SlideShare a Scribd company logo
* Sait Çetinoğlu’nun yazısı (sf.)
* Tuncay Opçin’in yazısı (sf.)
* Erdoğan Yalgın’ın yazısı (sf.)
* Karih Halk Dansları Topluluğu Dersim’de haberi (sf.)
ARAM ANDONYAN VE
24 NİSAN 1915’TEKİ
ARKADAŞLARI
ERMENİ SOYKIRIMINI
BELGELİYOR!*
ARMENAK
BAKIRCIYAN
ANISINA*
ERGAN KİLİSESİ,
ANATAR GRAGORS VE
PİLVENKLİLER*
1915’İN DENEK
TAŞINDA TÜRK VE
KÜRT SİYASETİ*
HABERLER
Dernek, cemaat,
Dersim
10
4
Yeni döneme giriyoruz; bu dönem daha zorlu bir dönem
olacak; çalışmalarımızı yeniden gözden geçirmemiz ve yeni
dönem çalışmalarımıza biraz daha ağırlık vermeliyiz. Önümüz-
deki süreç daha zorlu ve bizler için daha sıkıntılı olacağa ben-
ziyor. Bizler bu sürece hazırlıklı olmalıyız. Bu anlamda dernek
çalışmalarında daha da fazla yoğunlaşmalıyız. Önümüzdeki
süreçte yoğunlaşmamız gereken bazı noktalar var; dernek
olarak gündemi iyi okumalıyız ve gündem oluşturacak adımlar
atabilmeliyiz. Gördük ki, devlet hala biz gayr-i müslimleri iç
tehlike olarak görmekte; okul çağındaki çocuklarımızı bile
kodlamakta. Ne yana dönersek dönelim, damgalanmış, kayıt
altına alınmış, kodlanmış, fişlenmiş bir toplumuz. Bizim gibi
Alevileşmiş ve Müslümanlaştırılmış Ermenilerin durumu daha
da zor; biz kendimizi ermeni olarak görmekteyiz, ama resmi
olarak ermeni kabul edilmediğimizden dolayı, çocuklarımızı
kendi ermeni okullarına gönderememekteyiz, ölülerimizi
kendi ermeni mezarlıklarında defnedememekteyiz, cena-
zelerimizi kiliselerde kaldıramamaktayız… Bunlar hala Dersim
Ermenisinin güncel ve toplumsal sorunları olmaya devam et-
mekte. Önümüzdeki süreçte bunlar derneğimizin faaliyetleri
olacak. Yine bu yılki Dersim’de ki Munzur Doğa ve Kültür
Festivali’ne Ermenistan’dan getirmiş olduğumuz KARİN halk
dans grubunun gördüğü büyük ilgi bizleri sevindirdi. Bu ilgiyle
birlikte, önümüzdeki seneler Munzur Festivali’ne daha güçlü
bir katılım göstermeye çalışacağız; gerek Ermenistan’dan
gerekse diasporadan alacağımız katkılarla katılımımızı
zenginleştireceğiz ve dersim insanını geçmiş komşularıyla
buluşturacağız. Bu dönem üye çalışmasına daha çok ağırlık
vermeyi ve faaliyetlerimizi üyelerimizin katkıları ile yürüt-
meyi düşünüyoruz. İmkanlarımızı oluşturabilirsek, Dersim’de
alan çalışması yapmayı düşünüyoruz; bu çalışmalarımıza
katkılarınızı sunmanızı bekliyor, yeni etkinliklerde görüşmek
dileği ile…
EYLÜL-EKİM
4
İttihad yönetimince organize edilip 24
Nisan 1915’te Ermeni entelektüellerinin
tutuklanmasıyla başlayan Ermeni
Soykırımının canlı tanığı Ermeni entelektüeli,
yazar ve gazeteci Aram Andonyan Soykırımı
başından sonuna yaşayan ve süreci
belgeleyen en önemli tanıklardan biridir.
Daha önce yayınevimizce yayınlanan
Raymond Kevorkian’ın Soykırımın İkinci
Safhasının da en önemli tanığı ile bilgi ve
belge toplayıcısı da Andonyan’dı.
Andonyan bu bilgi ve belgelerin yanında
Talat’ın Halep’teki Soykırımın ikinci
safhasının planlama merkezi olan Muhacirin
Müdiriyetine ve Halep valiliğine çektiği
telgrafları gün ışığına (Naim-Andonyan
Belgeleri) çıkararak Soykırımı belgeler.
Ankara-Ayaş-Çankırı üçgeninde buharlaşan
bu insanlar, aşağıda belirttiğimiz ve
eklerde transcibi verdiğimiz Osmanlı
belgelerine göre, burunları dahi kanamadan
yerlerine iade edilmişlerdir![i] Bu da aynı
zamanda ayıklanmış Osmanlı arşivlerine ve
yöneticilerinin sözlerine güvenilmezliğinin
belgesidir. Aynı tip yalan belgeler Osmanlı
yönetimince Soykırım kurbanlarının
akıbetini soran Papalık makamı ile İspanya
Kralına da gönderilmekte tereddüt
edilmemiştir.
Andonyan Soykırımın başlangıcı ve birinci
safhasını kapsayan günlükleri, 24 Nisan’dan
başlayarak günü gününe Çankırı ve Ayaş
sürgününü ve Ermeni entelektüellerinin yok
edilmesine tanıklık eder. Bu bakımdan ilk
elden bilgiler paha biçilmez önemdedir.
ARAM ANDONYAN VE 24 NİSAN 1915’TEKİ
ARKADAŞLARI ERMENİ SOYKIRIMINI
BELGELİYOR!
SAİT ÇETİNOĞLU
EYLÜL-EKİM
5
Günlükler, İttihadın savaşın sisli ortamı
fırsat bilinerek gerçekleştirilerek,
tarihin tozlu sahifelerinde kalacağı
umulan zalimliğin gün yüzüne
çıkarmasının yanında Soykırımın
günümüze uzanan sürecin en önemli
parçası olan inkârı parçalayan önemli
belgelerdir.
Andonyan günlükleriyle 1915
Soykırım sürecinde yok edilen
Ermeni entelektüellerini bir kere
daha anılmasına vesile olarak inkârın
önünde bir engel olarak koyar.
Ermeni entelektüelleri Aram’ın
günlüklerinde inkâra ve yalana karşı set
oluşturmaktadırlar.
Günlükler tutuklamalar, İstanbul
Tevkifhanesi-Haydarpaşa Garı-Ankara-
Sincan/Ayaş ve Çankırı’ya uzanan
insanlık dışı uygulamaları
Belgelerken, insanın insana yapmaktan
utan duyacağı muameleleri, ihaneti,
zaafı, insani duruşun ve erdemin
zaferini de belgeler.
Ankara-Ayaş-Çankırı üçgeninde insanlık
dışı uygulamalarla yok edilen Ermeni
entelektüellerinin yok edilme sürecine
tanıklık eden ve yok etme sürecinin
parçası olmak istemeyen Çankırı
mutasarrıfı Mehmed Asaf [Belge]
istifa ederek bir daha devlet görevi
almaz. Diğerleri ne oldu derseniz?
Ayaş mutasarrıfı [Hüseyin] Memduh
[Özoran],[ii] şaka gibi uygulamayla
adalet mekanizmasında -ki bu aynı
zamanda adalet mekanizmasının
niteliğini ifşa eder-, uygulamalara karşı
çıkan bir diğer vicdan sahibi Ankara
valisi Hasan Mahzar Bey’in yerine
özel olarak tayin edilerek Ermeni
entelektüellerinin yok edilmesini
gerçekleştiren Ankara valisi [Mustafa]
Atıf [Bayındır][iii] da kendine mecliste
yer bulacaktır. İki exterminatorün
biyografileri – devamlılık zincirinin
daha iyi anlaşılması bakımından
biyografiler ayrıntılı ve uzun verilmiştir-
bir ödüllendirme olduğu kadar,
Soykırım-inkâr zincirini belgelerken
Soykırımın günümüze uzanmasını
simgelemektedir.
Andonyan ve erdemi temsil ederek
Soykırımı belgeleyen, insani
duruşundan vazgeçmeyip bir daha asla
diyen tanıklara selam olsun.
[i] BOA DH. EUM 2. ŞB Dosya 10, Gömlek 58,
Çankırı’ya sürgün edilen Ermeniler hakkın-
da yapılan işlemler, Osmanlı Belgelerinde
Ermenilerin Sevk ve İskanı, Başbakanlık Devlet
arşivleri Genel Müdürlüğü, Proje yöneticisi
Yusuf Sarınay, 2007, orijinal belge: s799-803,
transcibi: s 232-238
[ii] HÜSEYİN MEMDUH ÖZORAN; Diyârbekir
Merkez İstinaf Mahkemesi Müddeî-i
Umûmî’lerinden Mehmed Enver Efendi’nin
oğludur. 1884’de İstanbul’da doğdu. Bitlis
Askerî Rüşdiyesi’nde orta, İstanbul - Vefa
İ’dâdîsi’nde lise öğrenimini tamamladı. Tem-
muz 1908’de Mülkiye’den me’zun oldu. Eylül
1908’de ta’yîn edildiği Konya Vilâyeti Maiyyet
Me’murluğu’nda stajını bitirip kaymakamlığa
terfi’etdi. Eylül 1911’de Eğridir, Nisan 1914’de
Şarkî Karaağaç Kazaları kaymakamlıkları-
na; Aralık 1914’de Burdur Sancağı Tahrîrât
Müdîrliğine; Temmuz 1915’de Ayaş Kazası
Kaymakamlığına;
Mayıs 1917’de Konya Vilâyeti Muhacirin
Müdîrliğine; Kasım 1917’de Develi, Nisan
1918’- de Bünyan, Ağustos 1922’de 2. defa
Develi, Mart 1923’de Hassa, Ekim 1923’de
İslâhiye, Mayıs 1924’de Ceyhan, Eylül 1925’de
Karaisalı Kazaları Kaymakamlıklarına atandı.
Devlet Şûrasının Ankara’da yeniden kuruluşu
üzerine Aralık 1927’de Devlet Şûrası 2. Mua-
vinliğine (= Üye yardımcılığına); Nisan 1928’de
1. Muavinliğine; Ekim 1932’de Başmuâvinliğe;
Aralık 1939’da Devlet Şûrası A’zâlığına getiril-
di. Nisan 1944’de Danıştay Üyeliğine ek olarak
Danıştay Genel Sekreterliği’ni de deruhde
etdi. Bu görevlerden 1 Mayıs 1948’de yaş had-
di sebebi ile emekliye ayrıldı. Emekli olarak
oturmakta olduğu Ankara’da 23 Haziran 1958
tarihinde vefat etti.
[iii] MUSTAFA ATİF BAYINDIR; Mal
Müdîrlerinden Mehmed Râsih Efendi’nin
oğludur. 1882 (1300 H.)’de Rodos’da doğdu.
Rodos Süleymâniye Medresesinde orta,
Beyrut İ’dâdîsi’nde lise öğrenimini tamam-
ladı. 8 Temmuz 1906’da Mülkiye’nin Yüksek
Kısmı’ndan «iyi» derecede me’zûn oldu. Eylül
1906’da ta’yîn edildiği Cezâir-i Bahr-i Sefîd (Ro-
dos) Vilâyeti Maiyyet Me’murluğunda stajını
bitirip Kaymakamlığa terfi’etdi. Eylül 1909’da
Fav (Basra), Nisan 1910’da Cuma’-i Bâlâ, Ekim
1911’de Gebze Kazaları Kaymakamlıklarına
atandı. Gebze Kaymakamı iken Nisan 1913’de
Bursa Meb’usu olarak Meclis-i Meb’usan’a
girdi. 1. Dünya Savaşı sebebiyle Meclis’in
kapatılması üzerine Ekim 1915’de Dâhiliye
Nezâreti Mahallî İdareler Müdîrliğine getirildi.
Ocak 1916’da Ankara, Nisan 1917’de Kasta-
monu, Temmuz 1918’de Haleb, Eylül 1918’de
2. Defa Kastamonu Vilâyetleri Valiliklerine
yükseltildi. Aralık 1918’de İzzet Paşa Kabinesi
tarafından Kastamonu Valiliğinden azledildi.
Millî Mücâdele ve Mütâreke yılları da dâhil
olmak üzre 9 yıla yakın serbest çalışdı. Nisan
1927’de Tapu ve Kadastro Umum Müdîrliğine
ta’yîn edildi. Ekim 1931’de Ziraat Vekâleti
Müsteşarlığı’na getirildi. Ağustos 1935’de
istanbul Milletvekili olarak T.B.M.M.’ne girdi.
Meb’usluğu 8. Devre sonu olan Mayıs 1950’ye
kadar devam etti. Mayıs 1950’de Meb’usluğa
seçilemediği için serbest çalışmağa başladı.
Bundan sonraki durumuna dair bilgi bulu-
namadı. Fransızca, İngilizce, Almanca bildiği
sicilinde yazılıdır.
EYLÜL-EKİM
6
Değerli dostlar , öncelikle hepinizi
sevgi ve saygı ve melodrama kaçma-
ması temennisiyle bir mağdurun diliyle
selamlıyorum!
Ve umarım, bu panel güncel olan ve
kendisini en azından bir süre daha gün-
celleyecek olan sorunlarımızı çözmede
bir adım olur.
Değerli dostlar ortaya konan soru-
nun adlandırılmasında bile ne büyük bir
dramın yattığını görebiliriz, sanırım bu
dramın bir tarafı biz Müslüman Erme-
nilersek diğer tarafında ise Hıristiyan
Ermenilerin olduğu noktasında hemfi-
kiriz. Ve sorunumuz, büyük bir dramın
bir parçası olup bugünlere gelmişse
bazen iç içelik kavramından hareketle
farklı göndermelerde buluna biliriz.
Ama yine de temel sorunsalımıza bağlı
kalarak.
Sorunun bir tarafı olarak öncelikle eğip
bükmede ve milliyetçiliğin sosyolojik
hinterlandına gireceğini bile bile şu
ifadeyi kullanmak istiyorum. İster gün-
delik yaşamda olsun ister çeşitli tartış-
ma ortamlarında olsun Ermeniliğimizi
yarıştırmak gibi bir derdimiz yok; ama
bununla beraber Ermeniliğimizi yadsı-
yıcı bir şekilde tartışmak ve tartıştırmak
ağzında topik yiyerek yapılacak bir iş
değildir, kimsenin haddine de değildir.
Saygıdeğer konuklar, Arap bir bilginin
dediği gibi soykırım olup olmadığını tar-
tışmak bile benim açımdan ahlaki değil
şeklinde yorumladığı büyük dramın göl-
geleriyiz. Hadi biraz daha iyimser olalım
soluk renkleriyiz. Ama gelin görün ki
birbirimizden o kadar çok ayrı kalmışız
ki yan yana gelmekten çekiniyoruz,
ürküyoruz ve hatta tek taraflı hazzet-
memenin karmaşasını bile yaşıyoruz.
Acaba değişmekten mi korkuyoruz. Ara
renk olmaktan mı çekiniyoruz.
Bilindiği gibi soykırım sonrası Ermeni-
lerin bir kısmının hayatta kalabildiği bir
gerçektir. İşte bu hayatta kalanların bir
kısmının Ermeni kültürünün yaşadığı ve
yaşatıldığı fiziki mekan ve coğrafyaya
ulaşabildikleri gözlenirken bir kısmının
da Anadolu coğrafyasında böyle bir
kültürel iklimden yoksun olarak hayatta
kaldıklarını da biliyoruz.
Bu çok şey ifade eden çaresizliğin do-
ğurgan farklılığından kaynaklı olarak
ayrı kültürel kodlarla geleceğe doğru
yol almış oldu atalarımız.
Bugün böyle bir göreceli kutuplaş-
manın, aynı denize farklı koylardan
girmenin nedeni de budur, son birkaç
yıldır ortaya çıkmasının temel nedeni
de budur.
En azından ben böyle bir taraf olmanın
bir parçasıyım ve bunda tarihsel seyrin
ve yaşam örüntüsünün etkili olduğunu
düşünüyorum.
Şimdiye kadar ifade ettiklerimde bir
sorunun netleştirilmediği ifade edile-
bilir. Evet daha da somutlaştırmadığım
için kısmen öyledir de. İşte tam da
bu noktadan ve yukarıda söylediğim
temel farklılıktan sonra soruyorum
sorunumuz nedir? Yıllarca karşı karşıya
gelmeyen bu düşünceler ne oldu da
karşı karşıya geldi. Hıristiyan Ermeniler
yıllarca geride bıraktıkların düşündüğü
Müslüman Ermenileri neden karşıların-
da buldular. Oysa on yıllarca kendi içle-
rine konuşup veya konuşmayıp onları
görüp ve görmek istememeyi yaşamış-
lardı. Ama bunu yaparken aslında far-
kında olmadan patetik bir yanılgıyı da
içlerinde oluşturup büyüttüler . Ve bu
yanılgının temel özelliğine bağlı kalarak
ne mi yaptılar?
Biz Müslüman Ermenileri kafalarındaki
kalıplara göre özelliklendirip bize bir
form biçtiler. Devamında da doğru
veya yanlış şekillenmenin özellikleri-
nin özümüzde olduğunu zannettiler.
Yanılgının can alan tarafı da budur.
Oysa bu yanılgı türü cansız nesne ve
varlıklara karşı hissedilirdi. Bizlerse
canlı, konuşan, eden, eyleyen araştıran
varlıklardık. Onların kategorilendirme-
EYLÜL-EKİM
7
lerine karşı çıktığımızda onların yanıl-
gıları iki kat artmış oldu.. Hiç olmazsa
böyle bir sürecin yaşanmaya başladığını
söyleyebiliriz. Çünkü bugün Ermenilik
denilince tek bir alandan, tek bir sorun
alanından, tek bir özneler ve nesneler
topluluğundan değil daha fazlasında
söz edebiliriz. Artık böyle bir aşamaya
girmiş durumda .Ermeni veya Ermenilik
kavramıyla ilgili olarak tek bir egemen-
lik alanı ve anlayışı yoktur. Son tablo bu
çoklu öznelerin çatışmasıdır.
Burada şöyle bir soru akıllarımızı kur-
calayabilir.Büyük bir dramın da iktidar,
soyut ve somut bütün anlamlarıyla bir
rant oluşturup oluşturmayacağıdır?
Cevabımız çok net bir şekilde evettir.
Maalesef trajediler bile bir duyusal ve
bilişsel doyum sağlar. Bir adım öteye
götürsek ekonomik bir rant alanı yarat-
tığını bile söyleyebiliriz.
Hemen şunu söyleyelim ama biz Müslü-
man Ermenilerin sizin ekonomik dün-
yasında gözü yok.
Devamında şunu soralım farklı bir
kanaldan. Biz birbirimizin bir parçası
mıyız değil miyiz ve ortak bir gelecek
istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Sizler
kabul etseniz de etmeseniz de biz aynı
bütünün parçasıyız ve sizinle ortak bir
gelecek kuracağımıza inanıyoruz.
Bizle sizinle aynı çiçeğin yaprakları oldu-
ğumuzu varsayıyoruz. Çünkü daha önce
değindiğim edebiyat ve psikolojiden
ödünç alarak kullandığım bir kavramla
patetik bir acıyla yoğrulmuşuz. Büyük-
lerimiz trajik bir acıyla karşılaşmışlar.
Bu tür acıda az veya çok bir isyan,
reddetme, kabullenmeme v ardır. Oysa
yeni nesiller olarak bizim acımızda ise
bir kabullenmişlik vardı ve bugün de
var. Bizim elimizde olmadan üstümüze
sinen içsel dünyamızın patolojik nokta-
larına sızan bir acı. Bu dram, biz Müs-
lüman Ermeniler için de böyledir; siz
hayatta Hıristiyan Ermeni olarak kalmış-
ların torunları için de böyledir.
Aslında biz Müslüman Ermeniler için
yazılan ve çizilenlere, konuşulanlara
baktığımızda farklı düşünce analiz-
lerinin izine rastlamak mümkün. Bu
konuda yazan çizenlerin yaklaşımları ve
gündelik hayatında sadece evinde söy-
lem düzeyinde bu konuya değinenlerin
yaklaşımları farklılık göstermektedir.
Ama genel kabul gören görüşü spot
birkaç cümleyle ifade edebiliriz: “ Ne-
reden çıktı şimdi bunlar?” , “ Bir bunlar
eksikti!” , “ Bunlarla mı uğraşacağız!”
vb.
Tüm bunlara cevap olarak şunu diyoruz:
Evet biz çıktık geldik, bizler eksiktik bu
denklemde ve yine evet bizimle de
uğraşacaksınız uğraşmak zorundasınız.
Kaldı ki bizler sizinle zaten uğraşacağız.
Bunları ifade ederken bu sözlerin en
büyük muhatabının İstanbul’daki Hıris-
tiyan Ermeniler olduğunu dile getirmek
istiyorum.
Bundan böyle karşınızdayız.Ya beraber
olmanın güzelliğini yaşamalıyız ortak bir
paydanın paçası olduğumuzu hatırlayıp
yol almalıyız, yan yana gelmeyi başar-
malıyız ya da karşı karşıya gelip enerji-
mizi tüketeceğiz.
Çünkü sizler şimdiye kadar Hıristiyan
Ermeni Cemaati olarak bireysel ve top-
