklamasıyla oldu. Çin’i, Rusya’yı ve tekerine çomak sokan irili ufaklı bir sürü ülkeyi “sizde insan hakları ihlalleri çok. Demokratik olmalısınız.” vb. diye azarlayan o zamanların koskoca bugünlerin kümküçük Amerikası, işte bu işkence raporuyla çöküş sürecine giriyordu. Demek, “devlet güvenliği için işkence gerekebilirdi.” ABD’nin tutucuları, bu raporun açıklanmasına büyük tepki gösterdiler; bu, küllen yalandı; doğru olsa bile, vatan-millet için yapılmıştı. ABD’nin gerçek demokratları, bu raporu yadırgamadılar; çünkü ABD’nin işkence yaptığı, ilk kez ortaya çıkan bir gerçek değildi. Yalnız, işkence yapan görevlilerin yargılanmamasına içerlediler. ABD dışındaki gerçek demokratlar için ise, bu, kabustu: Artık, demokrasi adına, insan hakları adına, işkenceye karşı çıktıklarında “ama ABD de yapıyor” denilecekti. Ama bakın, Myanmar’a askeri yönetimi nedeniyle ambargo koyan AB ülkelerinin demokratları, ABD’nin açığını yakalayınca bir anda aslan kesildiler. Büyük kampanyalarla, AB’nin işkenceci ABD’ye ambargo koymasını sağladılar. Bunu diğer ülkeler izledi. Hatta, artık Güney Amerika’daki Bolivar Birliği’nin bir parçası olan Küba bile, ABD’ye ambargo uygulama kararı aldı. ABD, hem bu ambargolar nedeniyle; hem de İsrail’in nükleer saldırganlığını görmezden gelerek, İran ve Kuzey Kore’de başlattığı savaşların dev harcamaları nedeniyle, içinden çıkılmaz bir çöküş sürecine girdi. ABD’deki İsacı rahiplerin, işkenceye karşı, tüm eyaletlerde büyük gösteriler düzenlemesi ve bu gösterilerin ABD’nin son teknoloji ürünü ordusuyla kanlı bir biçimde bastırılması, ABD’nin en has dostlarını bile, ambargocuların tarafına çekti. ABD’nin kabusu yeni başlıyordu: Bolivar Birliği’nin bir parçası olan Meksika, 1846- 1848’deki Meksika-Amerika Savaşı’nda Amerika’nın ele geçirdiği, daha sonra ABD’nin güney ve güneybatısını oluşturan Teksas, Kaliforniya, Arizona, Nevada, Utah, Colorado ve Yeni Meksiko gibi eyaletleri geri istiyordu. Meksika’nın istemlerini, dünyanın iki süpergücünden biri olan Hindistan destekliyordu. Rusya ise, 1867’de 7.2 milyon Dolar’a ABD’ye sattığı Alaska’yı geri istiyordu; 7.2 milyon Dolar’ı ABD’ye geri verip Alaska’yı topraklarına katacaktı. Rusya; Çin ve Hindistan gibi devlerin karşısında, ‘sıcak denizlere inme emeli’nden çoktan vazgeçmişti; enlemesine genişlemenin ve tüm Kuzey’in hakimi olmanın yollarını arıyordu. Bolivar Birliği’ne ve Rusya’ya karşı, ABD’nin korumanlığını, dünyanın diğer süpergücü Çin yapıyordu. ABD’yi ekonomik durgunluktan kurtaran güç olan Çin olmasa; dünyanın ‘hasta adam’ı ABD, çoktan nalları dikmişti zaten. Çin’in ABD’yi korumasının elbette koşulları vardı: ABD’nin Pasifik kıyılarında Çin askeri üsleri açıldı. Buna karşı çıkan ABD’li ulusalcılara verilen yanıt netti: “Çin ordusu, bizi işgal etmek için değil; bizi yedi düvelden korumak için burada.”
  • 17. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 16 Çin etkisi, askeri üslerle kalmadı; zamanla Amerikan yaşamının her yanını etkiledi: Olağan koşullarda 18 Şubat’ta kutlanan Devlet Başkanları Günü, ABD’nin ilk Çinli- Amerikalı devlet başkanının anılmasına ayrıldı. 13 Ekim’de kutlanan Kolomb Günü yerine, aynı gün, Amerika’yı Avrupalılar’dan önce keşfettiği ileri sürülen Çinli Amiral Zheng Xe’ya ayrıldı. 4 Temmuz’da kutlanan Bağımsızlık Günü, Çin’le Dostluk Günü olarak değiştirildi. İngiltere’de Hint yemeklerinin İngiltere’nin ulusal yemeği olarak kabul edilmesi gibi, Çin yemekleri, Amerika’nın varolmayan mutfağına taze kan getirdi. Televizyonlarda, Çin takvimiyle Amerikan yerli takvimi arasındaki benzerliklerle ilgili uzun tartışma programları oluyordu. Çince’nin ABD’nin ikinci kamusal dili olan İspanyolca’nın yerine kamusal dil yapılması, tüm kamusal belgelerin İngilizce ve Çince olmak üzere iki dilde yazılması, Amerikan Doları’ndaki devlet başkanı resimlerinin Çin-Amerika (dikkat: ‘Amerika-Çin’ değil, ‘Çin-Amerika’. Yeni yayınlanıp tüm devlet birimlerine gönderilen genelgede, Çin’in, her zaman, Amerika’dan önce yazılması zorunlu kılınıyordu. ABD’nin kurtarıcısı Çin’e saygı gösterilmeliydi) dostluğuna vurgu yapacak biçimde değiştirilmesi gibi tasarılar, her gün, artık çift-dilli olarak basılan gazetelerin sayfalarını kaplıyordu. Çin’in ve Hindistan’ın 2100’de tüm ülkeleri geçeceğini 2009’da öngörenler çoktu. Bu konuda öyküler de yazılmıştı. Yorumcular, bir kere, bu iki devin büyük nüfusuna ve baş döndürücü kalkınma hızına dikkat çekiyorlardı. Çin ve Hindistan, bu iki üstünlüğünün ötesinde, yüzlerce üst düzey okul ve araştırma kurumu açtı. Eskiden doktora yapmak ve çalışmak üzere ABD’ye giden milyonlarca yetenekli genç, Çin’i ve Hindistan’ı yeğlemeye başladı. İki dev, en yoksullarını, nüfusu gittikçe yaşlanan, bu nedenle çöküşe giren Japonya ve Avrupa’ya göndererek, yoksulluk sorununu büyük ölçüde çözdüler. Bu arada, Çin, nüfusunun yaşlanmasına ve genç nüfusun gerektiğinden az olmasına neden olan Tek Çocuk Politikası’nı da kaldırdı. İki dev, beyin göçünü tersine çevirerek, dünyanın en nitelikli işgücüne sahip oldular. Çin’in 2003 yılında, Rusya ve ABD’den sonra, uzayda insanlı uçuş yapabilen üçüncü ülke olmasından kısa bir süre sonra, Hindistan da, dördüncü ülke oldu. Böylece uzay gerginlikleri de hafif hafif başladı. Fakat iki dev de, birbirine saldırmaya yanaşmıyordu. Komşu oldukları için, birbirlerine saldırmayı riskli buluyor; karşılıklı bir saldırı sonunda haritadan silinmekten korkuyorlardı. Bu nedenle, kendi aralarında ölçülü bir diplomasi yürütürken; başka ülkeleri, kendileri için savaştırıyorlardı. İşte Çin’in ABD’yi; Hindistan’ın Bolivar Birliği’ni desteklemesi, bu sürecin bir ürünüydü. 2. Soğuk Savaş Dönemi’ydi bu. Bu soğuk savaşa, iki devin de, şirketlerini, ucuz işgücü olan ABD’ye kaydırması eşlik ediyordu. ABD’deki çağrı merkezlerinde çalıştırılan ABD yurttaşlarının Çince ve Hint dillerini konuşmaları, aksanlı oluyor; Çin’deki ve Hindistan’daki yurttaşlar, bu kötü Çince’den ve bu kötü Bengalce’den, Güceratça’dan, Tamilce’den vd. rahatsız oluyorlardı; ama olsun. ABD’nin gerilemesi, Çin’in de Hindistan’ın da işine yaramıştı. Öte yandan, Çin ve Hindistan’da sendikalar güçlü olduğundan, Çin ve Hint fabrikaları, akın akın, ucuz işgücü cenneti ABD’ye kayıyor; bu durum, birçok Çinli’yi ve Hintli’yi işsiz bırakmakla kalmıyor, ABD’li işçilere karşı Çin’de ve Hindistan’da ulusalcı bir dalganın büyümesine de yol açıyordu. Bu işsizler, daha sonra, Çin ve Hint ordularına katılıyor; hem iş sahibi olmuş oluyor hem de ulusalcı duygularına hitap eden bir iş yapmış oluyorlardı. ABD’nin içi, kaynıyordu. Etnik kavgalar ve mezhep ayrışmaları, almış başını yürümüştü. Amerika Yerlileri, kültürel olarak kendilerine yakın gördükleri Çinliler’i ve Çin Ordusu’nu sevinç gösterileriyle karşılamıştı. İspanyol-Amerikalı ABD başkanının dev heykelleri, daha ilk günde yerle bir edilmişti. ABD yurttaşları,