lumsal belleklerinizde bizi ayıplı , kusur-
lu, görülmemesi gereken mümkünse
hiçbir zaman hatırlanmaması gereken
bir parçanız olarak gördünüz. Bir yan-
dan kanayan yanınızdık bir yandan da
kesilip atılması gereken bir uzvunuzduk.
Unuttuğunuz bir şey vardı: Hepimiz
büyük bir yarayla kanıyoruz ve onunla
boğuşuyoruz. Bir farkla biz Müslüman
Ermeniler bu yarayı günü geldiğinde
diğer Müslüman halklara anlatma ce-
saretini gösterirken sizler unutmayı ve
un utturmayı tercih ettiniz çoğunlukla.
Hatta daha acısı şu ki farkında olmadığı-
nız bir kin ve kaçış cenderesine tutulup
diğer Müslüman Halkları bile bizden
daha muteber gördünüz. Bu da nerden
çıktı? demeyin yine. Her şey kitaplar-
da birden bulunmaz önce yaşanır ve
hissedilir sonra da yazıya ya geçer ya
geçmez. Bu düşünce de böyle bir ya-
şanmışlık hali olarak kabul edilmelidir.
Sevgili dostlar konuşmanın sonuna
gelirken Hıristiyan Ermenilere şu cümle-
lerle seslenmek istiyorum
Maddi imkanları elvermediği için Hıris-
tiyan bir Ermeni ölüsünü Müslüman
mezarlığına gömmek zorunda kalıyorsa
ve buna siz de uygulamalarınızla göz
göre göre yol açıyorsanız sizin kriterleri-
nize uygun Ermeni değiliz.
Bir Kilisede yıllarca çalışarak hayatını ka-
zanan bir Hıristiyan Ermeni’yi bir anda
kapı dışarı etmek midir Ermenilik , ba-
kıma muhtaç ekonomik yetersizliklerle
boğuşan insanları hastane kapılarından
geri çevirmek midir? Amerika’ya göçen
bir Ermeni’nin “Biz İstanbul’da sadece
haç çıkartırdık.” Dediği şey midir, Erme-
nistan ‘dan gelen Ermenileri evlerinizde
çalıştırıp hor görmek midir ya da onları
ötekileştirmenin en açık örneği olan
AA Ermenistanlılar ifadesini kullanmak
mıdır Ermenilik ya da beceriksizlikten
kaynaklanan bir anlayışla insanlarımızı
Kızılaya muhtaç etmek midir. Veya bir
türlü uzlaşamadığınız vakıf seçimleridir
belki Ermenilik.
Belki de diyaspora Ermenilerini ekono-
mik, sosyal ve kültürel açıdan dünya
vatandaşı olabilmenin basamağı olarak
görmektir Ermenilik.
Eğer bir kısmını saydığım meziyetleriniz
Ermenilikse haklısınız biz Ermeni değiliz
ama biz böyle olmadığını da biliyoruz.
Biz Ermeni demenin tüm güzel şeyler
gibi kendi insanını da sevmek olduğunu
biliyoruz. Son olarak şunu dillendirmek
isterim dinlerin halkların kültür dünya-
larında etkili olduğunu kabul ediyoruz
ama tek başına özne olmadığının da
bilinmesini isteriz. Tek başına referans
alınmamasını ve diyaspora bakanının
Türkiye ziyaretinde söylediklerinin
önemsenmesini diliyoruz. Saygılarım-
la…
EYLÜL-EKİM
8
ARMENAK BAKIRCIYAN
ANISINA
TUNCAY OPÇİN
Dağlara kaçan bir Ermeni’ni Portresi:
Orhan Bakır ya da Armenak Bakırcıyan.
Orhan Bakır’ın asıl adı Armenak
Bakırcıyan’dı. Okumak için geldiği
İstanbul’da TİKKO’ya katıldı. Örgüte
girmeden önce Armenak olan adını
mahkeme kararıyla Orhan yaptı. Halkı-
na ve örgüte zarar gelsin istemiyordu.
Örgüte girmeden önce Anadolu’daki
Ermeniler’i bulmakla görevlendirilen bir
papazın yardımcısıydı. Tutuklandı, firar
etti ve 1978′de Elazığ – Karakoçan’da
öldürüldü. Cesedi arkadaşları tarafından
kaçırılarak Tunceli’ye götürüldü.
Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan isimlerine
bir üçüncüyü ekle deseniz, bu isim hiç
şüphesiz Orhan Bakır olurdu. 12 Eylül
1980 öncesinin, gazete manşetlerine
kadar çıkmış, yakalanması, tutuklanma-
sı, firarı günlerce konuşulmuştu Orhan
Bakır’ın. İllegal sol hareketler içerisinde
de hatırı sayılır bir sempatizanı vardı.
TİKKO’nun Merkez Komite üyeliğine ka-
dar yükselmiş, karar alma mekanizma-
sındaki en önemli isim olmuştu. Elazığ
– Karakoçan’da vurulduğunda henüz
yirmili yaşlarındaydı. Orhan Bakır’ın asıl
adı Armenak Bakırcıyan’dı. Diyarbakırlı
bir Ermeni idi. İki arkadaşıyla birlikte,
isimlerini değiştirerek TİKKO’ya katılmış-
lardı.
Örgüt içerisinde ele avuca sığmaz ki-
şiliğiyle kısa sürede sivrilince İzmir’de
tutuklandı, Buca Cezaevi’ne kondu.
Hastaneye götürülürken firar edince
artık onun mekanı şehirler değil, dağlar
olmuştu. Elazığ – Erzincan – Tunceli
kırsalındaydı. Halk onu Ali Ağa olarak
tanıyordu. O ise kaybolmuş Ermeniler’i
arayıp buluyordu…
EYLEM İÇİN ÖĞRETMEN DÖVDÜ
Diyarbakır’da, Gavur Mahallesi’nde,
kalabalık bir ailenin çocuğu olarak
dünyaya geldi. Henüz küçücük bir ço-
cukken babası kayboldu. Diyarbakır’dan
İstanbul’a giden babasından bir daha
haber alınamamıştı. Ne gören vardı, ne
duyan… Yıllarca yapılan araştırmalar
sonuç vermedi. Artık Armenak yetim bir
çocuktu.
Bağlı oldukları Diyarbakır Ermeni
Kilisesi’nin papazı Der Giragos’un tav-
siyeleriyle okudu. Önce Diyarbakır’da
ilkokulu bitirdi. Ardından da ortaokul
ve liseye gidebilmek için İstanbul –
Üsküdar’a geldi. Surp Haç Tıbrevank
Ermeni Lisesi’nin yatılı öğrencisiydi Ar-
menak Bakırcıyan.
Delikanlılığa adımını attığı yıllar, Türkiye
sokaklarının en hareketli olduğu yıllardı.
68′de Paris’te atılan kıvılcım tüm dün-
yayı sarmış, Türkiye’yi de yoğun şekilde
etkilemeye başlamıştı. “Halklara özgür-
lük, İş – emek – hürriyet, Deniz – Mahir
– Ulaş, Kurtuluşa kadar savaş” sloganları
ile yüzbinler harekete geçmişti.
Sokakların bu hareketliliği üniversiteli-
leri olduğu kadar, liselileri de cezbedi-
yordu. İşte başında kavak yelleri esmesi
gereken bir dönemde, Armenak da bu
sloganların çekiciliğine kapılmıştı. Lise-
deki tüm arkadaşları gibi sıkı bir solcu
olmuştu. Surp Haç Lisesi’ndeki o günleri
“Yatılı olduğumuz için ülkenin bütün
sorunlarını tartışırdık. Tüm sol literatürü
de en ince detayına kadar okumuştuk”
sözleriyle anlatıyor Hırant Dink. Dink,
Armenak Bakırcıyan’ı en iyi bilen, tanı-
yan isim. İkili hem okul, hem de yatak-
hane arkadaşı.
Dink ve Bakırcıyan’ın arkadaşlıkları gece
yatakhane sohbetlerinde başladı. Arme-
nak lise üçüncü sınıftaydı tanıştıklarında,
Hırant ise ikinci sınıfta. Sohbetlerin dozu
giderek şiddete kayıyordu. Artık okulda
eylem yapma zamanı gelmişti. Solcu
öğrenciler öğretmenleri, ezen sınıfın
temsilcileri olarak görüyordu. Bu yüzden
birilerinin bu gidişe bir son vermesi
gerekiyordu.
Öğrenciler tepkilerini öğretmenler içe-
risinde özellikle İngilizce öğretmenine
odaklamıştı. Öğretmen derste okulun
dağıttığı kitaptan ders işlemiyordu. Bu-
nun yerine yurtdışından getirtilmiş bir
kitabı kullanıyordu. Surp Haç’a gelen
öğrencilerin çoğu Anadolu’nun yoksul
ailelerine mensuptu. Öğretmenin kul-
landığı kitabı almaları, hatta o günün
Türkiye’sinde bulmaları bile mümkün
değildi.
İşte okuldaki ilk ve son eylem İngilizce
EYLÜL-EKİM
9
öğretmenine yönelikti. İkinci sınıfların
İngilizce dersi vardı. Öğretmen derse
yeni girmişti ki bir anda sınıfın kapısı
gürültüyle açıldı. Başını Armenak’ın
çektiği kalabalık bir öğrenci grubu sınıfı
basmıştı. Hazırladıkları sopalarla İngiliz-
ce öğretmenini dövmeye başladılar. O
sırada ikinci sınıfta okuyan Hırant Dink,
dayak yemek pahasına öğretmenini
koridora atmayı başardı.
Diğer öğretmen ve öğrencilerin araya
girmesiyle facianın eşiğinden döndü
Surp Haç Lisesi. Ancak bu olay Armenak
için bir dönüm noktası oldu. Hırant Dink
ve Armenak Bakırcıyan, öğretmenin
başvurusu üzerine disipline verildi.
Sene sonunda da her iki ismin okulla
ilişiği kesildi.
Birisi üçüncü, diğeri ikinci sınıfta iki
genç yapayalnız ve parasız kalmıştı
İstanbul’da. Surp Haç Lisesi’nden
Yetişenler Derneği’nin, Şişli’deki loka-
linde yatıp kalkıyorlardı. Bu arada Şişli
Lisesi’ne kayıt yaptırdı ikisi de. Bir süre
sonra Balat’ta bir Ermeni okulunun
yatılı öğrenciler için belletmen aradığını
duydular.
Okulda hem yatılı, hem de gündüzlü
öğrenci vardı. Aynı zamanda kız – erkek
karışık eğitim veriliyordu. İstanbul dı-
şından gelen öğrenciler için, yatakhane
işlevi görmek üzere iki ev tutulmuştu.
Birisinde kız öğrenciler, diğerinde de
erkek öğrenciler kalacaktı. Okul yöneti-
mi evlerin başına “ağabey, belletmen”
arıyordu. Hem Hırant Dink, hem de
Armenak Bakırcıyan bu iş için başvurdu
okula.
Ancak bir kişiye iş verilebiliyordu. Dink
ve Bakırcıyan ise tek maaşa razıydı.
Yatacak yer verildiği taktirde yedikleri,
içtikleri ayrı gitmeyen iki arkadaş seve
seve belletmenlik yapacaktı. Okul yöne-
timinin kabulünden sonra iki arkadaşın
meskeni Balat’taki bu küçük öğrenci evi
olmuştu.
O sene Hırant Dink, İstanbul Üniversi-
tesi Fen Fakültesi’ni, Armenak Bakır-
cıyan ise aynı üniversitenin Edebiyat
Fakültesi’ni kazanmıştı. Fakülte yılları
her ikisinin de daha fazla politikleş-
tikleri yıllardı: “Sempatizan noktasını
aşmış durumdaydım. Artık bir yol ayrı-
mındaydım. Ya dağa gidecektim, ya da
İstanbul’da kalacaktım. Armenak ilkini
seçti. Ben o sırada bir aşk yaşıyordum.
O bunu bildiği için benim İstanbul’da
kalmam gerektiğini söylüyordu. Burada
da insana ihtiyaç vardı.”
KÜRTÇE KONUŞAN ERMENİLER
İşte önlerindeki tüm setlerin devrildiği,
hızla olayların akışına kapıldıkları gün-
lerde Armenak Bakırcıyan bir kararını
açıkladı arkadaşlarına; isim değiştire-
ceklerdi. O günlerde sağın en büyük
gazetesi Tercüman’dı. Tercüman hergün
sol örgütlerin içerisinde Ermeniler’in
olduğunu, Türkiye’yi terör bataklığına
Ermeniler’in çektiğini, Türkiye’yi böl-
mek istediklerini yazıp çiziyordu. Arme-
nak bu “sarı” propagandanın etkisinde
kalmıştı.
Aslında Ermeni olmak, illegal sol örgüt-
lerde bile sorun çıkartıyordu: “Mesela
bir sendikada yönetime girmek için
mücadele ediyorsun. Alttan alta senin
Ermeni olduğun dillendirilirdi. Bazı
insanlar bel altından vururdu. Armenak
da bunu farkındaydı.” Armenak’ın asıl
korkusu, kendisi yüzünden halkının
hedef haline getirilmesiydi.
Bunun üzerine üç arkadaş, Hırant, Ar-
menak ve Stefan mahkemeye başvurdu.
Bu kararı hangi şartlar altında aldıklarını
sadece dernekteki Sarkis ağabeyleri
biliyordu. Mahkemede birbirlerine
şahitlik yaptı üç isim. Artık Hırant, Fı-
rat; Armenak, Orhan; Stefan ise Murat
oldu. “Böylece sol hareketin içine daha
özgürce katıldık” diyor Hırant Dink isim
değiştirme olayı için.
Hırant Dink ve Armenak Bakırcıyan,
örgütsel çalışmaların yanı sıra ce-
maat faaliyetlerine de katılıyordu.
Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış
Ermeniler vardı. Bu Ermeniler’in yeni
nesilleri Ermenice’yi unutmuştu. Özel-
likle Doğu ve Güneydoğu’da Kürtçe
konuşan Ermeni köyleri ortaya çıkmıştı.
“İşte biz bu köylere gider, öğrenci bulur,
Üsküdar Surp Haç Lisesi’ne getirirdik”
diyor Hırant Dink.
Bunun için Mardin – Midyat’a gitmiş-
lerdi. Çadırlarda kalan köylülerle ko-
nuşmuşlar, çevre köylerdeki Ermeniler’i
bulmuşlardı. Bu çalışmalarda en
büyük yardımı Diyarbakırlı papaz Der
Grigos’tan görüyorlardı. O tüm Doğu
ve Güneydoğu Anadolu’yu at sırtında
dolaşmış, 1915′ten kalan Ermeniler’e
ulaşmaya çalışmıştı. Arjantin’den
Türkiye’ye gelen Ermeni Patriği Kara-
kin Haçaduryan da bu çalışmaların en
büyük destekçisiydi. Hatta Arjantin’den
Türkiye’ye gelmek için bu araştırma
faaliyetinin başlamasını şart koşmuştu.
İşte hem Hırant Dink, hem de Armenak
Bakırcıyan, Der Grigos’un baş yardımcısı
olmuştu. Kısıtlı imkânlarla halklarının
asimile edilmesine direniyorlardı.
Hırant Dink, Armenak’ın tavsiyesine
uyarak İstanbul’da kaldı. Bir müddet
sonra da okul yıllarındaki büyük aşkı
ile evlendi. Armenak ise dağa çıkmış-
tı. Ancak bu ayrılışın üzerinden çok
geçmeden Armenak’ın İzmir’de yaka-
landığı haberi geldi. Polisin yaptığı bir
operasyon sonucu TİKKO’nun (Türkiye
İşçi – Köylü Kurtuluş Ordusu) bir hücresi
çökertilmişti. Hücredekilerden birisi
Armenak Bakırcıyan’ın da adını vermiş-
ti. Armenak, örgüt üyesi suçlamasıyla
hakim karşısına çıkarıldı. Tutuklandı ve
İzmir – Buca Cezaevi’ne sevk edildi.
Armenak’ın çok sürmeyecek tutukluluk
günlerinden hem Hırant Dink, hem de
Bakırcıyan ailesi sık sık ziyarete gitti
İzmir’e. Bu sırada “örgüt”, Armenak’ı
“tutsaklıktan” kurtarma kararı aldı.
Bunun için de en uygun yer hastane
idi. Armenak, dişlerinden rahatsızlığını
bahane ederek, hastaneye sevk iste-
di. Bu haberi bekleyen örgüt üyeleri,
EYLÜL-EKİM
10
Armenak’ı hastaneden kaçırdı. Tarih
18 Ekim 1977’yi gösteriyordu. Ama bu
sırada iki jandarma erini öldürdü TİK-
KO’cular.
Armenak bu olay sonrasında tüm gaze-
telerin manşetlerindeydi. İstanbul’daydı
ve tanıdıklarının yanında saklanıyordu.
İstanbul’da olduğunu hem polis, hem de
örgüt arkadaşları biliyordu. Firarından
iki hafta sonra ise İstanbul’da Kızlarağası
Hanı soygunu gerçekleştirildi. Basın ve
polis bunu da Armenak’ın yaptığını dü-
şünüyordu.
Artık Armenak için İstanbul’da saklanma
imkânı kalmamıştı. Bir şekilde “kırsal”a
çıkacaktı. Nitekim, kısa bir süre sonra
adı Tunceli – Elazığ – Erzincan üçgeninde
duyulmaya başladı. Kod Ali Ağa, aslında
Armenak’tan başkası değildi. Dağlarda
o çok istediği özgürlüğüne kavuşmuştu.
Hem ailesiyle, hem de arkadaşlarıyla
örgüt üzerinden haberleşiyordu. Dağ-
larda isimleri “Firari” idi. Birbirlerine ise
“kirvem” diye hitap ediyorlardı.
CENAZESİ KAÇIRILDI
Bu dönemde arkadaşı Hırant Dink’le de
haberleşmesi kesilmişti. Ancak dağlarda
yaptıkları ve yaşadıkları yine de tanıksız
değildi. Murat Kahraman’ın kaleme al-
dığı “Çığlık” romanının tanıtım yazısının
ardından haftalık Ermenice ve Türkçe
yayın yapan Agos gazetesine bir e-mail
geldi. Azad Demir imzasıyla gönderilen
e-mail Agos’ta, 27 Mayıs 2005′te yayın-
landı. 25 yıllık suskunluğun ardından,
yaşananlara tanıklığını anlattı Demir
yazısında.
Ölümünden kısa bir süre önce
Tunceli’de bir dağ köyüne gelmişti
firariler. Mevsim bahardı. Köylüler
“konukları”na canı gönülden hizmet edi-
yorlardı. Bunlar içerisinde en ilgi çekeni
ise Azad Demir’in babasıydı. Yetmişini
çoktan geride bırakmış yaşlı adam,
vargücüyle çalışıyordu. Hatta misafirler
için yeni doğmuş oğlaklardan birini bile
kendi elleriyle kesmiş ve pişirmişti. Bu
ilgi ve Orhan Bakır ile babasının ilişkisi
Azad Demir’in dikkatini çekmişti.
Yaşlı adam, misafirleri giderken de Azad
Demir’in anlamadığı bir dilde Orhan
Bakır’a bir şeyler söylemişti. Sonra da
garip bir hüzün basmıştı Azad Demir’in
babasını. Ancak Demir’i asıl şaşırtan
gelişme Orhan Bakır’ın ölüm haberin-
den sonra gerçekleşti. Babası neredeyse
evladını kaybetmiş kadar üzgündü.
Gerisini Azad Demir’in kaleminden takip
edelim;
“Orhan’ın ölümünü radyodan dinledik.
Babam şok olmuş ve benzi solmuştu,
beni yanına çağırdı. ‘Azadım’ dedi. Yut-
kunuyor, ağlıyor ve konuşamıyordu. Tüm
hücreleriyle acı çekiyordu.
‘Orhan gitti, beni onun yanına götür.’
Araba yoktu. Babamı sırtlayıp ta Kara-
koçan denen lanet diyara nasıl gidecek-
tim? Üstelik Orhan’ın naşı verilmemiş ve
‘Azılı Ermeni terörist’ diye radyo ve tele-
vizyonlarda verilen anonsların ardından
polis tarafından kaçırılarak gömülmüştü.
Tabii, Orhan’ın hayatta iken vasiyet et-
tiği, ‘Ölürsem beni Faraç’ın bu tepesine
gömün!’ dediği yere getirilmesi gere-
kiyordu. Arkadaşları Orhan’ın bu vasi-
yetini yerine getirmekte asla tereddüt
etmediler. Naaşı polisin gömdüğü top-
raktan kaçırılarak vasiyet ettiği Faraç’a
getirildi.
Cenaze töreni için bize haber verildi-
ğinde babam zar zor nefes alıyordu.
‘Azad’ım diye inledi elimi güçsüz elleri
arasına aldı.
‘Yavrum, biz de Ermeniyiz. Git kardeşini
son yolculuğuna uğurla ve dön!’ Binler-
ce kişi Orhan’ın mezarının başındaydık.
Kadınların ağıtlarıyla erkeklerin gür
sloganları yarışıyordu. Bu olaydan birkaç
gün sonra da babamı kaybettim. Ba-
bamın ardından kendimi toparlamakta
güçlük çektim. Sürekli gerçek kimliğimi
sorgular oldum. Neydi, neden olmuştu?
Babam niye kendini gizlemişti, bugüne
kadar yaşamıştı ve neden şimdi bunları
bana söylemişti?…
Sorularımın yanıtını babamın yaşıtı
arkadaşlarından öğrenmeye başladım.
Yaşanan o acı günleri anlattılar. Kırım
döneminde Dersim’e sığınan 25 – 40
bin Ermeni kurtarılmıştı. Bazı Dersimli
aşiretler de onlara zulüm yapmıştı ama
birçoğu iyilik etmişti. Babam gibiler
çoktu ve onlar Dersimliler’e şükran
duyuyorlardı. Çünkü kırım anında, Der-
simli ve Dersim kökenli olup da Sivas
– Zara’ya kadar yayılan Alevi toplulukla-
rın fedakârca kendilerini koruduklarını
görmüşlerdi.”
Bakır’ı anlatan yazısında Azad Demir
aslında kendi trajedisini dillendiriyordu.
Burası Anadolu’ydu ve üzerinden nere-
deyse 90 yıl geçmiş olmasına rağmen,
yaşanan trajedi yeni yeni kendisini gün
yüzüne vuruyordu…
EYLÜL-EKİM
11
“Belge Yayınevi’nden çıkan Murat
Kahraman’ın “Cığlık” adlı romanını
okudunuz mu?
Kitapta adı geçen Orhan Bakır, Hay-
rettin Bakış ve Metin Kaya gibi kişiler,
değişik tarihlerde çıkan çatışmalarda
yaşamlarını yitirdiler.
Ama üzerimizde bıraktıkları iz asla
silinmedi. Hele Orhan Bakır’ın anlatıl-
dığı yerde, ağlamayı beceremeyen biri
olarak ben, yüksek sesle çocuklarımınn
içinde ağladım. Orhan’la ilgili bölümde
etkilenmemin en önemli nedeni, birin-
cisi benim de Dersim’de yaşayan Erme-
ni oluşum, ikincisi ise, Orhan’ın bölgeye
gelmesiyle kendi gerçek kimliğimi bulu-
şum ve “son anda” ögrenişim.
Bilemiyorum bu satırdan sonra ne-
reden başlıyayım. Kitap tanıtımı
yaparken,galiba bir de istemeden kendi
öykümü anlatacağım. Cünkü birinin
anlaşılabilmesi için diğerinin de bilin-
mesi gerekir.
“AZAD EVİNİZE KAÇAKLAR GELDİ
“Mayıs ayıydı, Dersim o yıl çetin bir
kışınn ardından bağrını delirircesine
çılgın bahara bırakmıştı. O gün sürüyü
eve geç getirmiştik. Köye döndüğümüz-
de köy sanki bakazdı. Köyün içine girdi-
ğimizde, köyümüzün en meraklı kadını
yanaşarak, “Azad evinize kaçaklar geldi”
dedi, hızla eve doğru yürüdüm.
Devletin adını “eşkiya, terörist” yöre
halkının ise “devrimci” dediği, ikisi kız
dört kişiydiler. Kamburu çıkmış hasta
ve yaşlı babam ise en az davetsiz misa-
firlerimiz kadar tuhaftı. Normal zaman-
larda zar zor kalkan babam, misafirlere
“servis” yapıyordu. O yıl erken doğum
yapan bir keçimizin oğlağını misafirle-
rine kesmis, kendi temizlemis ve kendi
yöntemleriyle pişirmisti. Fakat misa-
firlerin ve ablamların tüm ısrarlarına
rağmen bırakın yemek yemeyi, sofraya
bile oturmuyordu.
Bir çocuğun sevinç dolu ifadesiyle dur-
madan közün üzerine et atıp pişiriyor,
servis yapıyor ve konukların daha ne-
lere ihtiyacı olduğunu soruyor, bizlere
de yiyecek olarak ne varsa getirmemizi
söylüyordu. Tüm bunlar yetmiyormuş
gibi, bir de gurubun lideri olan gencin
başını okşuyordu.
“BABAMA NE OLMUŞTU?
Yemekler yenildi, çaylar içildi. Ev bir dü-
ğün evine dönüverdi. Sohbetler, tartış-
malar, meraklar ve ilginc sorular birbiri-
ni kovalayıpgitti. Grubun liderinin yüzü
yabanci gelmiyordu, biryerde görmüş
gibiydim. Babam, onu kolundan çeke-
rek yan odaya çağırdı. Aklımda onlarda
kalmıstı. Ama kapı,arkadan babamın
bastonuyla desteklenmişti..Içerde ses
yoktu. Sadece ağlamaya benzer bir inle-
me vardı. Paniğe kapılarak var gücümle
yaslandım. Paldır küldür içeri daldım
Babam,onu dizlerinin üzerine yatırmış,
bir taraftan okşuyor, bir taraftan ağli-
yordu.Bu manzara karşısında adeta şok
oldum. Babama ne olmuştu? Bu adam
kimdi? En önemlisi nerden tanıyordu?..
O anın stresi ve korkusuyla “Ne oluyor
baba?” diye bağırdım. Babam beni
tanımıyor gibiydi, yabacılaşmıştı.
“Burada ne oluyor baba? Bana bir
şey açıklamayacakmısın?” diye tekrar
bağırdım. Babam hiç kızmadı, tepkide
vermedi.Gözyaşlarını sildi.Sigarasından
bir yudum aldı. El işaretiyle beni yanına
çağırdı, “Oğlum Azad bu genç Orhan
Bakır’dır” dedi.
ORHAN DİYE BİR GENÇ
Orhan, 1978′de İzmir Buca Cezae-
vi’ndeyken, diş çektirme bahanesiyle
Ege Üniversitesi’ne sevk edilmiş, orda
örgüt arkadasları tarafından kaçırılmıştı.
Firar eylemi esnasında Orhan’a direnen
bir asker ölmüştü; Olayın ardından ba-
sın Orhan’ın boy boy resimlerini yayın-
layarak, “Ne kadar kan dökücü” oldu-
ğundan, “Azılı Ermeni terörist”liğinden
bahsediyor, hakkında ölüm kararı verili-
yordu. Orhan her yerde “infaz emriyle”
fellik fellik aranıyordu. Evet gazetelerde
çıkan resminden onu tanıyordum.Yine
ARMENAK BAKIRCIYAN
ANISINA -2
TUNCAY OPÇİN Armenak’ın kemikleri artık üşümesin…
“Orhan Bakır’ ın anısına
EYLÜL-EKİM
12
KARİN HALK
Dersim’de bu yıl festival çalışmalarına
Ermenistan’dan Karin halk dans grubunu
davet ederek Dersim Ermeniler Derneği
olarak katkı sunmak istedik; bu vesi-
leyle de, Yerevan ile Dersim arasında
bir dostluk bağı oluşturmak, geçmişte
birlikte yaşayan bu halkın kaynaşmasını
sağlamak, iki kardeş il arasında diya-
logu biraz daha geliştirmek, kardeşlik
duygularını tekrar bilince çıkarmaktı,
böylece Dersim’de yaşayan biz Er-
menilerin de kendi milletiyle birlikte
olmasını sağlamaktı… Bu muhteşem
karin halk dansları grubu, program
dışı özel bir gösteri ile Dersim halkıyla
buluşurken, diğer yandan Ovacık, Maz-
girt, ve Hozat’ta da festival programı
kapsamında halkımıza gösterimlerini
sundular. Gördüğümüz ilgi fazlasıyla
arkadaşları mutlu etmişti; ama mem-
nun kalmayan bir tek ilimizin belediye
başkanı ve BDP il başkanı olmalıydı
ki, bizi hiç bir şekilde görme gereği
duymadılar… BDP’li belediye başkanı
ve BDP il başkanı adına çok yazık oldu;
kendilerini Dersim için önemli bir tari-
hsel ve toplumsal buluşmaktan yoksun
bıraktılar. Şunu belirmek istiyorum ki,
bu arkadaşlarımız festivalin ne olduğunu
bilmiyorlardı, sadece festivali kendi
siyasi çıkarlarına nasıl kullanabilecekleri-
ni biliyorlar; ama bu kullanma tarzı
kullananı tarihsel, toplumsal ve siyasal
olarak fukaralaştırır. Kraldan çok kralcı
kesilmişlerdi; bu tavırlarıyla çok da tepki
aldılar; hiç bir dersimli merkezde pro-
gram dışı kalmamıza bir anlam verem-
ediler. Bu tavır, ancak bir yabancılığı
ve yabancılaşmayı anlatır, dersimli
olamamayı anlatır. Ermenistan’dan gelen
arkadaşlarımızın Dersim’de kaldıkları
bir haftalık süre içerisinde o muhteşem
doğaya ve Munzur’un güzelliğine, özel-
likle Dersim’de atalarımızdan kalan –
yıkık da olsa- o kiliseleri ziyaretleri onlar
için unutulmaz bir anı oldu ve bir dahaki
festivalde daha güzel oyunlarını serg-
ilemek için tekrar geleceklerini bildirip,
sevinçle ayrıldılar.
EYLÜL-EKİM
13
DANSLARI TOPLULUĞU
DERSİM’DE
EYLÜL-EKİM
14
de babamın niçin ağladığını çözememiş-
tim.
Orhan’ın işaretiyle hazırlanan grup
köylülerden müsade istedi. Her şey
için teşekkür ederek, tek tek tokalaştı-
lar. Babamın elini öpen, Orhan, başını
zar zor babamın koynundan kurtardı
Babam,kimsenin anlamadığı bir dilde
mırıldanıyor sanki dua ediyordu.
BU DİL KİMİNDİ?
Babamla uzun süre konuşmadan otur-
duk. Elindeki odunla ateşi kurcalarken,
yine o garip dille “Bingöl” türküsünü
söyledi.
O an babam tanıdığım babam değildi,
güzeldi, olağanüstüydü ama en önemlisi
de ilk kez bir türkü söylüyordu. Ben ise
onun 29 yaşına gelmiş oğlu, o türküyü
ve türkünün sözcüklerini ilk kez du-
yuyordum. Daha fazla dayanamadım.
Babamın türküsünü kestim: “Baba, allah
aşkına ne oluyor? Haydi hiç bir soruma
cevap vermedin, ama bu kullandığın dil
kimin dili? Bari bunu söyle!”
Babam, türküsünü bitirdi. Dönüp bana
baktı. Sanki gözyaşları gözlerini yıkamış-
tı. Öyle güzel ve içten bir bakış fırlattı ki,
o anı hiç bir zaman unutmadım. Dudak-
ları belli belirsiz gülümsedi: “Oğlum bu
bizim dilimiz!” diye cevap verdi. Sonra
yine yüzü acıya gömülür gibi oldu ve
sustu.
Tüm ısrarlarıma rağmen, ve hatta kızma-
ma rağmen bir şey söylemedi. Sadece
yerinden doğrulurken, yüzüme doğru
eğildi:
“Azadım,” dedi. “Bir gün sana her şeyi
anlatacağım, o gün mutlaka gelecek!”
deyip yatağına doğru yürüdü…
Aradan epey zaman geçti. Bahar yaza,
yaz güze döndü. Babam, bir daha
benimle sohbet etmedi. Her aksam,
Halvori’ye dogru giderek, yıkık kilise-
nin tam kenarında oturuyordu. Sürekli
birilerinin gelişini bekler gibiydi. Bense
babamın, “Bir gün bana mutlaka söyle-
yeceği” sözün ne olduğunu merak edi-
yor ve o anı bekliyordum. Neydi o sır?
Daha sonra ögreneceğim bu acı ve
çıplak gerçek “Gizli Hiristiyanlık”, “Gizli
Ermenilik”ti.
Anadolu denen bu coğrafyada o utanç
ve trajedi yetmiyormuş gibi, bir de ar-
dında bıraktığı kahredici bir gerçeklik
kalmıştı.
Babamın Orhan’ı dizlerine yatırması tam
da bu gerçeklik içinde kendi anlamını ve
cevabını buluyordu.
Iste Murat Kahraman, “Çığlık” adlı
romanında “Gizli Hiristiyanlık” de-
nen utancı, daha doğrusu o utancı
yaratanların,insanları nasıl her gün öl-
dürdüğünü anlatıyor.
PAPAZ OLAN KÖY İMAMI
Babamdan bağımsız olarak Orhan’ın
Elazığlı Camii imamı, ama aslında papaz
olan yaşlı Ermeniyle olan diyalog ve
yasamını konu alan bölümleri gerçekten
insanı derin bir ızdırapla yüzleştiriyor.
Kitabın içindeki yaşlı köy imamının du-
rumu bu açıdan tam bir ibret vâkasıdır.
Kırımda ailesinin tümünü kaybeden, bu
vahşete küçük yaşta tanık olan ve yaralı
kurtulan papazın, yaşlı bir Yezidi tarafin-
dan kurtarılması, büyütülmesi ve eğiti-
mini tamamlıyarak sonunda imam ol-
ması öykünün satır başları. Anadolu’da
bunun örnekleri o kadar çok ki…Kitapta
Orhan Bakır ile bu camii imamı arasın-
daki ilişki efsanevi bir dille işlenmiş.Yaşlı
imam, Orhan’ı evinin alt katında gizlice
inşa ettiği kilisesinde ağırlar. İliskileri
inanılmaz bir sıcaklıktadır.
Nihayetinde Orhan, Karakoçan’da pusu-
ya düşer ve çatışarak orada ölür. Imam
ise yolunu gözlediği Orhan’ın ölümün-
den habersiz
günlerce ve aylarca bekler. Bekleme
kendisinde bir sıkıntıya dönüşünce,
Arapgir’de yine gizli Hiristiyanlığı yaşa-
yan Arapgirli Hüseyin’in yanına gider.
Orhan’ın ölüm haberini Hüseyin’in
politikayla uğraşan oğlundan duyar.
Gayri onun halini anlatmak imkânsızdır.
Gerisin geri yola koyulur, doğruca evine
varır. Papaz elbiselerini giyerek siyahlara
bürünür. Haçını boynuna asar.Önce evini
benzinler. Tek canlı varlık olan kedisini
dışarı çıkarır. Evini ateşe verdikten sonra
bir ömür boyunca büyük bir ızdırapla
taşıdığı ve adeta kendisini gizlemenin
kılıfı çember sakalını traş ederek alev-
lerin içine atar…Ardından da Orhan’ın
vasiyeti üzerine gömülü olduğu Dersim
Mazgirt Ilçesi Faraç Köyü’ne doğru yola
koyulur.
“BENİM İÇİN TÜRKÜLER SÖYLE
ARMENAK”
Yol boyunca Orhan’la yaptığı tartış-
maları düşünür. Gerçeği görüp kendi
kimliğine dönmesini isteyen Orhan’a
bagrışını, azarlayışını, “kendi dünyasına”
dokunmamasını isteyişini anımsar. Son
görûşmeleri ve ayrılışları böyledir. Meza-
ra yaklaştığında saçlarını tarar ve ‘Ahçik’
türküsünü söyler. Siir okur:
“Benim için türküler söyle
Armenak!Karanlıklar ezginle erisinğ
sesinle uyansınSeninle yürüsün hayat…
”Şiirde geçen Armenak, Orhan Bakır’ın
gerçek adıdır.
Epey yürüdükten sonra askerin engeline
denk gelir. Kendisine durması ve ilerle-
memesi çagrısı yapılır. 70-80 yıl boyunca
kendisini gizleyen yaşlı adam, “teslim
ol” çağrısına yanıt vermez. “Teslim ol”
ısrarları sürünce; “Tam yetmiş yıldır
teslim oluyorum, yetmedi mi?…” diye
haykırır…
EYLÜL-EKİM
15
Bundan sonrası kitapta şöyle anlatılır: ”
Daha söylediğini tamamlamadan, gece-
yi bölen silah tıkırtılarıyla yere devrildi.
Bağrından aldığı yaraya aldırmadan
tektrar ayağa kalktı. Yürümeye devam
etmeye çalıştı. Silah sesleri çoğalınca,
inleyerek
yere kapaklandı. Boynundaki haçı avcu-
na aldı. Öpmek istedi. Yapamadı. Kolları
toprağın serin yüzeyine serildi.”
‘BENİ ONUN YANINA GÖTÜR’
Babama gelince…
Orhan’ın ölümünü radyodan dinledik.
Şok olmuş ve benzi solmuştu, beni
yanına çağırdı. “Azadım” dedi. Yutku-
nuyor, ağlıyor ve konusamıyordu. Tüm
hücreleriyle acı çekiyordu.”Orhan gitti,
beni onun yanina götür” Araba yoktu.
Babamı sırtlayıp Karakoçan denen
lanet diyara nasıl gidecektim? Üstelik
Orhan’ın naaşı verilmemiş ve “Azılı Er-
meni terörist” diye radyo ve televizyon-
larda verilen anonsların ardından polis
tarafından kaçırılarak gömülmüştü.
Tabii, Orhan’ın hayatta iken vasiyet
ettiği, “Ölürsem beni Faraç’ın bu te-
pesine gömün” dediği yere getirilmesi
gerekiyordu.
Arkadasları Orhan’ın bu vasiyetini yeri-
ne getirmekte asla tereddüt etmediler.
Naaşı polisin gömdüğü topraktan ka-
çırılarak vasiyet ettiği Faraç’a getirildi.
Cenaze töreni için bize haber verildi-
ğinde babam zar zor nefes alıyordu.
“Azad’ım” diye inledi elimi güçsüz elleri
arasına aldı. “Yavrum, biz de Ermeniyiz.
Git kardeşini son yolculuğuna uğurla ve
dön!”
Binlerce kişi Orhan’ın mezarının başın-
daydık. Kadınlar ağıtlarıyla erkeklerin
gür sloganları yarışıyordu.Dönüşümde
babamın baş ucuna vardığımda aşla-
maktan bitkin düşmüştü. Ağrılarından
mı yoksa Orhan’ın acısından mı bilemi-
yorduk feci ve ızdırap veren bir acıyla
kıvranıyor, kesik kesik konuşuyordu. Ve
zavallı babam, bu haliyle ancak dörtgün
daha dayandı. Bir sabah kalktığımızda
ölmüştü. Ölümü de kendisi gibi güzel
olmuştu…
Babamın ardından kendimi toparlamak-
ta güçlendim. Sürekli gerçek kimliğimi
sorgular oldum. Neydi, Neden olmuş-
tu? Babam niye kendini gizlemişti, bu
güne kadar yaşamıştı ve neden şimdi
bunları bana söylemişti?…
Sorularımın yanıtını babamın yaşıtı
arkadaşlarından öğrenmeye başladım.
Yaşanan o acı günleri anlattılar. Kırım
döneminde Dersim’e sığınan 25-40
bin Ermeni kurtarılmıştı. Bazı Dersimli
aşiretler de onlara zulüm yapmıştı ama
birçoğu da iyilik etmisti. Babam gibileri
çoktu ve onlar Dersimliler’e minnet ve
şükran duyuyorlardı. Cünkü kırım anın-
da, Dersimli ve Dersim kökenli olup da
Sivas Zara’ya kadar yayılan Alevi toplu-
lukların fedakarca kendilerini koruduk-
larını görmüşlerdi.
NACİZANE BİR ÇAĞRI
Gizlenen, tabu ve yasak olan gerçeklik-
leri yazacak birileri elbette çıkacaktır.
Nitekim çıkıyor da işte. Benim karnımı
zorla doyurmaya çalışan biri olarak, ne
yazık ki elimden bir şey gelmiyor ama
buradan nacizane bir çağrım olacak.
Varsa yetenekli ve gerçekten yasamın
gerçeklerine duyarlı bir sinemacı, bu
romanı mutlaka okumalı ve bu kutsal
yasamı beyaz perdeye aktararak, mil-
yonlara mal etmelidir.
Yaşadığımız acıların bir daha tekrarlan-
maması için bu şart!..
En azından biz yaşadık ama başka in-
sanlar, topluluklar, halklar ve milletler
yaşamasın..
Aktaranın notu: Bu yazı Istanbul’da
Türkçe ve Ermenice haftalık yayınlanan,
AGOS gazetesinden alınmıştır. 27 Mayıs
2005 tarihli (sayı 478, 12 sayfa) Azad
Demir, Aktaran Sako Zulalyan
EYLÜL-EKİM
16
ERGAN KİLİSESİ, ANATAR
GRAGORS VE PİLVENKLİLER
ERDOĞAN YALGIN
Bilinen kayıtlara göre Dersim’de, 4
Manastır ve 132 Kilise olmak üzere top-
lam 136 Ermeni ibadet yerinin olduğu
düşünülmektedir.(1) Oysa bize göre bu
sayıya, Süryani kiliselerini de eklersek
belkide daha da çoktur. Bunlardan
Dersim’de en çok bilinenlerden birisi de,
Ergan Manastır kilisesidir. Çünkü Ergan
kilisesi yok olmaya direniyor. Toplumsal
bir kollektivin oluşturacağı sinerjiyle
yeniden restorasyonunu bekliyor.
Bu manastırı Kasım 2010 de
Almanya’dan kalkıp, bizzat gidip ziyaret
ettik. Bazı dış duvarları hala ayaktadır.
Köyün adı Ermenice olan Ergan (Geçim-
li) köyünün Türkçe anlamı “Uzun” dur.
(2) Önce yakın tarihimize bir yollama
yaparak, bazı anıları hatırlamakta fayda
var kanısındayız.
1915 de Ermenilerin ve 1938 de
Pilvenklilerin Aynı Kaderi?
Ergan köyü Hozat ilçesine bağlıdır.
Pertek’ten Hozat’ a giderken, Hozat’a