  • 18. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 17 heykelleri kırmak için birbiriyle yarışıyordu. Sökülen taşları, inşaat işçileri, kendi gecekondularının yapımında kullanmak üzere topluyorlardı. ABD’de yaşayan milyonlarca İspanyol ise, Meksika’nın, dolayısıyla, Bolivar Birliği’nin bir parçası olmak istiyorlardı. ABD’nin beyazlarının ve siyahlarının tavrı, karışıktı; çoğunun, Hintli ve Çinli akrabaları vardı. Hergün, bir mezhep, bir başka mezhebin kilisesine intihar saldırısı düzenliyordu; ölmemişleri de yoldan geçenler öldürüyordu. Beyazlar, Kanada’ya kaçıyor; İspanyollar, Meksika’ya sığınmanın bir yolunu arıyor; Siyahlar’sa Afrika’ya dönmeyi düşünüyorlardı. En iyi durumdakiler, Yerliler’di. Onlar, Bedeviler gibi, kentlerden uzak yaşıyorlar; patlayan bombalardan etkilenmiyorlardı. Meksika’nın uyuşturucu kartelleri, Meksika’nın, Bolivar Birliği’ne katılmasıyla, ABD’ye sığınmışlardı. ABD, tümüne yurttaşlık vermişti. ABD’nin düşüncesi, onları Meksika’ya karşı oluşturulacak askeri birliklerde kullanmaktı. Bu, iyi bir düşünce olabilirdi; ancak, ABD, bu kartellerin karanlık ve denetlenemez güçler olduğunu unutmuştu. Bu unutkanlık, ABD’nin sonunu getirdi: Bolivar askerleriyle ABD- Meksika sınırında çatışmaya giren uyuşturucu kartelleri, bu 2. Soğuk Savaş Dönemi’nde, sıcak savaşın başlamasına yol açtı. Küba’nın, Venezuela’nın, Bolivya’nın, Arjantin’in ve daha birçok ülkenin askerlerinden oluşan Bolivar Ordusu’nun, savaşmaktan bıkmış, Vietnam’dan Irak’a, İran’dan Kuzey Kore’ye dek aldığı yenilgilerle moral olarak çökmüş ABD ordusunu yarıp ABD’nin orta eyaletlerine girmesi, çok kısa sürede oldu. Sokaklarda sevinç gösterileri yapanlar, bu kez, ABD’nin İspanyolları’ydı; Çinli-Amerikalı ABD başkanının dev heykellerini tuzla buz ediyorlardı. İsrail yapımı kimyasal silahlar ve ABD’nin daha önce Vietnam’da kullandığı, üç-beş kuşakta engelli doğumlara neden olan portakal gazı bile, ABD’yi kurtarmaya yetmedi. ABD, Bolivar güçlerini püskürtmek için, Hiroşima ve Nagasaki’ye yaptığı gibi, ama bu kez kendi kentlerine, atom bombası atmayı düşünürken; Çin ordusu, devreye girdi. Bolivar Ordusu ile büyük çatışmalara girdiler. Bir yandan da, Hindistan’ın tam desteğini alan Rusya, Alaska’yı ani bir saldırı ile ele geçirmişti. ABD, gafil avlanmıştı. Rusya, Alaska’yı, para vermeden, bedavadan geri almaktan mutluydu. Hindistan’ın dostluğundan öyle hoşnuttular ki, Alaska’da yeni bir kent kurup adını ‘Gandhi-grad’ koydular. Tarihin cilvesi buydu işte: Tam adı ‘Çin Halk Kurtuluş Ordusu’ olan Çin Ordusu, yine bir halk ordusu olan Bolivar Ordusu ile çarpışıyordu; iki tarafın da kurtarmak istediği halk, başka başkaydı. Savaşın Hindistan’a ve Çin’e sıçrayıp birbirini yok etmeye gideceğinden korkan iki dev, sonunda ateşkes imzaladılar. Anlaşma, bu savaşları, sömürgeciler arasındaki yeni paylaşım kavgaları olarak gören 1 Mayıs Partisi’nin gücü nedeniyle tarafsız kalmış Türkiye’de, artık çoktan eskimiş, bu nedenle Asya- Avrupa Müzesi’ne dönüştürülmüş 1. Boğaz Köprüsü’nde yapıldı. Boğaz Köprüsü Anlaşması’na göre, ABD’nin güneyi, Bolivar Birliği’ne; kuzeyi, Çin Halk Cumhuriyeti’ne verildi. Bolivar Birliği, topraklarındaki Çinli azınlıkların toplumsal ve siyasal haklarını tanıma sözü verdi; Çin Halk Cumhuriyeti ise, ülkesindeki İspanyol azınlıkların haklarını koruyacaktı. Alaska’nın özbeöz Rus toprağı olduğu, bu anlaşmayla güvence altına alındı; hatta, ABD, Alaska’yı, uluslararası hukuka aykırı olarak ikiyüz yıldan fazla elinde tuttuğu için, tazminat ödemeye mahkum edildi. Bundan sonra ABD’de ne olur, belli değil. Zaten ‘ABD’ diye birşey de kalmadı. Ülkenin kuzeyi, Çin Birleşik Devletleri; güneyi ise, Bolivar Birleşik Devletleri oldu. Bundan bin yıl sonra, Amerikan ulusalcılarının, “Amerika, kendini yönetecek güçte değil; Amerika’ya manda gerekli” diyenlere karşı, Amerika’nın daha önce bağımsız
  • 19. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 18 olduğunu kanıtlamak için, eski Kuzey Amerika haritalarını bulup çıkarmaları gerekecek; yoksa kim inanır Amerika’nın bağımsız olabileceğine... Yine de, son zamanlarda, Kaliforniya’da bir gerilla hareketi tomurcuklanıyor. Kaliforniya’nın İspanyol olmayan halkları, kolay teslim olacağa benzemiyor. Kaliforniya’nın bağımsızlık yanlısı aydınları, Bolivar Birliği’ne ve Çin’e karşı savaşmak için, Vietnam’ın ve Irak’ın ABD’ye karşı direnişlerini ayrıntılı olarak inceliyorlar; bu iki direnişteki gerilla yöntemlerini uygulamaya çalışıyorlar. Kaliforniyalı direnişçilerin en ünlü sloganları, yıllanmış parti sandıklarından çıkma: “Ernesto’ya bin selam, daha fazla Vietnam!” Ne günlere kaldık ey Özgürlük Anıtı... Artık, Dünya’da ABD de bölüşüldükten sonra, paylaşılacak pek bir yer kalmamıştı. İki dev, bundan sonra, paylaşım kavgalarını uzaya yoğunlaştıracaklardı. İlk adım, elbette, stratejik öneme sahip olan Ay’ın paylaşılması olacaktı. Dünya savaşı çıkacağına ay savaşı çıkması yeğdir, biz dünyalılar için; öyle değil mi ama... 04.05.2009 Ho Çi Min Kenti, Vietnam
  • 20. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 19 İnsanları Ayakkabılarından Tanıyan Adam Bu olayın Afrika’da geçtiği söyleniyor, ama dünyanın hemen hemen her yerinde geçmiş olabilir aslında. Görünürde, olayın başkişisi, ülkenin dahi başbakanı. Dahi başbakan, birçok dahide de olduğu gibi, garip huylara sahipmiş. İnsanların yüzlerini anımsayamaz, ama onları ayakkabılarından tanırmış. Onun için, insan bedeni, yalnızca ayaklardan oluşurmuş; dünyayı, sanki bir kamera, yalnızca ayakları çekiyor gibi görürmüş. “Dost, başa; düşman, ayağa (bakar)” derler, ama o, dostunun da düşmanının da ayağına bakarmış. Halk da yöneticiler de bu garip huyunu çok yadırgarlarmış; yine de başbakanı severlermiş; çünkü o, bir dahiymiş; ülkenin yerli yapımı ilk füzelerini ve uydularını yapıp ülke adına göğün enginlerine atan adammış. Egemenler de severmiş onu; çünkü başbakan, dahi de olsa, toplumsal ilişkilerde zayıfmış; onu kandırmak, çok kolaymış; herkesin iyi niyetli olduğunu sanırmış. Bir kere, ayakkabı renkleri, önemli bilgiler verirmiş ona; sonra, düz mü, bağcıklı mı, çıtçıtlı mı, yapışkanlı mı, ona bakarmış. Zaten kimilerinin spor, kimilerinin iş ayakkabısı giymesi; kimi ayakkabıların ucuz, diğerlerinin pahalı olması; kimilerinin kadın, kimilerinin erkek, kimilerinin çocuk, kimilerininse erkeklerin de kadınların da giyebileceği ayakkabılardan olması, işini çok kolaylaştırırmış. Sonra, ayakkabının tasarımına bakarmış. Sivri burunlu mu, düz burunlu mu, arkası nasıl; ve elbette, malzemesi, lastik mi, deri mi vb… Bunların hepsi ama hepsi, bir şimşek çakımında uyanırmış dahi başbakanın beyninde, insanlarla karşılaştığı zaman. Bundan sonra, ayakkabının yıpranmışlık düzeyine bakarmış. Yeni-eski ayakkabı ayrımının ötesinde, ayakkabının özellikle nerelerinin eskidiğine bakarmış. Ama bir ayakkabı türü varmış ki, işte onu ayıramazmış: Postallar. Postallılar, sabah-akşam, postallarını boyadıklarından; hep, bakımlı olduklarından; hep aynı renk ve kalıpta postal giydiklerinden; dahi başbakan, postallıları bir türlü ayırt