yaklaşık 7 km. kala sağa sapılarak gidi-
len ve Pertek’in Dere nahiyesi ile Hozat
arasındadır. Hemen yeri gelmişken
bellirtelim. Hozat’a girmeden sağa yani
Ergan yoluna sapıldıktan sonra, ilk kar-
şılaşacağınız köy, 3.5 km uzaklıktaki İn
(Erm: İne, S. Nişanyan) köyüdür. Bu köye
varmadan yolun alt tarafından dereye
doğru Pilvenk aşiretinin 200 e yakın Ağa,
Pir ve talipler mensubunun, yaşlı, genç,
çocuk, kadın demeden 1938 de toplu
halde kurşuna dizildigi ve bu mevki
“Pilvenklilerin Toplu Mezarlığı” olarak
da bilinmektedir.
İşte tam da bu noktada durup ve kar-
şısıya bakıldığında Tauğ-Tawuk köyüne
ait olan “Kayışoğlu Yarması” diye bili-
nen o malum (!) uçurum, çıplak gözle
gözükmektedir. 1915 deki o büyük
can pazarında Ermenilerin toplu halde
biribirilerine bağlanarak canlı canlı bu
uçurumdan atıldıkları, Dersimli yaşlılar
tarafından bir masal gibi hep anlatılır.
Uçurumun altındaki derelerde günler-
ce yaralı canların iniltileri geldigi için,
çevredeki Kızılbaş Kürt köylüleri bu
dereye, “Qurqurik deresi” yada “Nala
Qurquriké” adını vermişlerdir.
Osmanlıda ki Köy Kayıtları!
Ergan köyü 16.y.y. da Çemişgezek
Sancağın(3)’a bağlı, 1518 de nüfusunun
tamamı Gayrimüslim olup, 72 hanesi,
1523 de ise 108 dir. Ergan köyünün
nüfusu, tahminen göçlerle 1541 de 90
haneye düşmüş. 1566 yılındaki kayıtlar-
da ise tekrar 129 haneye yükselmiştir.
Yani Ergan köyünün, bir Ermeni yerleş-
kesi olduğu Osmanlının Tahrir defterle-
rinde kayıtlıdır.
İne-İn köyü, 16.y.y. da Çemişgezek san-
cağına bağlı bir gayrimüslim(Ermeni)
köyüdür. 1518 yılındaki İn köyü, 26
haneden oluşmaktadır. 1523 de 44 olan
hane sayısı, 1541 de 28 e inmiştir. 1566
yıllığında ise İn köyünün gayri müslim
hane asyısı 87 ye ulaşmıştır.( Ünal: 1999,
s.198) Şimdi asıl konumuz olan Ergan
kilisesi ve son bağlısı olan aileye...
Ergan Haly Virgin (Kutsal bakire/
Kutsal Meryem Manastır Kilisesi
Tohmas Alain Sinclair 1989 da “Ergan
Ermeni Manastırı Kilisesi” başlığıyla bir
gezi makalesi kaleme aldı. Yaklaşık iki
sayfalık olan bu makaleyi Serkan Erdo-
ğan kitabında (4) yayımladı. Makalede,
Kilisenin gerçek adı ve tarihi mimarisi
hakkında bazı bilgiler yer almaktadır.
Şöyleki;
“...Kilise Haly Virgin (Kutsal bakire/
Kutsal Meryem, Ç.N) ‘e ithaf edilmiş
ve belkide tümüyle bir manastır (Surb
Karapet, öteki bir adlandırmayla Vaftizci
John olarak) 975/76 da inşa edilmiştir.
Bu kilise, Dersim’in ve Aşağı Fırat vadi-
sinin Bizans’ın fethinden yaklaşık elli yıl
sonra kurulmuştur. Amid (Diyarbakır) ve
bölgesinde Ermeniler’in manastıra özgü
(Hırıstiyan inançını pekiştirmek ve yay-
mak içindüzenlenen ç.N.) toplantıların
bu bölgeyi etkilemiş olduğu gözükürken,
manastır erken 15. yüzyılda ün kazan-
mıştır. Belkide 1420 yılında kilise, gerekli
onarım için elden geçirilmiştir....Manas-
tır 16. yüzyılın tamamı boyunca etkin
olmuştur. Ne zaman terkedildigi açık
EYLÜL-EKİM
17
degildir. Ama kuşkusuz 1865 ten önce
boşalmış ve son olarak terkedilişi de 18.
yüzyılda meydana gelmiş olmalıdır...”
(Erdogan: 2004, s. 177)
Ergan Manastır kilisesinin yapılış tarihi-
nin 975/76 oluşuna, Ermeni takviminin
başlangıcı olan miladi 522 (Hosep Hay-
reni) eklenmesiyle bu tarihin, Miladi
1496 olabilecegi, şu anki konumuz
dışındadır. Ama T. Alain Sinclair’in son
degerlendirmelerini, alanda derledi-
gimiz sözlü materyeller ışığında ele
almakda fayda görüyoruz.
T. Alain Sinclair diyor ki, Ergan Manastır
kilisesi 1865 yılından önce boşaltılarak,
yani 18.y.y. da terkedilmiştir. Bu anla-
tımla, sanki kilisenin bu tarihten sonra
sahipsiz kaldığı izlenimi verilmektedir.
Oysa Ergan Kilisesinin son bağlılları olan
Ağzonik ( Ermenice; Ağzonik-Ağtsnig,
yeni adı Kayabağ köyü, S. Nişanyan)’ li
Anatar Gragors ailesidir. Ağzonik köyü
16.y.y. Çemişgezek Sancağına bağlı bir
Müslim (!) köy olarak gözükmektedir.
1518 yılında 32 hanesi vardır…
Şimdi sizlere, Aşağı Pilvenk (Pilvenké
Jerin)’in son Ermeni ailesi olan Gragors
ailesini tanıyanlarla başbaşa bırakaca-
ğız.
Ağzonik-Ağtsnig’li Anatar ve
Ailesi
“...Aile reisinin adı Anatar’dı. Kendisi
demirciydi. Kalaycılık da yapardı. Çok
sanatkar bir adamdı Anatar. Karısı Dani-
ela Gragors ise tüm çevre köylerin tek
terzicisiydi. Çok hamaratlıydı. Bunların
Bıco, Babek ve Kaya adında oğulları
vardı. Bütün ailece bunlar Kürtçe, Türk-
çe ve Ermeice bilirdi. Ailesiyle beraber
bizlerle iç içeydi. Bu aile kıyımdan nasıl
kurtulmuş, kim bunlara yardım etmiş
pek bilinmezdi. Bizim cıvatlarımıza
(Cem, e.y.) katılırdı. Çok inançlıydı.
Kendi inancınıda yerine getirirdi. Bizden
çok memnundu. O kendini Pilvenkli gö-
rürdü, bizde onları bir kardeş aile bilir-
dik. Kardeşler arasında kavgalar olurdu.
Ama o aile ile kimse asla tartışmazdı
bile...Ergan daki o kiliseyi beraber gör-
dük. Orada hani iki tane mezar vardı.
Birisi Anatar’ın eşi Daniela’ya, digeri ise
oğluna aitti. Bu aile, bu topraklara çok
bağlıydı. İstanbul’a taşınmıştı. Orada
vefat eden eşini buraya getirmişti. En
son 90 larda buraları terkedip İstanbul’a
yerleşti. İşte bu Anatar ailesi bizim içi-
mizde kalan, tek bilinen en son Ermeni
ailesiydi.”( Hüseyin Bulut, Pilvenk aşireti
Piran Ezbetinden, Berxécan Ocağı Zakiri
1940 doğumlu)
“.. Bu Anatar ailesi, Kürtçe’yi bizim gibi
bilir ve konuşurdu. Bizimle beraber
Xızır orucunu tutar ve bizimle beraber
bizim cemlere katılır ibadet ederdi.
Gağant’ı beraber yapardık. Wallahi de
billahi de biz onu hiç bir zaman Ermeni
olarak bilmezdik. Yani sanki bizim bir
akrabamız gibiydi. Ağzunik de otururdu.
Ağzonik köyü çok önemli ve eski bir
köydür. Ermenilerden Türk beylerine ve
onlardan da bizim Kürt beylerine, yani
Pilvenkli Heci Mıstafa Ağa’ya geçmiş.
İşte bu köyün en qadim Ermeni ailesi
olan Gragorslar böylece biz Pilvenkli-
lerin bir parçası olmuş, öyle kalmışlar..
Zaten biz Pilvenklilerin üzerinde sa-
yılırlardı. Yabancılar onları Pilvenkli
olarak bilirlerdi. Ağzonik’ten kalkıp,
yürüyerek yaz-kış demeden (en az 9 km
uzaklıkta.e.y.) gider Ergan daki bu kilise-
nin tüm bakımını yapar, ibadetini eder
ve gelirdi. Yani kilisenin hem pederi ve
tek aileli bir cemaatiydi. İnanmış bir
adamdı. Yalanı-dolanı yoktu..Yaşlandı
tabi. Önce çocukları sonrada kendisi ve
eşi 90 ların başında İstanbul’a taşındılar.
Ama buraları hiç unutmadı. Bak eşi ve
çocuğunun cenazelerini işte getirip,
kilisenin içinde toprağa verdi gitti. Daha
da bir haber alamadık. 90 ların sonunda
ise bu kilisenin giriş kapısında define
avcılarının kazı yaptıklarını ögrendik.
Bunu da kınıyoruz tabi. Ama mezarlara
hiç dokunulmamıştır.”( Zeynel Çetinka-
ya Pilvenk aşireti Xelifan Ezbeti, 1929
doğumlu)
Son söz olarak
Pilvenk aşireti içinde yaptığımız (Kasım
1010) Sözlü Tarih araştırmalarımız sı-
rasında görüştügümüz tüm yaşlıların,
Ağzonikli Anatar Gragors ailesi hakkın-
da, hep aynı gizemli anıları anlattıkları-
na tanık olduk.
Kaynak:
1)Hovsep Hayreni : Petağ-Eleştirisi Üzerine,
www.dersimnews.com
2) Sevan Nişanyan,“Adını Unutan Ülke”, Ev-
rensel yayınları İstanbul, 1. Baskı : 2010, s.317
3) M. Ali Ünal,“16.Yüzyılda Çemişgezek
Sancağı”, Türk tarih kurumu basımevi, Anka-
ra:1999, s. 209
4) Serkan Erdoğan,“Desim ve Çevresindeki
Arkeolojik Araştırmalar-1”, Kalan yayınları
Ankara, 1. Baskı : 2004, s.177-178
EYLÜL-EKİM
18
1915’İN DENEK TAŞINDA TÜRK
VE KÜRT SİYASETİ (1. Bölüm)
HOVSEP HAYRENİ
Geçtiğimiz aylar boyunca Türkiye’nin
tarihsel adalet sorunları bir bir yeni-
den tartışma konusu oldu. Başbakan
Erdoğan’ın “devlet adına” bir ilk olarak
Dersim 1938 için “özür” beyan etme-
sine karşılık, 1915 hakkında geleneksel
inkarcılığı kaskatı sürdürmesi izahı güç
bir tezat olarak kaldı. 1915 bu ülkede
toplumsal adalet duygusunun, tarihle
yüzleşme cesaretinin, demokratikleşme
niyetinin en esaslı test edilme konusu,
bir anlamda denek taşı veya turnusol
kağıdı olmaya devam ediyor. 24 Nisan
vesilesiyle son gelişmeler ışığında ege-
men Türk siyasetinin açmazlarını de-
ğerlendirirken konuyla ilgili Öcalan ve
önderliğindeki Kürt hareketinin bakışını
da eleştiriye tabi tutmakta yarar görü-
yorum. Bu yalnız Ermeni, Süryani, Yezidi
halkların tarihsel adalet beklentileri
açısından değil, Kürtlerin kendi özgürlük
sorunları ve geçmişleriyle yüzleşmeleri
bakımından da önemli olan bir tutarlılık
meselesidir.
1938 “ÖZÜR”ÜNE RAĞMEN
1915’İ İNKAR DİRENCİ AYIP
DEĞİL Mİ?
Dersim tartışması ilk olarak 2009 sonla-
rında Onur Öymen’in sözleriyle alevlen-
diğinde Başbakan Erdoğan bu konuyu
rakibi CHP’ye karşı kullanmaya müsait
görüp önünü arkasını fazla hesap etme-
den 1938’de yapılanın “katliam” oldu-
ğunu söylemişti. İyi ki öyle bir vesile bu
çıkışı getirdi, yoksa resmî tarihin inkarcı-
lıkla örülü surlarında bir gedik açılacağı
yoktu. Daha o zaman bunun risklerini
sezen devletin cin muhafızları (mesela
Hürriyet’te Ertuğrul Özkök) “Dersim’de
yapılan katliamsa 1915 için ne diyece-
ğiz?” şeklinde uyarmaktan kendilerini
alamamışlardı.
Erdoğan Dersim 38’i daha sonra da dil-
lendirdi ve orada 50 bin masum insanın
katledildiği kendi ağzından tescil edilmiş
oldu. Ama aynı yıl içinde Ermeni soykı-
rımı gündeme gelince bildik inkarcılığı
olduğu gibi sürdürüyor ve “Benim ecda-
dım soykırım yapmamıştır, yapmaz” diye
iki kelimeyle kestirip atıyordu. Şüphesiz
itirazı yalnız soykırım tanımına değil, adı
ne olursa olsun 1915’te işlenmiş büyük
insanlık suçlarının gerçekliğine karşıydı.
Başbakan’ın eksik bıraktığı o cümleyi
hükümetin başka bazı sözcüleri fırsat
buldukları ölçüde kendi üsluplarıyla
tamamlamaya çalıştılar. Örneğin geçen-
lerde “Maraş’ın kurtuluş yıldönümü”
vesilesiyle nutuk çeken Cemil Çiçek “Bu-
radan tüm dünyaya sesleniyorum. Bizim
tarihimizde baskı yoktur, zulüm yoktur,
işgal yoktur, soykırım yoktur, alçaklık hiç
yoktur. Ama başka milletlerin tarihinde
bunlardan çoktur...” diyerek işi ifrada
vardırıyordu. Erdoğan ise dış dünyanın
gözünde çok sırıtmasın diye soykırım
kavramının “ağırlığını” ima ederek lafını
yalnız onun etrafında döndürüyor ve
yaşanmış gerçekliğin soykırım değilse
ne olduğunu es geçiyordu. Oysa Dersim
soykırımına da soykırım demediği halde
iç siyasette hesabına uygun gördüğü için
pekala “katliam, vahşet” vb. diyebilmiş-
ti. Yani bunu söylemek de bir şeydi ve
istese 1915’te yapılan imhanın da asgari
eleştirisini yaparak bir üzüntü belirtisi
gösterebilirdi. Yetersizliği ayrı mesele,
hiç değilse izansızlık olmazdı. Ecdadı-
na toz kondurmama tavrına bakılırsa
Dersim’de işlenen insanlık suçları kimin
işiydi? Yoksa Erdoğan gerçekliğini kabul
ettiği o vahşetin sorumlularını kendi ata-
larından saymıyor muydu? İnkarcılığın
en zayıf noktaları olan bu sorular hep
havada kalacaktı.
Son olarak Zaman gazetesinin Dersimli
CHP milletvekili Hüseyin Aygün’le yap-
tığı söyleşi ve yankıları ardından Dersim
38 konusunda daha kapsamlı ve cesur
çıkışını yapan Erdoğan, devlet adına
tevekkeli bir özür beyanıyla beraber,
olayın siyasi sorumluluğunu salt CHP
geleneğine ait gösterdi. Dönemin tek
partisi olan CHP içinde sonradan di-
ğer partilerin doğuşuna öncülük eden
kadroların da bulunduğu ve Dersim
icraatinde sorumluluğu paylaştıkları
gerçeğini gözardı etti. Yapay modern-
leşmeci Kemalist elitin dönem dönem
baskılarına maruz kalmış İslami cenah-
taki kendi öncüllerini ve sempatiyle
baktığı DP liderlerini o zihniyetten ayırıp
temize çıkartmaya çalıştı. Temsil ettiği
ümmetçi gelenek, en son kendi önder-
liğindeki liberal versiyonu dahil olmak
üzere, yerine göre milliyetçilik yarıştır-
mayı da ihmal etmeden temel devlet
EYLÜL-EKİM
19
politikalarında o faşist zihniyetle pekala
uyuştuğu ve bir çok insanlık suçlarına
ortak olduğu halde öyle ak-kara bir
tablo çizmeyi tercih etti. Kısmi ideolojik
karşıtlık ve bir ölçüde gadre uğramışlık
nedeniyle hem tarihsel hesaplaşma,
hem de Kemalizmin siyasi İslam aley-
hine devam eden tahakkümünü kırma
yönünde “CHP zihniyeti”ne vuruşlar
yaparken, bugünleri hep beraber borçlu
oldukları M. Kemal Atatürk’ü ise tar-
tışma dışında tutmaya özen gösterdi.
Dersim harekatında Atatürk’ün yönlen-
dirici rolü ve ortaya çıkan “facia”daki
sorumluluğu açık olmasına rağmen,
Erdoğan ona değinmekten kaçındığı gibi
CHP’liler de “ne demek istiyorsun yani,
Atatürk katliam mı yaptırdı?” gibi sonu
hayırlı olmayacak çıkışmalardan müm-
kün mertebe geri durdular. Bu noktada
sessiz bir konsensüs işledi.
Ama iktidarla muhalefet arasında kon-
sensüsün büyüğü 1915 konusunda işli-
yordu. İşte Dersim özürünün üstünden
daha bir ay geçmeden Fransa’daki tasa-
rı vesilesiyle Ermeni soykırımı tartışması
tekrar güncelleşince AKP-CHP-MHP tam
bir uyum ve seferberlik halinde inkarcı-
lık duvarını tahkim etmeye koyuldular.
Erdoğan bu defa da kendisiyle çelişme
pahasına topyekün tarih aklamaya
çalıştı. “Sarkozy Türkiye’nin tarihinde
soykırım bulamaz... Biz tarihimizle
gurur duyuyoruz” dedi. Dersim 38 için
gösterdiği utanç belgelerini unutmuş
gibi davrandı. Üstüne üstlük Kanuni
Sultan Süleyman’ın “kılıcımın gücüyle
sahip olduğum topraklar...” dizeleri eşli-
ğinde kanlı fetih tarihine övgüler yaptı.
Cezayir’deki kanlı kolonyalizmi nede-
niyle Fransa’yı suçlarken, bütün Kuzey
Afrika dahil yabancı topraklar üzerinde
yüzlerce yıl süren Osmanlı tahakkümü-
nü gurur ve kibirle savunmakta beis
görmedi.
Bu tavrın Fransa’da gündeme gelen soy-
kırım inkar yasasına karşı “tahrik edil-
mişlik” havası içinde geliştirilmiş olması
işin özünü değiştirmiyor. Yüzleşmekten
kaçınılan konu üzerine resmî olarak bir-
şeyler söylenmesi zaten onyıllardır hep
dış yankılar üzerinden ve daima katı
reddiye temelinde sözkonusu oluyor.
Sonuçta inkarcılığın ürünü olarak dışarı-
da karşılaşılan şeyler, inkarcılığı yeniden
üretmenin bayağı vesilesi yapılıyor.
Erdoğan tarihle yüzleşme konusunda
ne kadar keyfi, seçici ve tutarsız dav-
randığını daha Dersim özürünü dilerken
sergilemişti. Bizatihi o konuşmasında,
Kılıçdaroğlu’nun “bu gidişle Ermeni
soykırımını da kabul eder” imasına
karşılık “Beni Ermeni diasporası ile aynı
yere oturtacak olanın alnını karışlarım”
cevabını vermekle devlet hesabına
sadık kalacağı kırmızı çizgiyi belli etmiş-
ti. Fransa’nın görüştüğü yasanın ifade
özgürlüğü bakımından tartışma götürür
olması, sanki inkarcı cephenin o öz-
gürlüğe saygısı varmış yada asıl derdi
oymuş gibi suret-i haktan görünerek
daha hırçın tepkiler vermesine yalnızca
ve kabaca bahane oluşturdu.
SEÇİCİ VİCDAN VE İÇİNE
DÜŞTÜĞÜ PARADOKS
Resmî tarihin Dersim sayfasını fevri
çıkışla da olsa yırtabilen Başbakan’ın iş
Ermeni meselesine gelince dut yemiş
bülbüle dönmesi yada tam tersi yönde
esip gürlemesi basit bir çelişki değildir.
Bu göz çıkarıcı tezatın iyi analiz edilmesi
gerekir.
Bir defa burada 1915’in ne dehşetli bir
yok etme olduğunu görmemek, anla-
mamak sözkonusu olamaz. Konu yıllar-
dır Türkiye’de bir tabu olmaktan çıkmış,
artan yoğunlukta tartışılıyor, yığınla
kitap ve makale yayınlanıyor. Bunlar
arasında dönemin Türk kaynaklarından
belgeler ve gerçekliği teslim eder nite-
likte çok çarpıcı beyanlar da aktarılıyor.
Dersim 1938 hakkında üstadı Necip
Fazıl Kısakürek’in yansıttığı tanıklıklara
inanan ve resmî belgelerdeki rakamları
hiç değilse katliam göstergesi olarak
kabul eden Erdoğan, 1915 ve sonrası
İttihatçıların gaddarlığını mahkum etme
durumundaki Müslümanların yazdıkla-
rını, mahkemelerde söylediklerini hiç
mi duymamıştır?
Mesela Harp Akademisi’nde M.
Kemal’in hocalığını da yapmış olan