edemezmiş. Öyle olurmuş ki, hükümet başkonağında, emireri bile odasına girse, genelkurmay başkanı sanıp saygı duruşunda bulunurmuş. Genelkurmay başkanını da emireri sandığından, işler hep sarpa sararmış. Dahi başbakanın bu huyu, garip elbette. Bu garip huyun altını kazmak istersiniz diye, dahi başbakanın üniversite hocası olduğu yıllara gidelim: Dönem sonunda, bir öğrenci, dahi hocayı görür. Hoca, onu tanımak için, bir, ayağına; bir de yüzüne bakarken, öğrenci, “hocam, ben bütün derslerinize girdim, tartışmalara etkin olarak katıldım, yine de dersinizden kaldım, nasıl olur?” demiş. Dahi hoca da, “o zaman başka ayakkabı giymişssin!” demez mi?! O zaman öğrenci üstelemiş: “Hocam, siz öğrencileri neden ayakkabılarından tanıyorsunuz?” Bunun üzerine dahi hoca, “siz, gençsiniz; izlentilere uyup sürekli, saçınızı başınızı değiştiriyorsunuz; ama ayakkabılarınızı nadir olarak değiştiriyorsunuz. Saçınız değişince, yüzünüz de görünüşünüz de değişiyor. Ayakkabılarınız, daha güvenilir” demiş. Dönelim postallılara: Ülkede çeşit çeşit ayakkabı, sokakları turlarken ve dahi başbakan, insanları rahatlıkla ayırt edebildiği için mutlu mesut yaşarken; bir gün, postalların sayısının arttığını görüp şaşırmış ve daha sonra, ülkeye ordunun elkoyduğunu öğrenmiş. Artık ne sokakta ne de hükümet başkonağında, postal dışında ayakkabı görmek ne mümkün… Daha da kötüsü, dahi başbakandan da postal giymesini istemişler. İşte bu, dahi başbakan için çok zor olmuş. Postalları ayırt
  • 21. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 20 edemeyen dahi başbakan, kendisini de ayırt edemez olmuş. Kendi ayağına baktığında, saygı duruşuna geçer olmuş. Sokaklarda yalnızca postal görülürken, insanlar, aslında, evlerinde, gizli gizli, takunya giyerlermiş. Sonra bir gün, takunyalılar, topluca sokağa çıkmışlar; hükümet başkonağını sarıp başpostallıları tutuklamışlar. Bu kez, sokaklar ve hükümet başkonağı, takunyalılarla dolup taşmış. Bir süre sonra, bir tane postal bile görülmez olmuş. Ama fabrikalarda, işyerlerinde, okullarda, insanın varolduğu ve varolacağı her yerde, insanlar, içlerinden “ne postal ne takunya” diyorlarmış; bu ikisi yerine, çıplak ayakla dolaşıyorlarmış. Takunyalılar tarafından yakalandıklarında falakadan geçirilip zorla takunya giydirilen bu çıplak-ayaklıların ne zaman iktidarı alacağı belli değil. Ama dahi başbakan, bize, şu sözü verdi: “Çıplak-ayaklılar başa geçerse, insanları ayakkabılarından tanıma huyumdan vazgeçeceğim; çünkü insanı insan yapan, elleridir. Çıplak-ayaklıların yalnızca ayakları değil, elleri de nasırlı olur. Tüm insanlar, ellerinden ibarettir zaten. Elleri tanımayı öğreneceğim.” Dahi başbakan, sözünü tutar mı bilmiyoruz; ama bize, insanlığın kurtuluşunun, çıplak-ayaklılarda olduğunu söyledi. 30.04.2009 Ho Çi Min Kenti, Vietnam
  • 22. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 21 İstanbul’da 1 Milyon Bangkoklu; Bangkok’ta 1 Milyon İstanbullu... Nedenini bilmiyorum –gizli anlaşmalar yapıldığı söyleniyor-; ancak, Tayland hükümeti ile Türkiye hükümeti arasında imzalanan anlaşmayla 1 milyon Bangkoklu’nun İstanbul’a; 1 milyon İstanbullu’nun Bangkok’a yerleştirilmesi, iki ülkeyi de geri dönülmez bir biçimde değiştirdi. Bir kere, İstanbul’da her sokak başına, daha ateşli hizmetler de sunabilecek masaj salonları açıldı. Kentteki tecavüz oranı sıfıra inerken; geleneksel evlilikler, Rus güzellerinin arz-ı endam ettiği Karadeniz kentlerinde olduğu gibi, tam da orta yerinden çatırdayıverdi. İstanbul erkeği, “ben Türk’üm” ya da “ben Kürt’üm, bana bir şeycikler olmaz” diye düşünerek AİDS kaptı; İstanbul hastanelerinde özel AİDS birimleri açmak kaçınılmaz oldu. Kentte, namus cinayeti diye bir şey kalmadı; kadınlarla yatmak isteyenler, gencecik kızları kandırıp sonra onların namus cinayetine kurban gitmelerine neden olmak yerine, masaj salonlarına gidip işlerini görüyorlardı. Ancak, Bangkoklular’ın gelişi, İstanbullu geleneksel evli kadınların intiharlarını da arttırdı. Eşlerini evde tutabilmek için, daha nitelikli olmaları gerekiyordu. Artık, güzel yemek yapmak yetmiyor; yatakta da Bangkok güzellerinden aşağı kalmamaları gerekiyordu. Çağdaş kadınlara ise, Bangkoklular’ın gelişiyle gün doğmuştu. Onlar, mutlu olmak için, artık, geleneksel kafalı erkeklerle evlenmek ve hatta kazayla çocuk yapıp ömürleri boyu pişman olmak zorunda değillerdi. Masaj salonları, onlara da açıktı. Birçok tutucu için, bu yeni İstanbul, mide bulandırıcı olsa da; çoğunluk açısından herşey yolundaydı. Suç oranı düşmüştü. İstanbul, laylaylom bir topluma –ya da Taycası’yla ‘sabay sabay’ bir topluma- dönüşüyordu. En büyük fark, İstanbul trafiğinde görülüyordu. Trafikte çok sakin olan, birbirine sövüp saymayan, birbirlerini yumruklamayan Bangkoklular, ilk başta, İstanbul trafiğini çok yadırgamışlardı; ilk aylarda, trafikte dayak yiyen çok Bangkoklu oluyordu. Ama masaj salonları etkisi, yavaş yavaş, İstanbul yollarına da yayıldı; İstanbullular, trafikte sorun yaşadıkları Bangkoklular’la çok kibar konuşmaya başladılar. Sonra bu kibarlık, Bangkoklu olsun İstanbullu olsun herkesle konuşmada sergilenmeye başlandı. Artık, İstanbul yollarında bağırana çağırana raslanmıyordu. Bir insan, yolda bağırıp çağırıyorsa, insanlar, “hemşerim, sen İstanbullu değilsin herhalde?!” diye kibarca uyarıyorlardı. Bağırıp çağırmak, İstanbul dışından olmanın belirtisi olarak algılanıyordu. Yalnızca trafik mi?! İstanbullular, eşcinsellere ve travestilere kem gözle bakmayı da bırakmışlardı. Duy da inanma! Öyle ya, Bangkoklular arasında bir sürü eşcinsel ve travesti vardı. Cinsel baskı düzeneklerinden artık neredeyse tümüyle kurtulmuş İstanbullular’ın eşcinseller ve travestiler için “onlar da insan, biz de insanız” deyişi, inanılmayacak düzeyde büyük bir değişim değilse ne idi?.. Bunu söyleyenler, geçtiğimiz yıllarda, bir travestinin öldürülmesinden sonra, “haydi demokratlar, “hepimiz ibneyiz” diye pankart açın” diyen aynı kişiler değil miydi?! Hatta bu aynı kişiler, Uluslararası Eşcinseller ve Travestiler Şenliği’nin İstanbul’da, Taksim’de yapılması için önayak oldular. Hükümet, İstanbul’da bu kadar büyük bir değişim beklemese de ve hatta bu nüfus değişimi tasarısına imza atıldığı için ilk başta pişman olunsa da, Bangkoklular’ın
  • 23. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 22 Türkiye’nin devlet başkanına krallarıymış gibi taparcasına bağlılık duyması, hükümetin yüzünü güldürüyordu elbette. Keşke tüm Türkiyeliler de, hükümet ne derse onu yapacak yücelikte olsaydı; keşke herkes “10 mekik, 10 şinav çek” denildiğinde, kaytarmanın yolunu aramasaydı… Fakat, İstanbul’daki Bangkoklular’ın siyasallaşması geç olmadı. Kendi ülkelerinde de konuk oldukları ülkede de, kendilerine, darbecilerle, adları binbir türlü yolsuzluğa karışmışlar arasında bir seçim yapmak dışında bir yol çizilmemişti. Onlar da, kendi ülkelerinde olduğu gibi, kırmızı t-gömlekliler ve sarı t-gömlekliler olarak ikiye bölündüler ve aynı biçimde ve fakat değişik renklerle, darbeci kırmızılar ve yolsuz yeşiller olarak ikiye ayrılmış İstanbullular’la ortak hareket etmeye başladılar. Şöyle ki, darbe yanlısı Bangkok sarıları ile İstanbul kırmızıları biraraya gelip turuncuları oluşturdu; onlar da, turuncu ‘devrim’lerde olduğu gibi, hükümeti darbeyle ele geçirmeyi hedefliyorlardı. Yolsuz ‘demokrat’ Bangkok kırmızıları ile İstanbul yeşilleri biraraya gelip kahverengileri oluşturdu. Sultanahmet Meydanı, bir, turuncuların; bir, kahverengilerin eylemleriyle çalkalanıp duruyordu. Olaylar, tam da, aynı yerde, İ.S. 531-532’de gerçekleşmiş Nika Ayaklanması’na benziyordu. O zamanlar, bugünkü Sultanahmet Meydanı, at yarışı alanıydı. At yarışlarında dört takım olurdu: Maviler, kırmızılar, yeşiller ve beyazlar. Dönemin Bizans İmparatoru I. Jüstinyen (527-565) –ki ironik bir biçimde, Medeni Hukuk’un da temellerini atmıştır-, beyazları tutuyor. 531’de bir yarış sonrasında olaylar çıkıyor; maviler ve yeşiller, bu olaylardaki ölümlerden sorumlu tutuldukları için tutuklanıyorlar. Tutuklananların çoğu asılıyor. 10 Ocak 532’de bir mavi, bir de yeşil kaçıyor ve manastıra sığınıyor. Bir linç kalabalığı da manastırı sarıyor. İmparator, halk desteği nedeniyle, son iki idamı, ömürboyu hapse çevirmek zorunda kalıyor ve 13 Ocak’ta yeni bir yarış düzenleneceğini duyuruyor. Saray, at yarışı alanının yakınında; İmparator, yarışı, saraydan izliyor ve İmparator’a daha baştan küfür ediliyor. Aynı günün sonunda, kalabalık, saraya saldırıyor. İmparator’a karşı ayaklanmaya, kimi meclis üyeleri de katılıyor; çünkü yeni vergilerden rahatsızlar. Bunlar, İmparator’dan, başvergitoplayıcıyı ve Jüstinyen yasalarını oluşturan başhukukçuyu kovmasını istiyorlar. Komutan Belisarius komutasındaki Bizans Ordusu, 30,000 ayaklanmacıyı, Sultanahmet’te kılıçtan geçiriyor. Ayaklanma, 18 Ocak’ta işte böyle bastırılıyor. Ayaklanmacı meclis üyeleri de sürgüne gönderiliyor. İşte Sultanahmet’in turuncu ve kahverengi eylemcileri, Nika Ayaklanması günlerini anımsatıyorlardı. Olaylar ne kadar büyür; sürgüne gönderilirler mi; 30,000 kişi, kılıçtan ya da dipçik darbelerinden geçirilir mi, şimdiden bilmek zor; ancak, turuncuların Sabiha Gökçen Havaalanı’nı, kahverengilerin Atatürk Havaalanı’nı işgal ettikleri gün, İstanbul’un 2,500 yıllık yazılı tarihinde Nika günlerinden sonra en hareketli gün oldu. Üstelik, birçok eylemci, Tay boksu öğrenmiş olduğu için, olaylar, eskisine göre daha kanlı seyretti. İstanbul’da yaşayan Bangkoklular’ın iki büyük sorunu, hava ve din idi. Mayıs’tan Kasım’a yağışlı mevsim, Kasım’dan Mayıs’a yağışsız mevsim yaşayan ama hep sıcak, hep sıcak bir ülkeden gelen Bangkoklular’ın İstanbul’un Aralık’ında, Ocak’ında tir tir titremeleri, yürek parçalıyordu. Ülkelerinde yaz’ın, Mart ile Mayıs arasında olduğu –ki yaz, ‘sıcak’ değil ‘en sıcak zaman’ anlamına gelir, çünkü onların ülkeleri zaten hep sıcaktır- bu sıcak, bu güleç insanların Haziran-Eylül arasını yaz olarak benimsemeleri de uzun zaman aldı.
  • 24. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 23 Dahası, İstanbul’da Bangkoklular’ın gidebileceği Budacı tapınakları bulunmuyordu. Ülkedeki tek Budacı tapınağı, Bitlis kentinin Ahlat ilçesinde, bundan 700-800 yıl önce Moğollar’ın yaptırdığı tapınaktı. Ama o da, İstanbul’a bir hayli uzaktı. Bu nedenle, Bangkoklular, İstanbul’da kendi tapınaklarını kurmaya başladılar. Hükümet, ilk başlarda, buna tepki göstermedi. Osmanlı hoşgörücülüğü altında bu tapınakların açılmasına destek bile verdi. Hatta Osmanlı döneminde varolmayan bir inancı korudukları için kendilerini Osmanlı’dan iki adım ileri bir adım geri saydılar. Dahası, Diyanet’te Alevilik ve İsacı mezhepleri yanında Budacılık’ın da temsil edilmesi tasarıları tartışılıyordu. Buna göre Diyanet, Budacı rahipleri ülke koşullarına uygun bir biçimde eğitmek ve tapınaklara atamak yetkisinde olacaktı. Artık, İstanbul’un meydanlarında kuş yemi satan ve dilenen Budacı rahipleri görmek, oldukça sıradan bir olaydı. Rahipler, turuncu eylemcilerle karıştırılmamak için turuncu yerine beyaz giyiyorlardı. Böylece, İstanbullular’a, Budacı rahipten çok, derviş gibi görünüyorlardı. Rahipler, kirlenen beyaz giysilerini gösterip “işte ömrümüz, giysilerimiz gibi kirli! Bizi arınmak kurtarır!” diye konuşmaya başladıklarında, ilahi adalet tüccarlarının çektiği filmleri izlemekten bıkmış olan ama yine de ruhsal bir kurtuluş yolu arayan binlerce İstanbullu, onları, meydanlarda, yemlere saldıran kuşların arasında bağdaş kurup dinlemek için sıraya giriyordu. İstanbul’un daha barışçıl bir kent oluşunu, bir de buna bağlamak, yanlış olmaz herhalde. Ama bir süre sonra, hükümet, binlerce İstanbullu’nun Muhammedcilik’i bırakıp Budacı oluşunu kaldıramayıp düğmeye bastı; birçok Budacı tapınağı kapatıldı; rahipler, ülkenin birliği ve bölünmez bütünlüğünü parçaladıkları gerekçesiyle gözaltına alındılar. Ancak, Budacı rahipleri canları gibi seven onbinlerce İstanbullu, rahiplerin gözaltında tutuldukları karakolların önünde bir aya yakın, gece gündüz, nöbetleşe oturma eylemi yapınca, hükümet, geri adım attı; rahipler salıverildi; tapınaklar, yeniden açıldı. Bütün bu kahverengi-turuncu atışmalarına ve rahiplere yapılan baskılara karşın, İstanbullular, Bangkoklular’ın İstanbul’a gelişiyle daha mutlu bir yaşama sahip olmuşlardı; bu nedenle, bu nüfus değişimi kararını imzalayan devlet başkanının partisi, bir sonraki seçimde İstanbul’dan % 80 oy aldı. “Bu gidişle, bir elli yıl kadar daha, % 80 oy almayı sürdürürler” diyorlar. Gelelim Bangkok’taki İstanbullular’a... Aslında çok fazla anlatacak bir şey yok: İlk başlarda Bangkok camileri, 1 milyon İstanbullu’nun Bangkok’a yerleşmesi nedeniyle dolup taşıyordu. İğne atsanız yere düşmesini bırakın, o kadar kalabalıktı ki, iğneyi bile atamıyordunuz. Bu nedenle, Tayland hükümeti, Bangkok’ta yeni camiler açmayı bile düşündü. Fakat birkaç ay sonra, masaj salonlarındaki İstanbullular’ın sayısı, camilerdeki İstanbullular’ın sayısını geçti. Bangkok’taki tavuk ve balık tüketiminde de büyük artış oldu; çünkü camiler yerine masaj salonlarını dolduran aynı İstanbullular, önlerine konan etlerin inek mi domuz mu olduğunu ayırt edemediklerinden, işi güvenceye almak için, heryerde tavuk ve balık yiyorlardı. Artık, Bangkok’un yollarında, büyük kazalar ve kavgalar oluyordu. İstanbullular, Filipinler’in başkenti Manila’dan sonra dünyanın ikinci en kötü trafiğine sahip Bangkok’ta “arabalar bir saattir ilerlemiyor” diye, öndeki araçların sürücülerine saldırıyorlardı. Burası, İstanbul değildi; ama bunu anlamak için çok geçti. Yoldaki kavgalar dışında, İstanbullular’ın Bangkok’a gelişi, Bangkok’ta bir İstanbul mafyasının türemesine de yol açtı. Yumuşak huylu, güler yüzlü insanların kenti Bangkok’ta, en çıtkırıldım İstanbullu bile aslan kesiliyor; küçük bir olayda bile, pazusunu, tekmesini konuşturuyordu. Uyuşturucuların görece serbest olduğu kentte,