dönemin ünlü tarihçilerinden Ahmet
Refik’in “İki Komite İki Kıtal” adlı eseri,
Necip Fazıl’ın “Son Devrin Din Maz-
lumları” kadar itibar edilecek bir şey
değil midir? Orada nice benzer örnekler
sergileniyor; Teşkilat-ı Mahsusa’nın
somut rolünden, yapılan kıyımların
tüyler ürpertici ayrıntılarına kadar pek
çok objektif tanıklık mevcut. O kitabı
1919’da yayınlanan Ahmet Refik, ortaya
koyduğu gerçekliklerin rahatsızlık yarat-
ması nedeniyle Cumhuriyet döneminde
eserleri yasaklandığı gibi, üniversitedeki
kürsüsünü ve kamu haklarını da kaybet-
miş, sefalet içinde ve kimsesiz ölmüştür.
(Celal Tahsin, aktaran Vahakn N. Dadri-
an, Türk Kaynaklarında Ermeni Soykırı-
mı, Belge Yayınları, 2005, s. 85-86)
Bir başka önemli muhalif aydın, Hürri-
yet ve İtilaf fırkasından gazeteci-yazar
Ali Kemal, ki 1919’da kısa dönem Da-
hiliye ve Maarif Nazırlığı da yapmıştır,
1915’te icra edilenleri şöyle tanımlar:
“Dört veya beş sene önce tarihte emsali
olmayan bir cürüm işlendi; dünyanın
tüylerini diken diken eden bir cürüm.
Ebatlarını ve şeraitini anlatmak için,
failleri beş, on değil, yüzbinler demek
lazım... Hakikaten de, bu trajedinin
İttihadın Merkezi Umumisinin aldığı
kararlar temelinde planlandığı artık
ortaya çıkmıştır” (28 Ocak 1919 tarihli
Sabah, aktaran V. N. Dadrian, age, s. 50)
Daha sonra Kemalist rejimin tutukladığı
Ali Kemal, Ankara’ya sevkedilirken, Pon-
tus, Koçgiri ve İzmir’deki canilikleriyle
meşhur Sakallı Nurettin Paşa’nın tertibi
sonucu İzmit’te linç edilerek öldürülür.
Dönemin bir diğer Dahiliye Nazırı Mus-
tafa Arif de şöyle demiştir: “Tabii ki,
birkaç Ermeni düşmanlarımıza yardım
ve yardaklık yapmıştır ve birkaç Ermeni
Mebusu Türk milletine karşı cürüm
işlemiştir... sadece mücrimlerin peşine
EYLÜL-EKİM
20
düşmek bir hükümet için mecburiyettir.
Maalesef, harp sırasındaki liderlerimiz
tehcir kanununu eşkiyalık ruhuyla, gö-
zünü kan bürümüş haydutlar gibi tatbik
ettiler. Ermenileri imhaya karar verdiler
ve imha ettiler de... Ermenilere karşı
işlenen mezalim memleketimizi dev bir
mezbahaya çevirdi” (13 Aralık 1918 ta-
rihli Vakit ve 22 Aralık 1918 tarihli Rena-
issance, aktaran V. N. Dadrian, age, 51)
Bu dönem Divan-ı Harb-i Örfi (sıkıyö-
netim) yargılamalarının tutanaklarına
geçen yığınla yetkilinin itirafları ve
tanık beyanları mevcuttur. Tehcir sı-
rasında katledilen Ermenilerin sayısı
hükümet tarafından resmen 800.000
olarak açıklanmıştır. Dönemin basını ve
kamuoyunda bu haber pek de abartılı
bulunmamış, onlarca yıl sonra eleşti-
ren devlet adamları bile rakama itiraz
etmeksizin öyle bir beyanın devleti güç
duruma sokmasına tepki göstermişler-
dir. Cumhuriyet döneminde Falih Rıfkı
Atay, Halide Edip Adıvar, Ahmet Emin
Yalman, Yunus Nadi, Doğan Avcıoğlu gibi
bir dizi gazeteci, yazar ve tarihçinin de
gerçekliği bir ölçüde açık eden tanıklık
ve yorumları olmuştur.
Velhasıl, vicdan gözüyle bakıldığı du-
rumda 1915’de yapılanın mahiyetini de
1938 gibi görmemek, kat be kat daha
büyük bir imhanın gerçekliğini teslim
etmemek mümkün değil. Ama ideolo-
jik-siyasi tercihlerle bu konuyu peşinen
ötelemiş olanlardan vicdani yaklaşım
beklemek abestir. 1938 için gösterilen
yaklaşımın da vicdani değil, politik ol-
duğunu herkes ayırt edebilir. Başbakan
Erdoğan’ın Dersim üzerine konuşurken
sesine yansıttığı duygusal ton bütünüyle
yapmacık değildiyse eğer, o taktirde
buna seçici vicdan demek gerekir. Aslo-
lan yine politikadır, vicdan ise onun gör
dediğini görmekle sınırlı, başka şeylere
kapalı veya kördür. Tam da böyle bir
gerçekliği dışa vurduğu için, etik anlam-
da negatif puan kazandıracak bir şeydir.
Yani Dersim konusunda yaptığı çıkış bu
ülkenin devlet adamlarında görülmemiş
bir cesaret örneği olarak mazlumların
gözünde kendisine prestij kazandırırken,
1915’e ilişkin hiç bir duyarlılık göster-
meme ve geleneksel vicdansızlığa ortak
olma durumu gerisin geri o konudaki
samimiyetini de sorgulatacaktır. Böyle
bir tutarsızlığın, niyet ne olursa olsun
1915 inkarcılığı aleyhine işleyeceği ve
onun sürdürülmesini daha çok zora
sokacağı da bir gerçektir. Bu bakımdan
diyebiliriz ki, 1915 ile yüzleşmeye biraz
olsun niyetli olmadan 1938 konusunda
öyle cesur bir adım atmak, yalnız devlet
hesabına değil, halen iktidar yetkisiyle
1915’in yüzüncü yılını karşılama pozis-
yonundan dolayı, AKP hesabına da dü-
şünülse pek akıllıca olmamıştır.
Dersim 38’in katliam boyutunda kabu-
lünü belli politik faydalar uğruna göze
aldıran, biraz da bu konunun istendiği
taktirde yüzeysel bir kabulle geçiştiri-
lebileceği kanaati olmuştur. Nitekim
öyle düşünüldüğü için, ne TBMM’nde,
ne Bakanlar Kurulu’nda bir görüşmeye
konu olmuş, dahası AKP kurmayları
içinde bir ön görüşme ve mutabakatın
varlığı bile meçhul ve şüpheli kalmıştır.
Sonuçta Başbakan’ın hiç bir devlet ku-
rumuna onaylatmadan “devlet adına...
gerekiyorsa...” diyerek beyan ettiği
özürün gerçekte devleti bağladığı da
söylenemez. Psikolojik etkisi dışında bir
işlevi olabilmesi için mecliste görüşülüp
hukuki ve siyasi yönleriyle belli kararlara
dönüştürülmesi gerekir. Bu yönde umut
verici bir hareketlenmenin olmayışı,
Erdoğan’ın konuyu hiç bir yükümlülük
altına girmeyecek şekilde salt politik is-
tismar yönünde kullanıp geçme niyetiyle
dillendirdiğine delalet ediyor. Dersim
38’in 1915 gibi uluslararası yankı ve dış
baskılara konu olmayışı, bu geçiştirmeci
tavrın rehavetini açıklayacak etkenler-
den biridir.
Dersim soykırımının mağduru olan halk
her ne kadar sürgün dönüşleriyle kıs-
men kendi toprağında var olmaya de-
vam edebilmişse de, son 30 yılın sürekli
askeri operasyonları, büyük çapta köy
yakma-boşaltma, ambargo-abluka ve
nihayet bir çok yerleşim alanını daha
haritadan silecek yeni baraj yapımlarıyla
bu varlık hali tekrar son kerteye kadar
minimize edilmiş ve halen de tehdit
altındadır. Bu faktörleri gidermeye dö-
nük bir çabası görülmeyen Başbakan’ın,
sözünü ettiği 38 trajedisinden dolayı
devlet adına hesap vermek şöyle dur-
sun, telafi edici yönde bir sorumluluk
bile duymadığı anlaşılıyor. Türkiye içine
ve dışına dağılmış Dersimlilerin 1938
davasını savunma girişimleri mevcut
olmakla beraber, Ermeni diasporası ve
etkinlikleri kadar “ürkütücü” gelmediği
için sözkonusu politik istismar fazla riskli
görülmemiştir. Buna karşılık benzer bir
şey, yani geçiştirmeci türden kısmi bir
kabul ve yarım ağız bir özür 1915 için
düşünülse, bunun orada bırakılmayacağı
kanaati hakimdir.
1915 NEDEN KIRMIZI ÇİZGİNİN
ARDINDA?
Orada korkunun büyüğü kendilerince “3
T” diye özetlenen, tanımanın peşinden
karşılaşılması muhtemel tazminat ve
toprak talebi midir? Görünürde belki,
ama yüzleşmekten kaçınılan olgunun
karakteri dikkate alınırsa bu abartılı
fobinin kaynağındaki daha derin başka
endişelerin önemi farkedilir. Toprak
savaşsız alınamaz ve Ermenistan’ın ona
yetirecek gücü bulunmadığına göre bu
konuda yaratılan korku reel değildir.
Tazminat ihtimaline gelince Türkiye
ondan esirgediğini lobilere dağıtmaya
devam ediyor. Halbuki samimi bir özür
ve ilişkileri düzeltme iradesi karşısında
Ermeni dünyasının tazminatı gereksiz
görmese bile, şahsi taleplerde bulun-
mamak üzere, yıkıma uğratılmış tarihsel
değerlerinin restorasyonu ile sosyal-kül-
türel amaçlı fonlara adanacak mütevazi
bir bedelle yetinmesi mümkündür. O
nedenle asıl sorun maddi değil, manevi
planda görülmelidir.
Bu ise Osmanlı devletinin son demle-
rinde gerçekleştirilen Ermeni, Süryani,
Rum-Pontus etnik temizliklerinin bu-
EYLÜL-EKİM
21
günkü Türk ulus-devletine varlık zemini
hazırlamış olmasıyla ilgilidir. AKP’li eski
Savunma Bakanı Vecdi Gönül 2008
yılı 10 Kasım’ında Brüksel’deki Türk
Büyükelçiliği’nin Atatürk’ü anma tö-
reninde tersinden bir soruyla, “Bugün
eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve
Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeni-
ler devam etseydi, bugün acaba aynı
milli devlet olabilir miydik?” diyerek
bu gerçeği itiraf etmişti. 1915 bu kanlı
tasfiyenin en büyük bölümünün kota-
rıldığı tarihtir. Yasal kılıfı tehcir olan ve
çok yaygın toplu katliamlar eşliğinde
yürütülen bu tasfiye, ülke genelinde
esas olarak Ermeni halkını hedeflemek-
le beraber, tehcir yolları üzerinde bulu-
nan Süryani, Keldani, Yezdi nüfusunu da
tırpanlamıştır. 1923’e kadar bölge bölge
her fırsatta Hristiyanlardan arta kalanla-
rın temizliği devam etmiş, en son geriye
kalan Rumların da mübadelesiyle Küçük
Asya’da Müslüman olmayan kadim
halkların sonu getirilmiştir.
Osmanlı devletinin çöküş sürecinden
çıkma ve yeniden büyük bir impara-
torluğa dönüşme hevesiyle gönüllü
olarak girdiği, Alman emperyalizmi
güdümünde yayılmacı siyaset izlediği
savaş içindeki konumu en az diğerleri
kadar haksızdır. Hiç bir meşruluğu
olmayan o savaşında yenilgiler aldık-
ça savunma pozisyonuna zorlanmış
olması bu gerçeği değiştirmez. Turan
hayaliyle yöneldikleri doğu cephesinde
ilerleme fırsatını bulamayan İttihatçılar,
kendi yarattıkları Sarıkamış faciasının
sorumluluğunu demagojik şekilde “Rus
işbirlikçisi Ermeniler”e yükleyip, hemen
ardından giriştikleri silah toplamaya
karşı Van’da gelişen direnişi de “isyan”
sayarak, zaten hesaplarında olan büyük
iç tasfiyeyi devreye koydular. Bahane
ettikleri gibi yalnız Rus cephesine yakın
doğu vilayetlerinde değil, Osmanlı sat-
hında küçük istisnalar hariç tüm Ermeni
halkını tehcir ve kırıma tabi tuttular.
Hemen her yerde önce erkek nüfusunu
(amele taburlarına aktarılmış askerler
dahil) küme küme kuytu yerlere götü-
rüp katlettikten sonra, büyük çoğunlu-
ğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan
tehcir kafilelerini yaz sıcağında yüzlerce
kilometre yürüterek yollarda “telef”
ettiler. En son sağ kalanların bir bölü-
münü de ulaştıkları Suriye çöllerinde
yokettiler. 1938’deki Munzur suyu, Laç
deresi gibi, bu dönemde koca Fırat, Mu-
rat, Dicle ve sayısız kolları kızıl akıyordu.
Nice şehir, kasaba ve köyler harabeye,
yakın çevreleri mezbahaya, sürgün
yolları ceset tarlalarına, konak yerleri
köle pazarlarına, varış noktaları temer-
küz kamplarına çevirilmişti. Ölümlerin
eksik bıraktığını kapışılan kızların, yetim
çocukların ölümden beter dramları ve
kimlik yitimine uğratılmaları tamamladı.
Savaş öncesi zorlandıkları Ermeni so-
rununu bu şekilde halleden İttihat ve
Terakki’nin büyük şefleri nihai yenilgi
üzerine Almanların yardımıyla ülke-
den kaçarken, İngilizlerin işgal ettiği
İstanbul’da mütareke sonrası Osmanlı
hükümetleri savaş sırasındaki bu kap-
samlı suçları yargılamaya mecbur kal-
mışlardı. Ermeni soykırımından sabıkalı
İttihatçı kadrolar bu durumda “Anadolu
içleri”ne çekilip hem kendilerini ko-
rumaya, hem de Hristiyan halklardan
gaspedilmiş toprak ve zenginlikleri
savunmaya çalıştılar. Kuvay-ı Milliye
ruhu böyle oluştu. Soykırım sürecinde
kendilerine suç ortağı ettikleri Kürtlerle
tekrar aynı argümanları kullanarak itti-
fak yaptılar. Ermeni-Süryani mallarına
konan eşraf, ağa, bürokrat ve ganimet-
ten nasibini alan Müslüman toplulukları
örgütleme yoluyla adına “Milli Kurtuluş
Savaşı” denilen hareketi başlattılar. Dı-
şarıya mesaj verdikleri Erzurum ve Sivas
kongrelerinde bu mücadelenin Osmanlı
topraklarını önemli ölçüde işgal etmiş
olan galip devletlere değil, fakat onların
himmetiyle “Anadolu’da Rumluk ve
Ermenilik kurulması”na karşı olduğunu
ilan ettiler. Batıda İngiliz ve İtalyan işgal-
cilerine bir tek kurşun sıkmayıp yalnızca
onların Ege’ye çıkarttığı Yunan kuvvet-
lerine karşı savaştılar. Doğuda Ermeni-
lerden arındırmış oldukları bölgelerden
sonra Kars’ı ve daha ötesini zaptetme
savaşları yürüttüler. Güneyde Fran-
sızların varlığına karşı olmazken onlar
içindeki Ermeni lejyonunu duyunca ga-
leyana geldiler ve Kilikya Ermenilerinin
tekrar bölgeye yerleşmesine karşı silaha
sarıldılar. Karadenizde hiç işgal kuvveti
yokken Pontuslu Rumları ve Ermeni
kalıntılarını kırmaya ve kaçırtmaya de-
vam ettiler. Ele geçirdikleri İzmir’i ateşe
verip şehrin Ermeni ve Rum sakinlerini
yığınlar halinde katlederek denize dök-
tüler. Hristiyan halklar dışında bir de
ulusal istemleriyle ayaklanan Koçgiri
Kızılbaş Kürtlerini kırıma uğrattılar.
Emperyalist işgal durumu bir taraf ola-
rak içine girilmiş genel paylaşım sava-
şında yenilgiye uğramanın sonucuydu.
Öyle olmasına rağmen anti-emperya-
list halk güçlerinin yurt savunmasına
meşruluk kazandıracak bir şeydi. Ama
bir adım öncesinde Alman emperya-
lizminin işbirlikçisi olan, son durumda
ise işgalci emperyalist devletleri hedef-
lemekten sakınan İttihatçı kadroların
oluşturduğu Kemalist hareket o nitelik-
ten yoksundu. İşgal edilen yerlerin tam
sömürge gibi elde tutulamayacağını bi-
liyor ve mandaterliği üstlenmeye niyetli
kimsenin de bulunmadığı durumda şek-
len bağımsız özünde onlara bağımlı bir
yeni devlet için uzlaşmayı umuyorlardı.
Bunun yolu Küçük Asya’nın farklı etnik
gruplara göre bölünmesini öngören
Sevr anlaşmasını hükümsüz kılmak ve
“Misak-ı milli” dedikleri sınırları Türkle-
rin “meşru hakkı” olarak tanıtmaktan
geçiyordu. Yöntemi ise daha önceki
kırım ve sürgünlerden arta kalan, geri
gelen, eski yoğunluk alanlarında statü
edinmeye çalışan Ermeni ve Rumların
askeri güçlerini püskürtmek, sivil nüfus-
larını söküp atmak ve o toprakları olan-
ca genişliğiyle tam bir Türk-Müslüman
yurdu haline getirinceye kadar etnik
temizliğe devam etmekti. Bir kısım dış
güçle savaşırken bile esas hedefleri
Hristiyan yerli halkları bitirmek olup,
onları kullanma çabasındaki devletleri
ise “bakın yanlış ata oynuyorsunuz,
çıkarınız bizimle uyuşmaktan geçiyor”
diyerek anlaşma yoluna getirmeye
çalıştılar. Bunu yaparken yeni kurulmuş
EYLÜL-EKİM
22
Sovyetler Birliği ile Batı Emperyalist
bloku arasında kurnaz bir denge diplo-
masisi izlediler. Bir tarafta sahte anti-
emperyalist görünümle Sovyetler’den
yardım ve tavizler koparıp, diğer tarafta
bu kartı kullanarak Batı’nın kendilerini
daha fazla gözetmesini ve en geniş sınır-
lar üzerinde yeni Türk devletinin kuru-
luşuna rıza göstermesini sağladılar. Bu
arada Ermeniler, Süryaniler kırıldıkları
ve sürüldükleriyle kaldı. Onlar nezdinde
insanlığa karşı işlenmiş suçların çoktan
yüzüstü bırakılan ve esir takasına geti-
rilip terkedilen yargılanması bir daha
açılmamak üzere kapatıldı. Gaspedilmiş
mülkleri, kültürel hazineleri hiç tazmin-
siz yitik sayıldı. Dünya savaşı öncesi en
az % 25 nüfus yoğunluğuna sahip olan
Hristiyan halkların tasfiye edilmesi yo-
luyla ezici çoğunluk haline dönüştürülen
yerli-muhacir Müslüman gruplardan
yeni bir Türk kimliği yaratacak şekilde
Türk ulus-devleti inşa edildi. Türkiye’de
kalan “gayrımüslim azınlıklar” ise cum-
huriyet tarihi boyunca gördükleri rehine
muamelesi, varlık vergisi, altı kura asker-
lik, 6-7 Eylül pogromu, vakıflar yasası ve
benzeri yıldırma taktikleri sonucu eritile
eritile hiç noktasına getirildi.
Şimdi bu tarihle yüzleşme konusunda en
büyük sorun, Türkiye Cumhuriyeti’nin
bir büyük kaide gibi üzerine oturtulmuş
olduğu Ermeni, Süryani, Rum, Yezidi
halklar mezarlığının açığa çıkacağı ve
“Osmanlı’nın küllerinden yaratılmış pa-
rıltılı bir anka kuşu”na benzetilen o ulus-
devletin ne menem bir şey olduğunun
tescilleneceği endişesidir. Adına “Milli
Kurtuluş Savaşı” denilen efsanenin bir
balon gibi söneceği ve “şanlı tarihimiz”
övüntüsünün ayıba dönüşeceği korkusu-
dur. Büyük çoğunluğu o muazzam insan-
lık suçlarından sabıkalı İttihatçı kadrolar-