  • 25. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 24 hergün onlarca İstanbullu’nun uyuşturucu baskınlarında yakalandığı bildiriliyordu haberlerde. Tayland hükümeti, İstanbullular’ı geri yollamak için bir hal çaresi düşünmekte. Bakalım ne yapacaklar... 27.04.2009 Ho Çi Min Kenti, Vietnam
  • 26. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 25 Bümbüyüklerle Kümküçükler... Dondurmacıların bir oyunu olmalıydı bu. Hava, çok sıcaklamıştı. Havalandırmanın bir yararı yoktu; hava, zenginleri bile serin konaklarında terletecek kadar sıcaktı. Ülkenin yoksulları böcek gibi ölürlerken, durumdan en çok yakınanlar, gösteriş yapmak için, özel üniversitelerde aşağı sınıflardan, pis kokulu öğrencilerle okuyan sosyete kızları oldu. Birazcık terlediklerinde yıkanacak yer arayan, o da olmazsa üstlerine bir kilo koku süren sosyete kızlarının bu insanı kendinden geçiren kokuları bile, ter kokularını ve ölü bedenlerin mide bulandırıcı kokusunu bastıramıyordu. Hükümet, sonunda, ölümlerin önüne geçmek için, giysi giymeyi yasakladı. Bir tek, özel kumaştan yapılan şapkayı giymeye izin vardı. Mezartaşlarında olmasa bile toprak altında eşit olan yoksullar ve varsıllar, bir anda yeniden ayrıştılar: Memeleri büyük kadınlar ve çükleri büyük erkekler, en çok saygı görenlerdi. Bunlar en çok arzulananlar oldukları için, kısa sürede ünlü oldular; daha sonra da zengin oldular. Hatta içlerinden ‘Vajina Diyalogları’ ve ‘Penis Kasılmaları’ adlı müzik albümleri yapanlar bile oldu. Giysiler gidince yeni bir dünya kurulmuştu. Eski zenginlerin varlığından eser kalmamıştı; küçük memeleri ve küçük çükleri önde yürüyüp gidiyorlardı. Küçük memeliler ve küçük çüklüler, çareyi, kendilerini başka alanlarda geliştirmekte buldular. Toplumda dışlanmışlıklarını içli şarkılara ve şiirlere vurdular; çoğunluk, onların ağlatılarını dinlerken; büyük memeliler ve büyük çüklüler, yüksek sanat yapıtlarıyla güzide sanat ortamlarını kasıp kavuruyorlardı. Büyük memeliler ve büyük çüklüler, kuşaklar boyu kendi aralarında çiftleşe çiftleşe arayı iyice açtılar. Büyük memelilerin torunları, bümbüyük memeli olurken; büyük çüklülerin torunları, bümbüyük çüklü oldu. Küçük memelilerin torunlarının kümküçük memeli olduğunu ve küçük çüklülerin torunlarıın kümküçük çüklü olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Bu arada, bümbüyük memeliler ve bümbüyük çüklüler daha çok çocuk yaptıklarından, bümbüyükler bir süre sonra çoğunluk oldular. İşte zaten asıl sorun, onlar çoğunluk olduktan sonra çıktı: Çoğunluğun artık bümbüyük memeli ve bümbüyük çüklü olduğu ülkede, yönetime gelmek isteyen öyle çok bümbüyük vardı ki, kendilerini daha özel, daha farklı gösterme gereksinimi duydular. İçlerinden biri çıktı ve “bümbüyük memeli ya da bümbüyük çüklü olmak yetmez, büyük beyinli olmak da gerekir” dedi. Bunu söyleyen bümbüyük, beyninin büyük olup olmadığını bilmiyordu; ama çıkmıştı ağzından bu söz bir kere... Kendilerini özel kılma çabasındaki milyonlarca bümbüyük, bu bümbüyük düşüncenin peşinden koştu. Sonunda talep öyle bir arttı ki, her köşe başında beyin ölçüm istasyonları açılır oldu. Gelin görün ki, bümbüyükler içinde yapılan ölçümlere göre, büyük beyinli, pek yoktu. Beyin, meme ve çükten elbette farklıydı: Beyin, dışarıdan görünemezken; giysilerin yasaklandığı ülkede meme ve çük rahatlıkla görülebiliyordu. Bümbüyükler, kendilerinin özel olduklarını düşündüklerinden, beyinlerinin büyük çıkacağından eminlerdi; ancak, evdeki hesap çarşıya uymadı. Ama dediğimiz gibi, beyinle meme ve
  • 27. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 26 çük bir değildi. “Beynim büyük” diye yalan söylemek kolaydı; nasılsa beyin, dışarıdan görünemiyordu. Oysa “yiğidin malı meydandadır” (haydi buna “dilberin malı meydandadır” diye bir ek yapalım) sözünü doğrular biçimde, meydanda olan malın yalanı olamıyordu. Gerçek şuydu: Bümbüyükler, ömür boyu, memeleri ve çükleri için değer verilmeleri nedeniyle, ve meme ve çük muhabbeti dışında bir iş yapmadıkları için beyinsizleşmişlerdi. Sanki doğa, onların çüklerine ve memelerine beyinlerinden alıp vermişti. Bümbüyükler, sahte raporları ellerinde, beyinlerinin ne kadar büyük olduğundan övünür olmuşlardı heryerde. Meme-çük muhabbeti yapan, pek kalmamıştı. Yalnızca, kümküçüklerin en küçükleri, “zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış” misali, hala, bümbüyüklerin memelerinin ve çüklerinin ne kadar büyük olduğundan söz ediyordu. İşte bu nokta, bu bümbüyükler ülkesinin dönüm noktası oldu: Bümbüyüklerin herşeyine özenen kümküçükler, beyin ölçüm istasyonlarına gider oldular gizli gizli. Şu işe bakın ki, küçük çüklü, küçük memeli kümküçüklerin beyinleri büyük değil bümbüyüktü! Memeleri ve çükleri küçük olduğundan, kendilerini başka alanlarda geliştirmek zorunda kalmışlardı. Meğer doğa, onların memesini ve çükünü, beyinlerini geliştirsinler diye küçük bırakmıştı. Memeleri-çükleri bümbüyüklerin beyin ölçüm raporlarının sahte olduğu bir bir ortaya çıkarken, memeleri-çükleri kümküçük, beyinleri bümbüyüklerin yıldızı parlamaya başlamıştı. Beyinleri bümbüyükler, beyinlerinin bümbüyüklüğünün, meme ve çük kadar meydanda olmasını sağlamak için, bir barkod geliştirdiler. Bu barkod, küçük bir daire biçimindeydi ve beyinleri bümbüyükler, bu barkodu, Hintli kadınların kaşlarının ortasına koyduğu o ünlü noktalar gibi –ki bu noktalara ‘bindi’ dendiğine Hintli bir hanım dikkat çekiyor-, kaşlarının tam da orta yerine dövme olarak yaptırmaya başladılar. Böylece, bir insanın beyninin büyük ya da bümbüyük olup olmadığı, iki kaşının arasına bakınca şıp diye anlaşılıyordu. Artık insanlar, yolda yürürken, kadınların göğsüne ve erkeklerin belaltına değil, kadın-erkek tüm insanların kaşlarının arasına bakar olmuşlardı. Sonra ne mi oldu? Bilmiyoruz. Göreceğiz ne olacak. Benim tahminim, kaşı noktalıların kendi aralarında kuşaklar boyu çiftleşmeleri sonucu, beyni bümbüyüklerin torunlarının aşırı zeki; memesi ve çükü bümbüyüklerinse aşırı salak olacağı. Ya da belki bu kuşaklar boyu çiftleşmeler, zaten geçen yüzyıllarda sürmüş ki, günümüzde memesi ve çükü bümbüyükler aşırı salak. Bu öyküyü kaş arası sınavlarının yazılı bölümü için hazırladım (bümbüyük beyinlilerin sayısı artınca, bir de sınav eklediler barkod takmak için). Bu öykü sayesinde kaşımın arasına bir nokta gelir mi bilmem. Ama bilimcilere göre, önemli olan, beynin büyüklüğü değil, işlevidir; önemli olan, beynin kıvrımlarının çokluğu, beynin kimyasal ve biyolojik karmaşıklığıdır. Yani sınavdan geçemezsem, gazetelere tam da böyle açıklama yapacağım. Ve benim gibi, sınavı geçemeyecekler, bu düşüncemin peşinden koşacaklar, eminim. O zaman, ülke, çok kıvrımlı (beyinliler) ve az kıvrımlı (beyinliler) olarak ikiye ayrılır mı bilmem. Ama sınavı geçersem, size diyeceğim, “önemli olan, elbette, beynin bümbüyüklüğüdür; gerisi, ayrıntıdır. Bu kadar araştırmacı yanlış biliyor olamaz! Beynin bümbüyüklüğü sözkonusu olursa, gerisi ayrıntıdır.” Yani demem o ki, bana sınavı geçirtmezlerse ülkeyi alt üst edeceğim; onun için, geçirseler daha iyi olur...