dan olan Cumhuriyet kurucularının tarih
önünde mahkum olacağı kaygısıdır.
ERMENİ SORUNUNDA
İNKARCILIĞI BÜYÜTEN ÖZEL
FAKTÖRLER
Denilebilir ki Başbakan Erdoğan’ın
Dersim 38’e dair gerçekliği kısmen ka-
bulü de Cumhuriyetin kurucularını ve
devleti itibarsızlaştırma özelliği taşıyor.
Doğrudur, Erdoğan her ne kadar İsmet
İnönü üzerinde durup hedef daraltmaya
çalışmış olsa da, dönemin sorumluları
başta M. Kemal olmak üzere geniş bir
kurucu kadroyu kapsıyor; fakat yine de
bu dönem ile sınırlı bir tartışma devletin
kuruluş temellerini sorgulatmaktan uzak
kalır.
AKP’nin o kuruluşla zaten bir sorunu
yoktur. Onun hesaplaşmak istediği olgu
ulus-devlet modelinin kendisi de değil,
ancak bu inşa sürecinde birleştirici te-
mel harç olan İslam unsurunun Kemalist
ideoloji ve rejim tarafından Türklük
gölgesine itilerek bir ölçüde baskılanmış
olmasıdır. Dersim olayı da aynı dönemin
eseri olduğu için arzu edilen hesap-
laşma yolunda bir tür girizgâh olarak
pragmatik şekilde kullanılmak isten-
miştir. Başbakan konuya Dersim’den
girdiği gibi, İskilipli Atıf Hoca ve İstiklal
Mahkemelerinden çıkmış, böylece kendi
geleneğinin içinde bir uhde olarak kalan
o dönemle hesaplaşmaya bir başlangıç
yapmıştır. Böyle bir kullanım niyetine
rağmen Dersim konusu salt dönemin
CHP’sini değil, bir bütün olarak devleti
teşhir eder niteliktedir. Kuruluşunu
çoktan tamamlamış, kendini yeterince
güvenceye almış bir devletin, ortada
bir tehdit ve ayrıca savaş durumu da
yokken hala soykırım yapabildiğini gös-
termesi bakımından bu örnek özellikle
önemlidir. Ama 1915’den kopuk düşü-
nüldüğü durumda yapılacak muhakeme
eksik olur.
1915 soykırımı bu devletin kuruluşuna
zemin hazırlayan bir imha olarak hem
onun meşruluğunu sorgulatır, hem de
sonraki benzer suçlarının kaynağını ele
verir. 1915’i kısmen olsun mahkum
etmek bu nedenle daha zor geliyor. T.
C. Devleti’nin kuruluş mitleri ve argü-
manları yalnız Kemalistlerin değil, onu
Türk-İslam hakimiyetinin vazgeçilmez
aracı olarak kutsayan AKP dahil bütün
devletçi kesimlerin üzerinde titredikleri
şeylerdir. Son tahlilde çok sıkışılırsa yine
de o temellerin dokunulmazlığını göze-
ten bir günah çıkartmayla işi geçiştirme
anlayışı güdülecek olsa bile, istem dışı
bir sarsıntı ve yıpranmanın kaçınılmaz
olacağı endişesi hakimdir. Bu duygu
inkarcılığın sürdürülmesini besleyen
faktörlerin başında gelir.
1938 ile 1915’in farklarını dört nokta
halinde özetleyen bir makalesinde Etyen
Mahçupyan “Dersim’de suçu rejime
yüklemek mümkün, oysa 1915’de fail
kuruluş halindeki devlet” diyerek bu
hususa değinmiştir. Ancak AKP’nin
suçu rejime yükleme çabasının devleti
sorumluluktan kurtaramayacağını, öyle
bir rejim-devlet ayrımının suni oldu-
ğunu, Kemalizmle kısmen çatışmalı
fakat devlete sahip çıkan kesimlerin de
Dersim’deki suçu paylaşmış olduklarını
vurgulamak gerekir.
Mahçupyan’ın dikkat çektiği noktaların
ilki 1938’den farklı olarak 1915’de yapı-
lan katliamlara halkın bir bölümünün de
katılmış olması. Evet iki imha eyleminin
kapsamı ve kendine özgü koşullarıy-
la açıklanabilecek böyle görünür bir
fark da vardır. 1915’de devlet o kadar
kapsamlı bir tasfiyeyi savaştan rezerve
edebildiği kolluk kuvvetlerinin yanında
organize edeceği gayrı-resmî çeteler, ba-
şıbozuk milisler ve komşusuna saldırma-
ya meyilli siviller yardımıyla başarabilirdi
ancak. Geniş katılımın olması devletin
örgütleyici rolünü bir ölçüde kamufle
edeceği ve daha sonra karşılaşılacak
baskıların toplum olarak göğüslenmesini
de mümkün kılacağı için özellikle teşvik
edilmiştir. Ermeni mallarının yağmasın-
dan nemalanma olgusu da kitlesellik
açısından bakılırsa bunun gibidir. Ama
inkara meyilli toplumsal psikoloji, suçu
paylaşmış olma ve hatırlatılmasından ra-
hatsızlık duyma ölçülerinin de ötesinde,
devletin yoğun propagandasıyla “milli
EYLÜL-EKİM
23
gurur” adına ağırlaştırılmış bir şeydir.
Bu nedenle resmî politikanın katılıkla
sürdürülmesine etki yapmaktan çok
mazeret teşkil etmektedir.
Ayırtedici bir başka husus, 1915 soy-
kırımının 1938 gibi bir bölge halkıyla
sınırlı değil, ülke sathında yaygın seçici
bir imha oluşu ve kalıcı bir kök kazıma
özelliği göstermesidir. Hayatta kalabilen
sürgünlere dönüş imkanı verilmediği
için Ermeni halkı binlerce yıllık vatanını
yitirmiştir. Savaş sonrası İngilizlerin
İstanbul hükümetine baskısıyla tek
tük dönüşlere imkan tanınırken, İtti-
hatçı-Kemalist güçlerin Küçük Asya’da
denetimi ele geçirmesiyle bu da hepten
engellenmiş, devam eden kaçırtma
yöntemleri sonucu Batı Ermenistan,
Kuzey Kürdistan, Kilikya, Kapadokya ve
Pontus kapsamındaki devasa Ermeni
varlığı kelimenin gerçek anlamıyla sıfır-
lanmış ve binlerce Ermeni yerleşimin-
den geriye bir tek açık hava müzesi gibi
Hatay’ın Vagef (Vakıflı) köyü kalmıştır;
o da 1938’e kadar Hatay ilinin Suriye’ye
bağlı olması sayesinde.
Dersim’e gelince, devletin otoritesini
yeterince tanıtamadığı Kızılbaş Zaza-
Kürt halkına ve içlerinde barınmakta
olan ilk soykırımdan kurtulmuş Er-
menilere “isyan bastırma” havasında
askeri operasyonlarla toplu katliamlar
uygulandıktan sonra kalanlar sürgün
edilir. Ancak bu dağıtmanın 1915 sonra-
sındaki gibi kalıcı olma koşulları yoktur.
Ön planda gözetilen Dersim’in bir süre
için boşaltılması ve hayatta kalanların
Türk bölgelerinde asimile edilmesi olur.
Sürgündeki önemli bir nüfusun on yıl
sonra tekrar yurduna dönebilmesi,
bu olayın vehametini azaltmamakla
beraber, ait olunan yurdun akibeti
anlamında belirgin bir fark oluşturur.
Son dönem tekrar yarı yarıya virane
edilmiş olmasına rağmen Dersim yine
az çok içinde yaşayabilen kendi halkıyla
mevcuttur. Daha dolu yaşanacak hale
gelmesinin koşulları da zorlanabilir.
Kimse Dersim diasporasının bu yöndeki
arzu ve çabasını yadırgayamaz. Ama iş
Ermeni diasporasına gelince fiziki bağla-
rın kopukluğu yanında psikolojik durum
ve tepkiler de çok farklıdır.
Şimdi 1915’in kırımları bir yana, yalnız
tehcir uygulaması bile muhakeme edil-
se, bunun “savaş ortamında iç güvenliği
sağlama” bahanesiyle izah edilemez
olan boyutu kendini sorgulatacaktır.
Cephelere uzak ve devlet aleyhine hiç
bir hareketin görülmediği bölgelerden
bile, kadınlar, çocuklar, yaşlılar dahil
tüm Ermenilerin sürülmüş olması etnik
temizlik amacı dışında bir şeyle açıkla-
namaz. Savaş sonrası hayatta kalanların
dönüşlerini imkansız kılan, mallarını
tazminsiz hazineye aktaran önlemler de
bu amacı perçinlemiş olarak doğrudan
bugünkü devletin sorumluluğunu ele
verir. Dolayısıyla yüz yıl sonra da olsa,
yurtlarından sökülüp atılmış Ermeni-
lerin ve diğer halkların torunları için
geri dönüş hakkı ve yerleşim kolaylığı
tanınması insani bir beklentidir. 1915’le
yüzleşme durumunda bu talep doğal
olarak gündeme gelecektir. Bugün o
topraklarda yaşayanları da mağdur
etmeyecek şekilde arzu edenlere va-
tandaşlık haklarının verilmesi, birarada
yaşam koşullarının geliştirilmesi vb.
istenecektir. Böyle bir şeyin kabulünü
düşünemeyenler, belki tazminat ve
toprak talebinden olmadığı kadar bu
tür bir iklimin gelişmesinden rahatsız
olacakları için de geçmişle yüzleşmeye
karşıdırlar.
1915’in ekonomik tamamlayıcısı olarak
“enval-ı metruke” (terkedilmiş mallar)
uygulamalarının sorgulanması da büyük
bir çekince konusudur. Bu da Dersim
örneğine göre önemli bir fark oluşturur.
Sonraki dönem bu sayede korsan ser-
maye edinimiyle palazlanan yeni Türk
burjuvazisi, gaspçı devlet ve ganimetten
payını alan geniş çevreler o dosyaların
açılmasına şiddetle karşıdır. Devletin
sembolize olduğu Çankaya köşkü dahi
gaspedilmiş bir Ermeni mülküdür. Artık
yaygın olarak bilinen bu gerçeğin ya-
nında pek bilinmeyen gasp boyutlarını
Sevan Nişanyan şöyle özetliyor:
“Cumhuriyetin ilk iki kuşağında orta-
ya çıkmış olan servetlerin tamamına
yakını, incelenirse, Rum ve Ermeni
mülklerinin gaspına dayanır. Buna
Koç, Sabancı vs. gibi, 1946 sonrasında
Türk kapitalizminin belkemiğini oluş-
turan isimler dahildir. Daha önemlisi,
Atatürk döneminde siyasi iktidara ka-
vuşan Cumhuriyet elitinin neredeyse
tümü dahildir. Başta Atatürk dahildir.
Düşünün ki Çankaya köşkü sonuçta Ka-
sapyan çiftliğidir. Memleketin dört bir
yanındaki ‘Atatürk evleri’nin tümü, bazı-
sı demiyorum HEPSİ, gayrımüslimlerden
ele geçirilmiş ganimet malıdır.” (S.
Nışanyan, Milli Sermaye Ermeni Tehci-
rinden, Kızılbaş Dergisi, Sayı 13)
Çoklarının zenginlik kaynağını ele vere-
cek olan bilgiler bundan başka soykırım
öncesi belli bölgelerin demografik
yapısını ortaya koyacak olmasıyla da
sakıncalı görülmektedir. Örneğin 2005
yılında Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü
kendi arşivinde bulunan Osmanlı dö-
nemine ait belgeleri Türkçeleştirip bil-
gisayar ortamına aktarmak istediğinde,
MGK Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları
Planlama Daire Başkanlığı tarafından
“Osmanlı dönemine ait söz konusu
defterlerin içerdiği bilgilerin etnik ve
siyasi istismara malzeme olabileceği”
gerekçesiyle engel olunmuştur. (Nuray
Babacan, 19 Eylül 2006, Hürriyet).
Eski tapu kayıtlarından bu düzeyde
korkulması anlamlıdır. Soykırımla varlı-
ğına son verilen Ermeni halkının geriye
doğru tarihsel izlerini de silmek ve eski
Batı Ermenistan gerçekliğini bütünüyle
yok saymak temel bir güvenlik önlemi
olarak algılanmaktadır. Bu daha devle-
tin kuruluşu öncesinde “misak-ı milli”
tezini savunabilmek için önemsenmiş
ve Ermenilere ait Sanasaryan okulunda
toplanan Erzurum Kongresi “Ermenile-
rin bir kültür ve medeniyet yaratama-
dıkları, dikili bir anıtlarının olmadığı”
yalanına sahne edilmiştir. (Bkz: Sait
Çetinoğlu, M. Kemal ve Ermeni Mese-
lesine Dair Naçizane Bir Katkı, 6 Nisan
2012, Gelawej)
EYLÜL-EKİM
24
Cumhuriyet döneminde kurulan Bölge
Müfettişlik raporları ise “Doğuda Er-
menilerden boşalan yerlere Kürtlerin
yerleşmesi”nden büyük bir tehlike
olarak bahsetmektedirler. Adeta “Biz
burayı Türkleştirmek için boşalttık, şimdi
de Kürtleşiyor, aman dikkat!” uyarısı
vardır. Raporlardaki bu endişe Batı
Ermenistan’la ilgili Türk devlet aklının
nasıl işlediğini gösterir. (Recep Maraşlı,
yazışma notları)
Bugün Ermeni soykırımının kabulü
Türkiye’yi Ermenistan’a toprak vermeye
mecbur etmez; fakat geriye doğru tarih
silme, uygarlık çalma ve anayurdu elin-
den alınmış Ermenilere yabancı mua-
melesi yapma ayıbını gidermeye davet
eder. İnanılır gibi değil, ama işte Hrant
Dink cinayeti davasında katilleri koruyan
mahkeme kararını yorumlarken Cum-
hurbaşkanı Gül “Türkiye’de hukukun
karşısında herkesin eşit olduğunu, ya-
bancı şirketlere karşı da, yabancı uyruk-
lu insanlara da hep eşit davranmış bir
ülke olduğumuzu göstermemiz lazım”
diyerek, Hrant Dink gibi Türkiye Erme-
nilerinin onuru olan bir kişiliği “yabancı
uyruklu” sayacak kadar cahilane bir gaf
yapabilmiş. (Bkz. 20 Ocak 2012 tarihli
AGOS).
Demek ki, Kasapyanlar’ın bağ evinde
oturmak, “dağdan gelip bağdakini
kovan”ların halet-i ruhiyesi içinde böyle
üst perdeden saçmalamaya yol açabi-
liyor. “Ermenilerin bu topraklarda gözü
var” diyenlere Hrant’ın iyi bir cevabı
olmuştu: “Evet var, ama alıp götürmek
için değil, gelip dibine gömülmek için”.
Aynı problematiğin öteki tarafı için de
şunu söylemek gerekir: 1915 konusunda
inkarcılıktan vazgeçemeyenlerin toprak
çekincesi esasen geleceğe değil, geç-
mişe ilişkindir. Çünkü tarihsel belleğe
kadar yapılmış bir gasptan rücu etmek,
tarih yalanlarına son verip ders kitapları-
nı değiştirmek, geçmiş uygarlıkları dü-
rüstçe tanımak, eski yer isimlerini iade
etmek vb, kimilerine toprak iadesinden
daha zor geliyor.
MAKBUL GÖRÜLMEYEN
DİNİN VİCDANA İŞLEMEYEN
MAZLUMLARI
Dersim’deki Alevilik yada Kızılbaşlığın
-özünde ne kadar aşağılanan bir şey
olsa da- Müslümanlık içinde sayılması
fark oluşturan bir diğer etkendir. Öyle
ki Erdoğan’ın Dersim’e ilişkin gerçek-
liği “katliam” boyutunda olsun kabul
etmesini sağlayan, İslami gelenekten
olması nedeniyle itibar ettiği Necip
Fazıl Kısakürek’in “Son Devrin Din
Mazlumları” kitabından okudukları ol-
muştur. Konuşması içinde verdiği fikir
bu olayı hangi mezhepten olursa olsun
“Müslümanlara yapılan bir zulüm” gibi
değerlendirdiği yönündedir. Bütün
tutarsızlığına rağmen hitap ettiği kitle-
lerin hoşuna gidecek ve belli getirileri
olacak bir söylem sayılır. Oysa 1915 ve
onunla bağlantılı olayların hedef kitlesi
Hristiyan halklar olup, bunların din maz-
lumları olarak savunulması Erdoğan’ın
geleneğince pek makbul olmadığı gibi
bu yoldan etkileyeceği hatırı sayılır bir
seçmen kitlesi de yoktur.
Geçenlerde kimlik sorunları üzerine
görüş açıklayan Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç şu sözleri sarfetmiş: “Be-
nim babam Manisa’nın Büyüksümbüller
köyünden. Köy Yörük köyü. Yörük olmak-
tan da her zaman iftihar ederiz... Ama
ben İbrahim Çavuş’un oğlu olmasaydım
da Diyarbakır’ın Silvan ilçesinin bilmem
ne köyünden bir Kürt anne-babadan
dünyaya gelseydim, yada Şanlıurfa’da
Arap bir anne babanın çocuğu olarak
dünyaya gelseydim, ya da Laz, Arnavut,
Gürcü anne ve babanın çocuğu olarak
dünyaya gelseydim, ‘Niye ben öz be öz
Türk değilim?’ diye üzülmezdim. ‘Ya
Rab sana hamdolsun, beni Müslüman
bir anne ve babadan dünyaya getirdin’
derdim”.
Peki acaba Ermeni, Rum, Süryani yada
Yahudi bir anne babadan dünyaya gel-
miş olsaydı, o zaman Rabbine ne diye-
cekti? “Beni neden Müslüman doğurt-
madın” diye sitem mi edecekti?.. Hayır,
o taktirde öyle düşünemezdi. Ama bu
sözleri adeta onu da mümkün görecek
kadar dinler arası ayrımcılık güdüyor.
Üstelik bunu “etnik ayrımcılığa karşı
olduğu”nu kanıtlamak isterken yapıyor.
Müslüman olmak kaydıyla her etnisiteye
aynı bakmayı savunup (o da ne kadar
sahiciyse, daha sonraki bir sohbetinde
söylediği “Kürtçenin bir medeniyet
dili olmadığı” sözünden anlaşılabilir),
Müslüman olmayanın ise zaten “Tanrı
katında bile makbul olmadığı” zihniyeti-
ni devam ettiriyor. Hani bir anlamda “Ne
mutlu Müslümanım diyene!”. Başbakan
Erdoğan’ın da bir çok defa “Biz yaradı-
lanı yaradandan dolayı severiz” diyerek
“Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez ayırmadan
herkesi kucakladıkları”nı vurgularken
bu ülkede en fazla ayrımcılık gören
“gayrımüslim”leri tek tek veya toptan ol-
sun zikretmeye tenezül etmemiş olması
dikkat çekicidir. MHP lideri Bahçeli’nin
“sivil şehitlik” yasasını eleştirirken “Müs-
lümanlık şartı”nı vurgulaması da aynı
anlayışın ürünü. Bakış açısı böyle olunca
Hristiyanların kırımlara uğratılmış olma-
sının rahatsızlık yaratmaması eşyanın
tabiatına uygundur.
Bu seçici yaklaşım Başbakan’ın Dersim
konusunda referans gösterdiği Necip
Fazıl Kısakürek ve çevresinin farklı
insanlık trajedilerine bakışlarında da
görülebilir. Onlar Kemalist rejimin direnç
gösteren Müslümanlara zulmünü dava
ederken Dersimli Alevilere yapılanla-
rı da teşhir amacına hizmet edeceği
için bu kapsama dahil etmiş, fakat bir
adım öncesinde aynı kadronun İttihatçı
sıfatıyla Müslüman olmayan halklara
yapmış olduklarını görmezden gelmiş,
katledilen ve zulmedilen Hristiyanları
din mazlumu saymaktan imtina etmiş-
lerdir. Vatansız Gazeteci isimli anı kita-
bında Doğan Özgüden’in yaptığı birkaç
tanıklık bu İslami çevrenin Türkiye ve
dünyadaki sol akımlara karşı gaddarlığı
da pek rahat vicdanına yedirdiğini, hatta
az bularak daha vahşi saldırganlık körük-
lediğini gösteriyor. 1967’de sosyalist Ant
Dersiyad
Dersiyad
Dersiyad
Dersiyad
Dersiyad