  • 28. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 27 23.04.2009 Ho Çi Min Kenti, Vietnam
  • 29. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 28 Çocuk, Çocuk, Lanet Olası Çocuk... 5 yıl önce o romantik lokantada oturup geleceği düşündüğümüzde, en çok da, bir hafta içinde bu kadar yakınlaşmamıza şaşmıştık. Nasıl olmuştu da yıllarca bekleyen sen ve yıllardır evli olan ben, aynı masada oturmuş, geleceği düşünürken, birlikte çocuk yapma konusuna gelmiştik?.. Bu, senin doğurganlığının son yılları nedeniyle, uygun bir eş arama telaşı içinde olmandan ve benimse kronik mutsuz bir evlilikte debelenip durmamdan kaynaklanıyor olabilir miydi? Sana sorduğumda, “hayır” demiştin, “biz çok uyumlu bir çift olabiliriz; daha ilk dakikadan beri, birbirimize çok yakınız. Başka kimse mutlu etmedi bizi böyle.” Doğru muydu? Evet doğruydu. O evde suratı asık, bir aşağı bir yukarı dolanan adam, senin yanında çocuklaşıyordu. Önce dedik ki, “ilişkimizi saklayalım”. Sakladık saklamasına ama karımın durumu anlaması zor değildi. Ve onun, ilk görüştüğümüz gece, eve döndüğümde, bir tekila devirdiğini, sabaha kadar ağladığını, komşuların gürültüden kapıya dayandığını sana elbette söylemedim. Ertesi gün, en önemli belgelerimi işyerine taşıdığımdan ve akşam evde yine olay olur diye bir otelde kendi başıma yer ayırttığımdan haberin olmadı. Çünkü sen, karımın senin yüzüne asit atmasından korktun. Oysa senden önce çoktan bitmiş bir evlilikti bu. Gönlün bende olsa da (bana öyle demiştin), benimle daha fazla görüşmekten rahatsız oldun. “Anla beni” dedin, “ben evli olsaydım sen ne hissederdin?!” Seni anlıyordum ve istedim ki ben boşanıncaya kadar birbirimizi daha fazla tanıyalım ve sonra, kimbilir, benim gibi bir hayta bile, senin güzelim gözlerin uğruna bir ev kedisine dönüşebilirdi... Neredeyse dönüşecektim... Sonra o romantik lokantaya oturduk ve gerçek yaşını öğrendim. Benden 3 yaş büyük olmana karşın, benden 3 yaş genç göstermene şaştık... Ve benim gibi, kesinlikle çocuk yapmak istemeyen bir adama, yaşının ilerlediğini, bir an önce çocuk yapmak istediğini söyledin. Ailen böyle istiyordu, sen çok istediğinden değil. Sen, çocuk yapmak değil, ana-babana torun yapmak istiyordun... Şaşaladım elbet... Benim çocuğum olacaktı ha? Olurdu, neden olmasındı, o gözlere ömürboyu bakmamı sağlayacaksa neden olmasın... Sonra ne oldu, neden ayrılmıştık biz? Sen benimle daha fazla görüşmek istememiştin. Ben boşanana kadar beklemeye söz vermiştin; sonra neden küsmüştük biz? İkimiz de çok yaşlıyız artık, çıkartamadım neden küstüğümüzü... Sonra seni bir erkekle dolaşırken gördüm, bir yandan üzüldüm, seni yüklü görürsem nasıl kahrolacağımı düşündüm; bir yandan da sevindim senin için. Sonunda çocuğun olacaktı. Yoksa, tutup benim gibi bir haytayla evlenip de çocuk yapmasaydın, ömrünün geriye kalanında sürekli mutsuz olup lanet okuyacaktın bana... Onun yerine çocuk yapsaydık, bu kez de ben lanet okuyacaktım sana... Neden? Çünkü o zamanlar şöyle düşünürdüm: Bebek, bir insanın ömrünü kilitler. Sonra, çocuk, büyüyüp senin hiç istemediğin türden bir insan olabilir. Hepsinden önce, insanlar doğarken, kimse onlara dünyaya gelmek isteyip istemediğini sormaz. Doğum, ana-babaların bencilliğinin bir ürünüdür. Kendileri için çocuk isterler ama çocuğun dünyaya gelmeme hakkı yoktur. Hatta biliyor musun, doğarken kendisine bu hak verilmediği için ömrü boyu mutsuz olmuş bir arkadaşım vardı: Kendi canına kıymaktan utanıyor ve korkuyor ama yaşamak da istemiyordu. Bunun için günlerce, bol akıntılı ırmağın
  • 30. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 29 kıyılarında dolaştı. Neden? Çünkü ırmakta sürüklenen bir çocuk görürse, kendini sulara atacak, çocuğu kurtaracak; yüzme bilmeyen bir insan olarak, kendisini sulara bırakacaktı. Ama insanlar bunu farketmeyip kendini çocuğu kurtarmak için feda ettiğini sanacak ve onu kahraman ilan edeceklerdi. Bu arkadaşım, birgün gerçekten böyle öldü. Şu ilerideki heykeller onun adına dikildi. Bir kahraman değil, bir yaşama isteksizi olduğunu senin dışında kimseye anlatmadım... Ne diyordum: Doğum, ana- babaların bencilliğinin ürünü. Yalnızca o da değil; ana-babalar, sanki çocuk için en iyi koşulları yaratacaklarmış gibi iyimserdirler. Ondan sonra dünyaya gelir çocuk, ne olur?.. Binbir yoksunluk içinde büyür gider... Her neyse, işte bu nedenlerle, çocuk istemezdim o zamanlar. Çocuk büyüyünce, daha iyi koşullarda yaşayanları görüp her gün milyonlarca kez babasına yani bana küfretsin istemedim... Anımsa! Bütün muhabbet, aramızdaki şakadan çıkmamış mıydı? Sana gelecek tasarılarını sorduğumda, bana temel hedefinin çocuk yapmak olduğunu söylememiş miydin? Ben de sana, çocukları sevdiğimi; çocuk yapmayı sevmediğimi; başkasının çocuğunu sevmeyi yeğlediğimi; ama yardımım gerekiyorsa, seninle çocuk yapabileceğimi; ama birlikte büyütemeyeceğimizi söylememiş miydim? Önce katıla katıla gülmemiş miydik buna... Sonra nereden ciddileşti konu? Gittin dedin ki, “ben yalnızca çocuk yapmak istemiyorum, bir koca istiyorum, bir aile kurmak istiyorum”... Sonra nereden çıktı ağzından “seninle çocuğumuz olursa, en azından, zeki bir çocuk olur” sözü?.. Çocuk yapmakta gecikmen, bundan kaynaklanmış olmasın... Hep yüksek olmadı mı beklentilerin baba adaylarından?.. Yoksa zaten çoktan bulurdun bir koca, bu güzelliğinle... Hatta zaten, o gün, bana, “tamam, kocaya gerek yok, çocuk yap benimle, ben kendim bakarım” deseydin, ona da razıydım. Ve hatta yumuşak kalpli olduğumdan, bebek bir kez dünyaya geldi mi, elbette bırakıp gidemezdim seni ve yavrumu... Bir ev kedisi gibi uysallaşır, gözlerinden başka gözlere bakmazdım. Son gün karar vermiştin. Benimle yürütemeyeceğini düşünmüştün. Çocuk isteği baskın gelmişti; aslında, çocuğu isteyen sen değil ailen olduğuna göre, “ömrünü hep başkaları için yaşarsan hiç bir zaman mutlu olamazsın” demiş olmalıyım sana. Sense, “senden iyisini