More Related Content

Similar to Dersiyad

Yaşadığım Gibi
Yaşadığım GibiYaşadığım Gibi
Yaşadığım Gibi
kaosakatki
 
Ermeni sorunu nedir
Ermeni sorunu nedirErmeni sorunu nedir
Ermeni sorunu nedir
Güner
 
Ahmet köklügiller şairler ve yazarlar
Ahmet köklügiller   şairler ve yazarlarAhmet köklügiller   şairler ve yazarlar
Ahmet köklügiller şairler ve yazarlar
Savaş Erdoğan
 
Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92
Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92
Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92
Fdgalgjadg Fhaldfad
 
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden DoğuşuBir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
kaosakatki
 
Etkiledik,Etkilendik Ama NasıL
Etkiledik,Etkilendik Ama NasıLEtkiledik,Etkilendik Ama NasıL
Etkiledik,Etkilendik Ama NasıL
derslopedi
 
Doğu Türkistan
Doğu TürkistanDoğu Türkistan
Doğu Türkistan
asajs12
 
Ab dnin100
Ab dnin100Ab dnin100
Ab dnin100
Mim Baha
 
Islamiyet öNcesi TüRk Tarihi
Islamiyet öNcesi TüRk TarihiIslamiyet öNcesi TüRk Tarihi
Islamiyet öNcesi TüRk Tarihi
esmus2
 
Ilk TüRk Devletlerinde KüLtüR Ve Medeniyet (Yeni) 1
Ilk TüRk Devletlerinde KüLtüR Ve Medeniyet (Yeni)  1Ilk TüRk Devletlerinde KüLtüR Ve Medeniyet (Yeni)  1
Ilk TüRk Devletlerinde KüLtüR Ve Medeniyet (Yeni) 1
esmus2
 

Similar to Dersiyad (20)

Mehmet Emi̇n Yurdakul
Mehmet Emi̇n YurdakulMehmet Emi̇n Yurdakul
Mehmet Emi̇n Yurdakul
 
Ermeni Sorunu ve Gerçekler
Ermeni Sorunu ve GerçeklerErmeni Sorunu ve Gerçekler
Ermeni Sorunu ve Gerçekler
 
Ermeni konusu
Ermeni konusuErmeni konusu
Ermeni konusu
 
Yaşadığım Gibi
Yaşadığım GibiYaşadığım Gibi
Yaşadığım Gibi
 
Ermeni sorunu nedir
Ermeni sorunu nedirErmeni sorunu nedir
Ermeni sorunu nedir
 
FALİH RIFKI ATAY HAYATI VE ESERLERİ
FALİH RIFKI ATAY HAYATI VE ESERLERİFALİH RIFKI ATAY HAYATI VE ESERLERİ
FALİH RIFKI ATAY HAYATI VE ESERLERİ
 
Ermeni̇ sorunu
Ermeni̇ sorunuErmeni̇ sorunu
Ermeni̇ sorunu
 
Ataturk Karlsbad Hatıraları
Ataturk Karlsbad HatıralarıAtaturk Karlsbad Hatıraları
Ataturk Karlsbad Hatıraları
 
Orhan Veli Kanık
Orhan Veli KanıkOrhan Veli Kanık
Orhan Veli Kanık
 
Ahmet köklügiller şairler ve yazarlar
Ahmet köklügiller   şairler ve yazarlarAhmet köklügiller   şairler ve yazarlar
Ahmet köklügiller şairler ve yazarlar
 
Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92
Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92
Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92
 
7. Sınıf Sosyal Bilimler 3. Ünite 1. Bölüm Türk Tarihinde Yolculuk
7. Sınıf Sosyal Bilimler 3. Ünite 1. Bölüm Türk Tarihinde Yolculuk7. Sınıf Sosyal Bilimler 3. Ünite 1. Bölüm Türk Tarihinde Yolculuk
7. Sınıf Sosyal Bilimler 3. Ünite 1. Bölüm Türk Tarihinde Yolculuk
 
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden DoğuşuBir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
 
Etkiledik,Etkilendik Ama NasıL
Etkiledik,Etkilendik Ama NasıLEtkiledik,Etkilendik Ama NasıL
Etkiledik,Etkilendik Ama NasıL
 
Tanzimat dönemi gazeteleri
Tanzimat dönemi gazeteleriTanzimat dönemi gazeteleri
Tanzimat dönemi gazeteleri
 
Dunden e dergi (1)
Dunden e dergi (1)Dunden e dergi (1)
Dunden e dergi (1)
 
Doğu Türkistan
Doğu TürkistanDoğu Türkistan
Doğu Türkistan
 
Ab dnin100
Ab dnin100Ab dnin100
Ab dnin100
 
Islamiyet öNcesi TüRk Tarihi
Islamiyet öNcesi TüRk TarihiIslamiyet öNcesi TüRk Tarihi
Islamiyet öNcesi TüRk Tarihi
 
Ilk TüRk Devletlerinde KüLtüR Ve Medeniyet (Yeni) 1
Ilk TüRk Devletlerinde KüLtüR Ve Medeniyet (Yeni)  1Ilk TüRk Devletlerinde KüLtüR Ve Medeniyet (Yeni)  1
Ilk TüRk Devletlerinde KüLtüR Ve Medeniyet (Yeni) 1
 