bulamam. Kahretsin, ömürboyu bekar kalacağım. Bu gidişle çocuğum olmayacağına göre, evlat edineceğim ileride” demiş olmalısın. Bense, “sen çok iyi bir insansın. İnsanlara gerçekten yardım etmek istiyorsan, bencillik yapmayı bırak; evlat edinerek, daha çok mutluluk katarsın dünyaya” demediysem... Ah eşek kafam, deseydim de, belki ikna ederdim seni... İşte böyle ayrıldık ve film koptu... Seni o erkekle gördükten sonra, bir daha uzun süre görmedim... Küçücük bir haber bile ulaşmadı bana, seninle ilgili. İşte şimdi, aradan 5 yıl geçmiş. Çoktan boşanmışım, yaşım ilerlemiş. Çocuk istiyorum artık, çünkü yaşamı anlamlı kılacak herşeyi denedim bugüne dek. Hepsi geçici... Ama çocuk kalıcıdır... Evet bencilim. Kendimi rahatlatmak için çocuk istiyorum. Ama unutma, ben yalnızca sen ne kadar bencilsen o kadar bencilim, daha fazlası değil. Hem üstelik, tomurcuklanan bir aşkı, çocuk için bitirmiş de değilim... Yani senden daha az bencil sayılırım... Acaba öyle mi? Elbette öyle değil. Yoksa, yeniden kavuşmuşken birbirimize, sana “ben çocuk istiyorum, seninle çok iyi bir çift oluruz ama çocuk yapmak için yaşlısın” demezdim. Ama bak, yine senin kadar bencilim. Bu tomurcuklanan aşkı, çocuk yapamayacağın için buduyorum burada... Hem, hala aklım almıyor, beni bırakıp gittin, yine de çocuğun olmamış. “Senden sonraki erkek arkadaşım, senden zeki değildi” diyorsun,
  • 31. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 30 “zeki olmayacaksa, bebeğim olmasın daha iyi”. “Evlat edinelim” diyorsun, “bir değil iki değil tam beş tane”. O kadar çocuğa susamışım ki şimdi, tamam. Ama ben kendi çocuğumu istiyorum. Ve 5 yıl önce senin dediğin gibi, “yalnızca çocuk yapmak değil, eş istiyorum”. Bir Grek düşünür, “bir aşkta iki kez aynı biçimde ağlanmaz” demiş. Rollerimiz değişse de, yine 5 yıl öncesi gibi ağlıyoruz... Bak, romantik lokantanın tahta masasında gözyaşlarımızdan göl oluştu... Bir aşkta iki kez aynı biçimde ağlanırmış; düşünür, yanlış biliyor... Anita, lütfen beni 5 yıl sonra yeniden bul. O zaman bendeki çocuk yapma isteği de sönecek, eminim. Böylece, çocuklar, çocuklar, lanet olası çocuklar, aşkımızın önünde bir engel olmaktan çıkacaklar... 02.04.2009 Ho Çi Min Kenti, Vietnam
  • 32. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 31 Dünya: Kapkaranlık Bir Gezegen Dünya, artık, kapkaranlık bir gezegen. Karanlık bir dünyaya ‘gezegen’ denilebilirse, işte o kadar. Herşey, uzun yaşam arayışıyla başladı. Dünyayı elinde tutan bir avuç zengin, “biz özeliz, zenginiz; o zaman ömrümüz kısa olmamalı” diyerek tüm araştırmacılara yüklü paralar ödediler. Ölümsüzlük arayışı, o da olmazsa uzun ömür arayışı hep vardı. Ancak bunun için bu kadar büyük paralar ödenmemişti şimdiye dek. Çözüm, tıptan değil, beklenmedik bir alandan çıktı: Uzay fiziği. Hani şu evrenin nasıl oluştuğunu açıklayabilen ama neden oluştuğunu ve yokluktan varlığın nasıl çıktığını anlatamayan bilim. Bu bilim, varlığın oluşumu yerine varlığın nasıl bugünkü duruma geldiğini anlatmakta başarılıdır; bu nedenle kimseciklere yaranamaz. Ama bu uzun ömür arayışında (insanlar, gerçekleşemeyeceğini anladıklarından, ölümsüzlükten çoktan vazgeçmişlerdi), uzay fiziği en önemli bilim oldu. Neden? Çünkü uzay fizikçileri şuna dikkat çektiler: Güneşte yaşayan bir insan, daha uzun yaşar; çünkü güneşin kendi yörüngesinde dönüş süresi, daha uzundur. Güneşte 1 gün, 27 ile 35 gün arasına karşılık gelir. Dolayısıyla Dünya’da 60 yıllık bir yaşam, Güneş’te 1620 ile 2100 yıl arası bir yaşama karşılık gelir. Bunu duyan varsıllar, tüm paralarını Güneş’e yolculuk ve Güneş’te yerleşim için harcadılar. Zenginler, uzun yaşam için Güneş’e yerleşirlerken, yanlarında tüm bilimcileri de götürdüler. Bilimciler, bundan büyük haz duydular; çünkü Güneş’te yerleşim, insanlık için büyük bir adımdı ve onlar, bu büyük adımın öncüsü olmak istiyorlardı. Böylece, varsıllar ve bilimciler gidince, herşey, biz yoksullara kaldı. Dinciler ve sanatçılar öne çıktılar. Bilimciler gidince meydan onlara kalmıştı. Daha önce din devletleri çıkmıştı ama sanat devletleri hiç çıkmamıştı. Bu sanat devleti yapısında, sanatçı olmayanlar, yönetici olamıyordu. İktidar hevesindeki insanlar, yönetici olabilmek için sanata yöneliyorlardı. Bu yönetim, popçuları ve mankenleri sanatçıdan saymıyor (ne kadar ayıp değil mi, yaptıkları), onları sınırdışı ediyordu. Popçular ve mankenler, ülke dışında, Sürgünde En Sevilen Sanatçılar Meclisi’ni kurmuşlardı ve dincilerden destek alıyorlardı. Eskiden dinle bilim savaşırken, bugün dinle sanat çarpışıyor; popçular ve mankenler, sanatçılara karşı, bir bir kapanıyor ya da hacı sakalı bırakıyordu. Ülke, bu hariçten gazel okuyanlara karşın, gücünü arttırdı ve öyle bir noktaya geldi ki, ülkenin sanatçı oranı, okuma-yazma oranından yüksek duruma geldi. İşte bu noktada, Sanatistan, başka ülkelere sanat devrimi ihraç etme kararı aldı ve nice sanatçıyı diğer ülkelere gönderdi. Şimdi, bu anlatımımdan, dünyanın din devletleri ve sanat devletleri olarak ikiye ayrıldığını sanabilirsiniz. Böylesi, yorgun insan zihninin de kolayına gidenidir. Oysa, dünyada çeşit çeşit devlet çıktı: Marangozistan’da yalnızca marangozlar yönetici olabiliyordu; çünkü –söylendiğine göre- ülke yönetmek, tahtayı yontup biçim vermeye benzerdi. Bunu da en iyi, marangozlar bilirdi. Marangozlara temel karşı çıkışı, yonutçular ya da eskilerin deyişiyle heykeltraşlar oluşturuyordu. Onlara göre, ülke yönetmek, zor bir işti; taş yontmak, tahta yontmaktan daha zor olduğu için, bu işi, yonutçular, marangozlardan daha iyi yapardı. Terzistan’da terziler, ülke yönetmeyi elbise biçmeye benzetirken; Kasabistan’daki temel savsöz, “ülke için et kesen de eti kesilen de şereflidir; bu nedenle, ülkeyi en iyi, kasaplar yönetir” biçimindeydi. Böyle say say gider. Yani anlayacağınız, ne kadar meslek varsa o kadar devlet biçimi vardı. Ancak herbirinde de en büyük güç, dinciler ve sanatçılardı.
  • 33. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 32 Çünkü bu ikisi, din ve sanat uğruna, marangoz da olabiliyordu kasap da ve daha neler neler… Biz Dünya’da böyle birbirimizi yiyeduralım, Güneş’te yavaş yavaş çatışmalar başlamış. Bilimciler, Güneş’i, köpek gibi çalıştırıldıkları Dünya’nın tam tersine olarak bir bilim cenneti olarak görmüşler; ancak, varsılların baskısıyla karşılaşmışlar yine. Güneş’e ilk gidenler, en varsıllar, Güneş’in kutuplarına yerleşmiş. Bunu anlamakta zorlandım ama nedenini şöyle açıklıyorlar: Dünya’nın tersine, Güneş, katı durumda değil; gaz biçiminde. Bu nedenle, değişik bölgelerinin kendi çevresinde dönüş hızı farklı. Dünya’nın her yanı, aşağı yukarı 24 saatte kendi çevresinde döner; dönüş hızı, her yerde aşağı yukarı aynıdır. Ancak, Güneş bir gaz küresi olduğundan, kutuplar bölgesi, kendi çevresinde 35 günde dönerken, 0 enleminde yani orta noktada 27 günde dönüyor. Dolayısıyla, Güneş’in kutuplarında yaşayan bir insan, orta noktasında yaşamış bir insandan daha uzun yaşamış oluyor; çünkü bir güneş günü, kutuplarda en uzunu. İşte bu nedenle, ilk gelenler, kutuplara gitmiş. Bilimciler, varsılların baskısıyla karşılaşınca, onlarla yaşamak istememişler; kutuplardan orta noktalara kaçmışlar. Aradan yıllar geçmiş; bilimciler Güneş’in ortasında mutlu mesut yaşarlarken, içlerine bir sıkıntı saplanmış; “varsılları buraya taşıyan, biziz ama onlar bizden daha uzun yaşıyorlar kutuplarda” diyerek öfkelenmişler ve kutuplara akınlar düzenlemişler. Aralarındaki savaşlar nedeniyle Güneş’in kara lekeleri yavaş yavaş büyümüş; sonra da tüm Güneş’i kaplamış. Anlayacağınız, Güneş bile dar gelmiş onlara. Bu kara lekeler artınca, Güneş’in her yerinde kendi çevresinde dönüş hızı aynı olmuş. Böylece, bilimcilerle varsılların kavga etmesi için bir neden kalmamış. Yorgan gitmiş, kavga bitmiş. Ancak, işte bakın, olan, bize oldu: Dünya artık, kapkaranlık bir gezegen. Karanlık bir dünyaya ‘gezegen’ denilebilirse işte o kadar. Dinciler, yüzlerce dinsizi toplayıp tanrıya ve tanrılara kurban ettiler. Bunlar içinde, Güneş-Tanrı Ra’ya tapan Mısır dincileri ile ülkeleri Japonya’yı ‘güneş ülkesi’ ve imparatorlarını güneş-tanrının oğlu olarak gören Şintocular’ın törenleri görülmeye değerdi. Düşünün bir; Güneş sönmüş, tanrıları ölmüştü. Onlarınki, sönmüş bir tanrı için son çırpınışlardı. Ancak ne yapsalar ne etseler, Güneş yine de canlanmadı. Hala karanlıktayız. Sanatçılar ise, Güneş için nice resim çizdiler; nice oratoryo bestelediler. Eski, yanık Güneş’e özlemleri her yerinden fışkırıyordu bu yapıtların. Çare yoktu yine de. Güneş, sönmüştü artık. Ben mi? Ben ner’de miyim? Ne mi yapıyorum? Ben Yazaristan’da yaşıyorum. Yalnızca yazarlar yönetici olabildiği için, tüm bu iktidar hırsımla, yazarmışım gibi yapıyorum. Bu öyküyü de beni yazar sansınlar diye yazdım. Peki bu yaptığım diriltir mi Güneş’i? Hiç sanmam... 11.03.2009 Ho Çi Min Kenti, Vietnam
  • 34. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 33 Doktor’un Ölümü Bilen bilir: Doktor Dang Thuy Tram, 1970’de Vietnam-Amerikan Savaşı sırasında bir gerilla barınağında öldürülmüş ülkücül bir genç kızdı. Savaşa, başkentteki sıcak yuvasından çıkıp gönüllü olarak katılmıştı. Aslında o, kurtuluş savaşında düşen 2 milyon Vietnamlı’dan yalnızca biriydi. Ancak ölümünden 35 yıl sonra, bir eski ABD askeri, onun ölümüne dek tuttuğu günceleri Vietnam’daki ailesine ulaştırınca, hem Vietnam’da hem de Amerika’da ünlü oldu kızıl doktor. Doktor’un güncesi, Vietnam’da 1,5 yılda 450,000 sattı. Bir arkadaşımın dediğine bakılırsa, oldukça kişisel ve okumaya değmeyecek günceler bunlar. Ama olsun... Zaten konumuz, bu günceler değil. Bir köylüden duydum bu öyküyü: Doktor, nasıl olduysa, ölümünden 40 yıl sonra dirilmiş. Hem de, Orta Vietnam’da öldürüldüğü ormanda. Öldüğü sırada savaş hala devam ettiğinden, savaşın sürdüğünü sanmış. Siperlerde gizlene gizlene köylere bakmış ama o eski köylerin yerinde, tek bir taş bile bulamamış; ormanın dev köklü ağaçları, köyleri çoktan yutmuşmuş. Gizli gizli kasabaya gidip Komünist Partisi yapısını aramış. Bulmuş da! Ama o yaşarken yeraltında örgütlenen, gizli olan partinin bayraklarının açık açık dalgalanmasına anlam verememiş. KP yetkilileri, onu görünce şaşkına dönmüşler. Sosyalizmin simgesi olan doktor yaşıyordu ha! Hükümete edilen telefonlardan sonra, Doktor’u Saygon’a göndermişler. Saygon’da attığı her adım, dumur etmiş onu. Adını, Hitler’e karşı devlet başkanı adayı olan, sonra Hitler tarafından hapse atılıp öldürülen Almanya KP başkanı Ernst Thalmann’dan alan okulun hemen orada, neon ışıklarıyla bir yanıp bir sönen ‘Perfect America’ yazısını görünce, neredeyse bayılacakmış. KP’liler, “savaş çoktan bitti. Biz kazandık! Vietnam’da sosyalizm var” dememiş miydi? Birlikte sevinmemişler miydi? E peki bu ‘Mükemmel Amerika’ yazısı ne oluyordu?! Doktor, sokaklarda birçok boyacı çocuk, bisikletçi, dilenci görmüş. Ama bunları, 5 yıldızlı otellerin yanında görerek daha da şaşırmış. Saygon’un neonlu kapitalizmine öfkelenerek bir sinemaya girmiş. Sinemada ‘Elveda Lenin’ adlı bir film oynuyormuş. Herkes filme gülerken, koca salonda bir tek o ağlamış. Demek, sosyalizm, çoktan dağılmıştı. Demek, kızıl bayrakların hala dalgalandığı ülke, Vietnam, ruhunu çoktan teslim etmişti. Doktor, KP’lilerle bağını koparmaya karar vermiş. Savaş zamanlarında olduğu gibi, günlerce dışarıda, sokaklarda yatmış. Sokakta yatarken, gelen geçenler ona para atıyormuş. O da bu paraları boyacı çocuklara veriyor; zengin lokantalarından yemek çalarak doyuruyormuş kendi karnını ve çocuklarınkini... Doktor’un Irak’a gidişi, iki olay nedeniyle olmuş: Birincisinde, Doktor, karnı ağrıyınca bir hastaneye gitmiş; kapısında ‘doktor’ yazan bir odaya girince, içerideki adam ona bağırıp çağırmaya başlamış; “önceden randevu almadan böyle ‘pat’ diye girilmezmiş”. Bizim doktor, bu doktora sinirlenince, olaylar büyümüş; kimisi, bizim doktoru; kimisi, diğer doktoru desteklemiş; sonunda bizim doktoru yaka paça dışarı atmışlar. İkincisinde, inanılmaz bir şey olmuş: Bir kitapçının önünden geçerken, kocaman bir poster görmüş. Raslantı bu ya; resim, kendisine benziyormuş. Altına bakınca bir de ne
  • 35. Aşçı Kral Ulaş Başar Gezgin 34 görsün: Kendi adı yazıyor. Hemen içeri girmiş; “bu, benim” demiş; “verin güncemi, okuyayım” demiş. “Deliye bak, kendini Doktor Dang Thuy Tram sanıyor” diye gülmüşler ona. Parasını vermediğini gördüklerinde, kitabı almasına izin vermemişler. Doktor, “hırsızlar! Benim güncelerimi satarak zengin oluyorsunuz; Vietnam’daki bu ‘mükemmel Amerika’ düzeni böylece sürsün diye benim güncelerimi bile kullanıyorsunuz” deyince, korumalar, Doktor’u dövmüş. Sokakta, ağrısıyla sızısıyla yatarken, yakınlara park eden bir arabanın bangır bangır çalan radyosundan haberleri dinlemiş; oradan, Irak-Amerikan Savaşı’nı duymuş. Vietnam’dan umudunu kestiğinden, Irak’a gitmeye karar vermiş. Irak’a gitmeden, ülke tarihindeki en büyük banka soygununu gerçekleştirmiş; paraları dilencilere dağıtıp elinde bir tek Irak bileti ve sahte pasaportla Irak’a gitmiş. Direnişçileri bulması zor olmamış, çünkü onlar zaten heryerdelermiş. Tuttuğu güncelere bakılırsa Doktor, Irak’ta, eski günlerdeki gibi yaşamış; direnişçilerin yaralarını sarmış, kırıklarına çıkıklarına bakmış, çokça ameliyat yapmış. Tüm dünyanın da Vietnam’ın da kurtuluşunun Amerika’yı bir kez daha dize getirmekten, Irak’tan geçtiğini düşünmüş hep. Ta ki, direnişçilerin içinde en tutucu kesimlerin egemen olmasına dek. Doktor’dan başını kapatmasını istemişler. O da buna çok şaşırmış, başını kapatmayı reddetmiş. Tutucu kesimse, bunun üstüne, Doktor’dan Irak’ı terketmesini istemiş. O da, devrimin ilk yıllarını yaşayan Nepal’e gitmeye karar vermiş. Iraklı köylünün bulduğu günce burada bitiyor. O tarihten sonra, Doktor’un öldürüldüğü haberi yayıldı. Ama Doktor’u tutucuların mı Amerikan işgal güçlerinin mi öldürdüğü anlaşılamadı. Doktor’un ölümünü Amerika, dünyaya, “tutucuların vahşeti” olarak sundu; böylece, direnişe, tutucu olmayanlardan gelen desteği kırmayı amaçladı; direnişçilerse, Doktor’un ölümünü, direnişin tutucu değil uluslararası bir nitelik kazanışına kanıt olarak sundular. Tüm haber ajanslarında bir numaralı haber olarak verilen, Irak’ın ünlü Vietnamlı doktorunun ölüm haberi üzerine ise, Vietnam’da, Saygon dilencileri ve sokak çocukları dışında hiç kimse, bu öldürülen doktorun, Vietnam-Amerikan Savaşı günceleri yoksatan/ çoksatan Doktor Dang Thuy Tram’ın ta kendisi olduğuna inanmadı. 08.03.2009 Ho Çi Min Kenti, Vietnam