Dersiyad

  • 1. * Sait Çetinoğlu’nun yazısı (sf.) * Tuncay Opçin’in yazısı (sf.) * Erdoğan Yalgın’ın yazısı (sf.) * Karih Halk Dansları Topluluğu Dersim’de haberi (sf.) ARAM ANDONYAN VE 24 NİSAN 1915’TEKİ ARKADAŞLARI ERMENİ SOYKIRIMINI BELGELİYOR!* ARMENAK BAKIRCIYAN ANISINA* ERGAN KİLİSESİ, ANATAR GRAGORS VE PİLVENKLİLER* 1915’İN DENEK TAŞINDA TÜRK VE KÜRT SİYASETİ*
  • 2.
  • 3. HABERLER Dernek, cemaat, Dersim 10 4 Yeni döneme giriyoruz; bu dönem daha zorlu bir dönem olacak; çalışmalarımızı yeniden gözden geçirmemiz ve yeni dönem çalışmalarımıza biraz daha ağırlık vermeliyiz. Önümüz- deki süreç daha zorlu ve bizler için daha sıkıntılı olacağa ben- ziyor. Bizler bu sürece hazırlıklı olmalıyız. Bu anlamda dernek çalışmalarında daha da fazla yoğunlaşmalıyız. Önümüzdeki süreçte yoğunlaşmamız gereken bazı noktalar var; dernek olarak gündemi iyi okumalıyız ve gündem oluşturacak adımlar atabilmeliyiz. Gördük ki, devlet hala biz gayr-i müslimleri iç tehlike olarak görmekte; okul çağındaki çocuklarımızı bile kodlamakta. Ne yana dönersek dönelim, damgalanmış, kayıt altına alınmış, kodlanmış, fişlenmiş bir toplumuz. Bizim gibi Alevileşmiş ve Müslümanlaştırılmış Ermenilerin durumu daha da zor; biz kendimizi ermeni olarak görmekteyiz, ama resmi olarak ermeni kabul edilmediğimizden dolayı, çocuklarımızı kendi ermeni okullarına gönderememekteyiz, ölülerimizi kendi ermeni mezarlıklarında defnedememekteyiz, cena- zelerimizi kiliselerde kaldıramamaktayız… Bunlar hala Dersim Ermenisinin güncel ve toplumsal sorunları olmaya devam et- mekte. Önümüzdeki süreçte bunlar derneğimizin faaliyetleri olacak. Yine bu yılki Dersim’de ki Munzur Doğa ve Kültür Festivali’ne Ermenistan’dan getirmiş olduğumuz KARİN halk dans grubunun gördüğü büyük ilgi bizleri sevindirdi. Bu ilgiyle birlikte, önümüzdeki seneler Munzur Festivali’ne daha güçlü bir katılım göstermeye çalışacağız; gerek Ermenistan’dan gerekse diasporadan alacağımız katkılarla katılımımızı zenginleştireceğiz ve dersim insanını geçmiş komşularıyla buluşturacağız. Bu dönem üye çalışmasına daha çok ağırlık vermeyi ve faaliyetlerimizi üyelerimizin katkıları ile yürüt- meyi düşünüyoruz. İmkanlarımızı oluşturabilirsek, Dersim’de alan çalışması yapmayı düşünüyoruz; bu çalışmalarımıza katkılarınızı sunmanızı bekliyor, yeni etkinliklerde görüşmek dileği ile…
  • 4. EYLÜL-EKİM 4 İttihad yönetimince organize edilip 24 Nisan 1915’te Ermeni entelektüellerinin tutuklanmasıyla başlayan Ermeni Soykırımının canlı tanığı Ermeni entelektüeli, yazar ve gazeteci Aram Andonyan Soykırımı başından sonuna yaşayan ve süreci belgeleyen en önemli tanıklardan biridir. Daha önce yayınevimizce yayınlanan Raymond Kevorkian’ın Soykırımın İkinci Safhasının da en önemli tanığı ile bilgi ve belge toplayıcısı da Andonyan’dı. Andonyan bu bilgi ve belgelerin yanında Talat’ın Halep’teki Soykırımın ikinci safhasının planlama merkezi olan Muhacirin Müdiriyetine ve Halep valiliğine çektiği telgrafları gün ışığına (Naim-Andonyan Belgeleri) çıkararak Soykırımı belgeler. Ankara-Ayaş-Çankırı üçgeninde buharlaşan bu insanlar, aşağıda belirttiğimiz ve eklerde transcibi verdiğimiz Osmanlı belgelerine göre, burunları dahi kanamadan yerlerine iade edilmişlerdir![i] Bu da aynı zamanda ayıklanmış Osmanlı arşivlerine ve yöneticilerinin sözlerine güvenilmezliğinin belgesidir. Aynı tip yalan belgeler Osmanlı yönetimince Soykırım kurbanlarının akıbetini soran Papalık makamı ile İspanya Kralına da gönderilmekte tereddüt edilmemiştir. Andonyan Soykırımın başlangıcı ve birinci safhasını kapsayan günlükleri, 24 Nisan’dan başlayarak günü gününe Çankırı ve Ayaş sürgününü ve Ermeni entelektüellerinin yok edilmesine tanıklık eder. Bu bakımdan ilk elden bilgiler paha biçilmez önemdedir. ARAM ANDONYAN VE 24 NİSAN 1915’TEKİ ARKADAŞLARI ERMENİ SOYKIRIMINI BELGELİYOR! SAİT ÇETİNOĞLU
  • 5. EYLÜL-EKİM 5 Günlükler, İttihadın savaşın sisli ortamı fırsat bilinerek gerçekleştirilerek, tarihin tozlu sahifelerinde kalacağı umulan zalimliğin gün yüzüne çıkarmasının yanında Soykırımın günümüze uzanan sürecin en önemli parçası olan inkârı parçalayan önemli belgelerdir. Andonyan günlükleriyle 1915 Soykırım sürecinde yok edilen Ermeni entelektüellerini bir kere daha anılmasına vesile olarak inkârın önünde bir engel olarak koyar. Ermeni entelektüelleri Aram’ın günlüklerinde inkâra ve yalana karşı set oluşturmaktadırlar. Günlükler tutuklamalar, İstanbul Tevkifhanesi-Haydarpaşa Garı-Ankara- Sincan/Ayaş ve Çankırı’ya uzanan insanlık dışı uygulamaları Belgelerken, insanın insana yapmaktan utan duyacağı muameleleri, ihaneti, zaafı, insani duruşun ve erdemin zaferini de belgeler. Ankara-Ayaş-Çankırı üçgeninde insanlık dışı uygulamalarla yok edilen Ermeni entelektüellerinin yok edilme sürecine tanıklık eden ve yok etme sürecinin parçası olmak istemeyen Çankırı mutasarrıfı Mehmed Asaf [Belge] istifa ederek bir daha devlet görevi almaz. Diğerleri ne oldu derseniz? Ayaş mutasarrıfı [Hüseyin] Memduh [Özoran],[ii] şaka gibi uygulamayla adalet mekanizmasında -ki bu aynı zamanda adalet mekanizmasının niteliğini ifşa eder-, uygulamalara karşı çıkan bir diğer vicdan sahibi Ankara valisi Hasan Mahzar Bey’in yerine özel olarak tayin edilerek Ermeni entelektüellerinin yok edilmesini gerçekleştiren Ankara valisi [Mustafa] Atıf [Bayındır][iii] da kendine mecliste yer bulacaktır. İki exterminatorün biyografileri – devamlılık zincirinin daha iyi anlaşılması bakımından biyografiler ayrıntılı ve uzun verilmiştir- bir ödüllendirme olduğu kadar, Soykırım-inkâr zincirini belgelerken Soykırımın günümüze uzanmasını simgelemektedir. Andonyan ve erdemi temsil ederek Soykırımı belgeleyen, insani duruşundan vazgeçmeyip bir daha asla diyen tanıklara selam olsun. [i] BOA DH. EUM 2. ŞB Dosya 10, Gömlek 58, Çankırı’ya sürgün edilen Ermeniler hakkın- da yapılan işlemler, Osmanlı Belgelerinde Ermenilerin Sevk ve İskanı, Başbakanlık Devlet arşivleri Genel Müdürlüğü, Proje yöneticisi Yusuf Sarınay, 2007, orijinal belge: s799-803, transcibi: s 232-238 [ii] HÜSEYİN MEMDUH ÖZORAN; Diyârbekir Merkez İstinaf Mahkemesi Müddeî-i Umûmî’lerinden Mehmed Enver Efendi’nin oğludur. 1884’de İstanbul’da doğdu. Bitlis Askerî Rüşdiyesi’nde orta, İstanbul - Vefa İ’dâdîsi’nde lise öğrenimini tamamladı. Tem- muz 1908’de Mülkiye’den me’zun oldu. Eylül 1908’de ta’yîn edildiği Konya Vilâyeti Maiyyet Me’murluğu’nda stajını bitirip kaymakamlığa terfi’etdi. Eylül 1911’de Eğridir, Nisan 1914’de Şarkî Karaağaç Kazaları kaymakamlıkları- na; Aralık 1914’de Burdur Sancağı Tahrîrât Müdîrliğine; Temmuz 1915’de Ayaş Kazası Kaymakamlığına; Mayıs 1917’de Konya Vilâyeti Muhacirin Müdîrliğine; Kasım 1917’de Develi, Nisan 1918’- de Bünyan, Ağustos 1922’de 2. defa Develi, Mart 1923’de Hassa, Ekim 1923’de İslâhiye, Mayıs 1924’de Ceyhan, Eylül 1925’de Karaisalı Kazaları Kaymakamlıklarına atandı. Devlet Şûrasının Ankara’da yeniden kuruluşu üzerine Aralık 1927’de Devlet Şûrası 2. Mua- vinliğine (= Üye yardımcılığına); Nisan 1928’de 1. Muavinliğine; Ekim 1932’de Başmuâvinliğe; Aralık 1939’da Devlet Şûrası A’zâlığına getiril- di. Nisan 1944’de Danıştay Üyeliğine ek olarak Danıştay Genel Sekreterliği’ni de deruhde etdi. Bu görevlerden 1 Mayıs 1948’de yaş had- di sebebi ile emekliye ayrıldı. Emekli olarak oturmakta olduğu Ankara’da 23 Haziran 1958 tarihinde vefat etti. [iii] MUSTAFA ATİF BAYINDIR; Mal Müdîrlerinden Mehmed Râsih Efendi’nin oğludur. 1882 (1300 H.)’de Rodos’da doğdu. Rodos Süleymâniye Medresesinde orta, Beyrut İ’dâdîsi’nde lise öğrenimini tamam- ladı. 8 Temmuz 1906’da Mülkiye’nin Yüksek Kısmı’ndan «iyi» derecede me’zûn oldu. Eylül 1906’da ta’yîn edildiği Cezâir-i Bahr-i Sefîd (Ro- dos) Vilâyeti Maiyyet Me’murluğunda stajını bitirip Kaymakamlığa terfi’etdi. Eylül 1909’da Fav (Basra), Nisan 1910’da Cuma’-i Bâlâ, Ekim 1911’de Gebze Kazaları Kaymakamlıklarına atandı. Gebze Kaymakamı iken Nisan 1913’de Bursa Meb’usu olarak Meclis-i Meb’usan’a girdi. 1. Dünya Savaşı sebebiyle Meclis’in kapatılması üzerine Ekim 1915’de Dâhiliye Nezâreti Mahallî İdareler Müdîrliğine getirildi. Ocak 1916’da Ankara, Nisan 1917’de Kasta- monu, Temmuz 1918’de Haleb, Eylül 1918’de 2. Defa Kastamonu Vilâyetleri Valiliklerine yükseltildi. Aralık 1918’de İzzet Paşa Kabinesi tarafından Kastamonu Valiliğinden azledildi. Millî Mücâdele ve Mütâreke yılları da dâhil olmak üzre 9 yıla yakın serbest çalışdı. Nisan 1927’de Tapu ve Kadastro Umum Müdîrliğine ta’yîn edildi. Ekim 1931’de Ziraat Vekâleti Müsteşarlığı’na getirildi. Ağustos 1935’de istanbul Milletvekili olarak T.B.M.M.’ne girdi. Meb’usluğu 8. Devre sonu olan Mayıs 1950’ye kadar devam etti. Mayıs 1950’de Meb’usluğa seçilemediği için serbest çalışmağa başladı. Bundan sonraki durumuna dair bilgi bulu- namadı. Fransızca, İngilizce, Almanca bildiği sicilinde yazılıdır.
  • 6. EYLÜL-EKİM 6 Değerli dostlar , öncelikle hepinizi sevgi ve saygı ve melodrama kaçma- ması temennisiyle bir mağdurun diliyle selamlıyorum! Ve umarım, bu panel güncel olan ve kendisini en azından bir süre daha gün- celleyecek olan sorunlarımızı çözmede bir adım olur. Değerli dostlar ortaya konan soru- nun adlandırılmasında bile ne büyük bir dramın yattığını görebiliriz, sanırım bu dramın bir tarafı biz Müslüman Erme- nilersek diğer tarafında ise Hıristiyan Ermenilerin olduğu noktasında hemfi- kiriz. Ve sorunumuz, büyük bir dramın bir parçası olup bugünlere gelmişse bazen iç içelik kavramından hareketle farklı göndermelerde buluna biliriz. Ama yine de temel sorunsalımıza bağlı kalarak. Sorunun bir tarafı olarak öncelikle eğip bükmede ve milliyetçiliğin sosyolojik hinterlandına gireceğini bile bile şu ifadeyi kullanmak istiyorum. İster gün- delik yaşamda olsun ister çeşitli tartış- ma ortamlarında olsun Ermeniliğimizi yarıştırmak gibi bir derdimiz yok; ama bununla beraber Ermeniliğimizi yadsı- yıcı bir şekilde tartışmak ve tartıştırmak ağzında topik yiyerek yapılacak bir iş değildir, kimsenin haddine de değildir. Saygıdeğer konuklar, Arap bir bilginin dediği gibi soykırım olup olmadığını tar- tışmak bile benim açımdan ahlaki değil şeklinde yorumladığı büyük dramın göl- geleriyiz. Hadi biraz daha iyimser olalım soluk renkleriyiz. Ama gelin görün ki birbirimizden o kadar çok ayrı kalmışız ki yan yana gelmekten çekiniyoruz, ürküyoruz ve hatta tek taraflı hazzet- memenin karmaşasını bile yaşıyoruz. Acaba değişmekten mi korkuyoruz. Ara renk olmaktan mı çekiniyoruz. Bilindiği gibi soykırım sonrası Ermeni- lerin bir kısmının hayatta kalabildiği bir gerçektir. İşte bu hayatta kalanların bir kısmının Ermeni kültürünün yaşadığı ve yaşatıldığı fiziki mekan ve coğrafyaya ulaşabildikleri gözlenirken bir kısmının da Anadolu coğrafyasında böyle bir kültürel iklimden yoksun olarak hayatta kaldıklarını da biliyoruz. Bu çok şey ifade eden çaresizliğin do- ğurgan farklılığından kaynaklı olarak ayrı kültürel kodlarla geleceğe doğru yol almış oldu atalarımız. Bugün böyle bir göreceli kutuplaş- manın, aynı denize farklı koylardan girmenin nedeni de budur, son birkaç yıldır ortaya çıkmasının temel nedeni de budur. En azından ben böyle bir taraf olmanın bir parçasıyım ve bunda tarihsel seyrin ve yaşam örüntüsünün etkili olduğunu düşünüyorum. Şimdiye kadar ifade ettiklerimde bir sorunun netleştirilmediği ifade edile- bilir. Evet daha da somutlaştırmadığım için kısmen öyledir de. İşte tam da bu noktadan ve yukarıda söylediğim temel farklılıktan sonra soruyorum sorunumuz nedir? Yıllarca karşı karşıya gelmeyen bu düşünceler ne oldu da karşı karşıya geldi. Hıristiyan Ermeniler yıllarca geride bıraktıkların düşündüğü Müslüman Ermenileri neden karşıların- da buldular. Oysa on yıllarca kendi içle- rine konuşup veya konuşmayıp onları görüp ve görmek istememeyi yaşamış- lardı. Ama bunu yaparken aslında far- kında olmadan patetik bir yanılgıyı da içlerinde oluşturup büyüttüler . Ve bu yanılgının temel özelliğine bağlı kalarak ne mi yaptılar? Biz Müslüman Ermenileri kafalarındaki kalıplara göre özelliklendirip bize bir form biçtiler. Devamında da doğru veya yanlış şekillenmenin özellikleri- nin özümüzde olduğunu zannettiler. Yanılgının can alan tarafı da budur. Oysa bu yanılgı türü cansız nesne ve varlıklara karşı hissedilirdi. Bizlerse canlı, konuşan, eden, eyleyen araştıran varlıklardık. Onların kategorilendirme-
  • 7. EYLÜL-EKİM 7 lerine karşı çıktığımızda onların yanıl- gıları iki kat artmış oldu.. Hiç olmazsa böyle bir sürecin yaşanmaya başladığını söyleyebiliriz. Çünkü bugün Ermenilik denilince tek bir alandan, tek bir sorun alanından, tek bir özneler ve nesneler topluluğundan değil daha fazlasında söz edebiliriz. Artık böyle bir aşamaya girmiş durumda .Ermeni veya Ermenilik kavramıyla ilgili olarak tek bir egemen- lik alanı ve anlayışı yoktur. Son tablo bu çoklu öznelerin çatışmasıdır. Burada şöyle bir soru akıllarımızı kur- calayabilir.Büyük bir dramın da iktidar, soyut ve somut bütün anlamlarıyla bir rant oluşturup oluşturmayacağıdır? Cevabımız çok net bir şekilde evettir. Maalesef trajediler bile bir duyusal ve bilişsel doyum sağlar. Bir adım öteye götürsek ekonomik bir rant alanı yarat- tığını bile söyleyebiliriz. Hemen şunu söyleyelim ama biz Müslü- man Ermenilerin sizin ekonomik dün- yasında gözü yok. Devamında şunu soralım farklı bir kanaldan. Biz birbirimizin bir parçası mıyız değil miyiz ve ortak bir gelecek istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Sizler kabul etseniz de etmeseniz de biz aynı bütünün parçasıyız ve sizinle ortak bir gelecek kuracağımıza inanıyoruz. Bizle sizinle aynı çiçeğin yaprakları oldu- ğumuzu varsayıyoruz. Çünkü daha önce değindiğim edebiyat ve psikolojiden ödünç alarak kullandığım bir kavramla patetik bir acıyla yoğrulmuşuz. Büyük- lerimiz trajik bir acıyla karşılaşmışlar. Bu tür acıda az veya çok bir isyan, reddetme, kabullenmeme v ardır. Oysa yeni nesiller olarak bizim acımızda ise bir kabullenmişlik vardı ve bugün de var. Bizim elimizde olmadan üstümüze sinen içsel dünyamızın patolojik nokta- larına sızan bir acı. Bu dram, biz Müs- lüman Ermeniler için de böyledir; siz hayatta Hıristiyan Ermeni olarak kalmış- ların torunları için de böyledir. Aslında biz Müslüman Ermeniler için yazılan ve çizilenlere, konuşulanlara baktığımızda farklı düşünce analiz- lerinin izine rastlamak mümkün. Bu konuda yazan çizenlerin yaklaşımları ve gündelik hayatında sadece evinde söy- lem düzeyinde bu konuya değinenlerin yaklaşımları farklılık göstermektedir. Ama genel kabul gören görüşü spot birkaç cümleyle ifade edebiliriz: “ Ne- reden çıktı şimdi bunlar?” , “ Bir bunlar eksikti!” , “ Bunlarla mı uğraşacağız!” vb. Tüm bunlara cevap olarak şunu diyoruz: Evet biz çıktık geldik, bizler eksiktik bu denklemde ve yine evet bizimle de uğraşacaksınız uğraşmak zorundasınız. Kaldı ki bizler sizinle zaten uğraşacağız. Bunları ifade ederken bu sözlerin en büyük muhatabının İstanbul’daki Hıris- tiyan Ermeniler olduğunu dile getirmek istiyorum. Bundan böyle karşınızdayız.Ya beraber olmanın güzelliğini yaşamalıyız ortak bir paydanın paçası olduğumuzu hatırlayıp yol almalıyız, yan yana gelmeyi başar- malıyız ya da karşı karşıya gelip enerji- mizi tüketeceğiz. Çünkü sizler şimdiye kadar Hıristiyan Ermeni Cemaati olarak bireysel ve top- lumsal belleklerinizde bizi ayıplı , kusur- lu, görülmemesi gereken mümkünse hiçbir zaman hatırlanmaması gereken bir parçanız olarak gördünüz. Bir yan- dan kanayan yanınızdık bir yandan da kesilip atılması gereken bir uzvunuzduk. Unuttuğunuz bir şey vardı: Hepimiz büyük bir yarayla kanıyoruz ve onunla boğuşuyoruz. Bir farkla biz Müslüman Ermeniler bu yarayı günü geldiğinde diğer Müslüman halklara anlatma ce- saretini gösterirken sizler unutmayı ve un utturmayı tercih ettiniz çoğunlukla. Hatta daha acısı şu ki farkında olmadığı- nız bir kin ve kaçış cenderesine tutulup diğer Müslüman Halkları bile bizden daha muteber gördünüz. Bu da nerden çıktı? demeyin yine. Her şey kitaplar- da birden bulunmaz önce yaşanır ve hissedilir sonra da yazıya ya geçer ya geçmez. Bu düşünce de böyle bir ya- şanmışlık hali olarak kabul edilmelidir. Sevgili dostlar konuşmanın sonuna gelirken Hıristiyan Ermenilere şu cümle- lerle seslenmek istiyorum Maddi imkanları elvermediği için Hıris- tiyan bir Ermeni ölüsünü Müslüman mezarlığına gömmek zorunda kalıyorsa ve buna siz de uygulamalarınızla göz göre göre yol açıyorsanız sizin kriterleri- nize uygun Ermeni değiliz. Bir Kilisede yıllarca çalışarak hayatını ka- zanan bir Hıristiyan Ermeni’yi bir anda kapı dışarı etmek midir Ermenilik , ba- kıma muhtaç ekonomik yetersizliklerle boğuşan insanları hastane kapılarından geri çevirmek midir? Amerika’ya göçen bir Ermeni’nin “Biz İstanbul’da sadece haç çıkartırdık.” Dediği şey midir, Erme- nistan ‘dan gelen Ermenileri evlerinizde çalıştırıp hor görmek midir ya da onları ötekileştirmenin en açık örneği olan AA Ermenistanlılar ifadesini kullanmak mıdır Ermenilik ya da beceriksizlikten kaynaklanan bir anlayışla insanlarımızı Kızılaya muhtaç etmek midir. Veya bir türlü uzlaşamadığınız vakıf seçimleridir belki Ermenilik. Belki de diyaspora Ermenilerini ekono- mik, sosyal ve kültürel açıdan dünya vatandaşı olabilmenin basamağı olarak görmektir Ermenilik. Eğer bir kısmını saydığım meziyetleriniz Ermenilikse haklısınız biz Ermeni değiliz ama biz böyle olmadığını da biliyoruz. Biz Ermeni demenin tüm güzel şeyler gibi kendi insanını da sevmek olduğunu biliyoruz. Son olarak şunu dillendirmek isterim dinlerin halkların kültür dünya- larında etkili olduğunu kabul ediyoruz ama tek başına özne olmadığının da bilinmesini isteriz. Tek başına referans alınmamasını ve diyaspora bakanının Türkiye ziyaretinde söylediklerinin önemsenmesini diliyoruz. Saygılarım- la…
  • 8. EYLÜL-EKİM 8 ARMENAK BAKIRCIYAN ANISINA TUNCAY OPÇİN Dağlara kaçan bir Ermeni’ni Portresi: Orhan Bakır ya da Armenak Bakırcıyan. Orhan Bakır’ın asıl adı Armenak Bakırcıyan’dı. Okumak için geldiği İstanbul’da TİKKO’ya katıldı. Örgüte girmeden önce Armenak olan adını mahkeme kararıyla Orhan yaptı. Halkı- na ve örgüte zarar gelsin istemiyordu. Örgüte girmeden önce Anadolu’daki Ermeniler’i bulmakla görevlendirilen bir papazın yardımcısıydı. Tutuklandı, firar etti ve 1978′de Elazığ – Karakoçan’da öldürüldü. Cesedi arkadaşları tarafından kaçırılarak Tunceli’ye götürüldü. Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan isimlerine bir üçüncüyü ekle deseniz, bu isim hiç şüphesiz Orhan Bakır olurdu. 12 Eylül 1980 öncesinin, gazete manşetlerine kadar çıkmış, yakalanması, tutuklanma- sı, firarı günlerce konuşulmuştu Orhan Bakır’ın. İllegal sol hareketler içerisinde de hatırı sayılır bir sempatizanı vardı. TİKKO’nun Merkez Komite üyeliğine ka- dar yükselmiş, karar alma mekanizma- sındaki en önemli isim olmuştu. Elazığ – Karakoçan’da vurulduğunda henüz yirmili yaşlarındaydı. Orhan Bakır’ın asıl adı Armenak Bakırcıyan’dı. Diyarbakırlı bir Ermeni idi. İki arkadaşıyla birlikte, isimlerini değiştirerek TİKKO’ya katılmış- lardı. Örgüt içerisinde ele avuca sığmaz ki- şiliğiyle kısa sürede sivrilince İzmir’de tutuklandı, Buca Cezaevi’ne kondu. Hastaneye götürülürken firar edince artık onun mekanı şehirler değil, dağlar olmuştu. Elazığ – Erzincan – Tunceli kırsalındaydı. Halk onu Ali Ağa olarak tanıyordu. O ise kaybolmuş Ermeniler’i arayıp buluyordu… EYLEM İÇİN ÖĞRETMEN DÖVDÜ Diyarbakır’da, Gavur Mahallesi’nde, kalabalık bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Henüz küçücük bir ço- cukken babası kayboldu. Diyarbakır’dan İstanbul’a giden babasından bir daha haber alınamamıştı. Ne gören vardı, ne duyan… Yıllarca yapılan araştırmalar sonuç vermedi. Artık Armenak yetim bir çocuktu. Bağlı oldukları Diyarbakır Ermeni Kilisesi’nin papazı Der Giragos’un tav- siyeleriyle okudu. Önce Diyarbakır’da ilkokulu bitirdi. Ardından da ortaokul ve liseye gidebilmek için İstanbul – Üsküdar’a geldi. Surp Haç Tıbrevank Ermeni Lisesi’nin yatılı öğrencisiydi Ar- menak Bakırcıyan. Delikanlılığa adımını attığı yıllar, Türkiye sokaklarının en hareketli olduğu yıllardı. 68′de Paris’te atılan kıvılcım tüm dün- yayı sarmış, Türkiye’yi de yoğun şekilde etkilemeye başlamıştı. “Halklara özgür- lük, İş – emek – hürriyet, Deniz – Mahir – Ulaş, Kurtuluşa kadar savaş” sloganları ile yüzbinler harekete geçmişti. Sokakların bu hareketliliği üniversiteli- leri olduğu kadar, liselileri de cezbedi- yordu. İşte başında kavak yelleri esmesi gereken bir dönemde, Armenak da bu sloganların çekiciliğine kapılmıştı. Lise- deki tüm arkadaşları gibi sıkı bir solcu olmuştu. Surp Haç Lisesi’ndeki o günleri “Yatılı olduğumuz için ülkenin bütün sorunlarını tartışırdık. Tüm sol literatürü de en ince detayına kadar okumuştuk” sözleriyle anlatıyor Hırant Dink. Dink, Armenak Bakırcıyan’ı en iyi bilen, tanı- yan isim. İkili hem okul, hem de yatak- hane arkadaşı. Dink ve Bakırcıyan’ın arkadaşlıkları gece yatakhane sohbetlerinde başladı. Arme- nak lise üçüncü sınıftaydı tanıştıklarında, Hırant ise ikinci sınıfta. Sohbetlerin dozu giderek şiddete kayıyordu. Artık okulda eylem yapma zamanı gelmişti. Solcu öğrenciler öğretmenleri, ezen sınıfın temsilcileri olarak görüyordu. Bu yüzden birilerinin bu gidişe bir son vermesi gerekiyordu. Öğrenciler tepkilerini öğretmenler içe- risinde özellikle İngilizce öğretmenine odaklamıştı. Öğretmen derste okulun dağıttığı kitaptan ders işlemiyordu. Bu- nun yerine yurtdışından getirtilmiş bir kitabı kullanıyordu. Surp Haç’a gelen öğrencilerin çoğu Anadolu’nun yoksul ailelerine mensuptu. Öğretmenin kul- landığı kitabı almaları, hatta o günün Türkiye’sinde bulmaları bile mümkün değildi. İşte okuldaki ilk ve son eylem İngilizce
  • 9. EYLÜL-EKİM 9 öğretmenine yönelikti. İkinci sınıfların İngilizce dersi vardı. Öğretmen derse yeni girmişti ki bir anda sınıfın kapısı gürültüyle açıldı. Başını Armenak’ın çektiği kalabalık bir öğrenci grubu sınıfı basmıştı. Hazırladıkları sopalarla İngiliz- ce öğretmenini dövmeye başladılar. O sırada ikinci sınıfta okuyan Hırant Dink, dayak yemek pahasına öğretmenini koridora atmayı başardı. Diğer öğretmen ve öğrencilerin araya girmesiyle facianın eşiğinden döndü Surp Haç Lisesi. Ancak bu olay Armenak için bir dönüm noktası oldu. Hırant Dink ve Armenak Bakırcıyan, öğretmenin başvurusu üzerine disipline verildi. Sene sonunda da her iki ismin okulla ilişiği kesildi. Birisi üçüncü, diğeri ikinci sınıfta iki genç yapayalnız ve parasız kalmıştı İstanbul’da. Surp Haç Lisesi’nden Yetişenler Derneği’nin, Şişli’deki loka- linde yatıp kalkıyorlardı. Bu arada Şişli Lisesi’ne kayıt yaptırdı ikisi de. Bir süre sonra Balat’ta bir Ermeni okulunun yatılı öğrenciler için belletmen aradığını duydular. Okulda hem yatılı, hem de gündüzlü öğrenci vardı. Aynı zamanda kız – erkek karışık eğitim veriliyordu. İstanbul dı- şından gelen öğrenciler için, yatakhane işlevi görmek üzere iki ev tutulmuştu. Birisinde kız öğrenciler, diğerinde de erkek öğrenciler kalacaktı. Okul yöneti- mi evlerin başına “ağabey, belletmen” arıyordu. Hem Hırant Dink, hem de Armenak Bakırcıyan bu iş için başvurdu okula. Ancak bir kişiye iş verilebiliyordu. Dink ve Bakırcıyan ise tek maaşa razıydı. Yatacak yer verildiği taktirde yedikleri, içtikleri ayrı gitmeyen iki arkadaş seve seve belletmenlik yapacaktı. Okul yöne- timinin kabulünden sonra iki arkadaşın meskeni Balat’taki bu küçük öğrenci evi olmuştu. O sene Hırant Dink, İstanbul Üniversi- tesi Fen Fakültesi’ni, Armenak Bakır- cıyan ise aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi’ni kazanmıştı. Fakülte yılları her ikisinin de daha fazla politikleş- tikleri yıllardı: “Sempatizan noktasını aşmış durumdaydım. Artık bir yol ayrı- mındaydım. Ya dağa gidecektim, ya da İstanbul’da kalacaktım. Armenak ilkini seçti. Ben o sırada bir aşk yaşıyordum. O bunu bildiği için benim İstanbul’da kalmam gerektiğini söylüyordu. Burada da insana ihtiyaç vardı.” KÜRTÇE KONUŞAN ERMENİLER İşte önlerindeki tüm setlerin devrildiği, hızla olayların akışına kapıldıkları gün- lerde Armenak Bakırcıyan bir kararını açıkladı arkadaşlarına; isim değiştire- ceklerdi. O günlerde sağın en büyük gazetesi Tercüman’dı. Tercüman hergün sol örgütlerin içerisinde Ermeniler’in olduğunu, Türkiye’yi terör bataklığına Ermeniler’in çektiğini, Türkiye’yi böl- mek istediklerini yazıp çiziyordu. Arme- nak bu “sarı” propagandanın etkisinde kalmıştı. Aslında Ermeni olmak, illegal sol örgüt- lerde bile sorun çıkartıyordu: “Mesela bir sendikada yönetime girmek için mücadele ediyorsun. Alttan alta senin Ermeni olduğun dillendirilirdi. Bazı insanlar bel altından vururdu. Armenak da bunu farkındaydı.” Armenak’ın asıl korkusu, kendisi yüzünden halkının hedef haline getirilmesiydi. Bunun üzerine üç arkadaş, Hırant, Ar- menak ve Stefan mahkemeye başvurdu. Bu kararı hangi şartlar altında aldıklarını sadece dernekteki Sarkis ağabeyleri biliyordu. Mahkemede birbirlerine şahitlik yaptı üç isim. Artık Hırant, Fı- rat; Armenak, Orhan; Stefan ise Murat oldu. “Böylece sol hareketin içine daha özgürce katıldık” diyor Hırant Dink isim değiştirme olayı için. Hırant Dink ve Armenak Bakırcıyan, örgütsel çalışmaların yanı sıra ce- maat faaliyetlerine de katılıyordu. Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış Ermeniler vardı. Bu Ermeniler’in yeni nesilleri Ermenice’yi unutmuştu. Özel- likle Doğu ve Güneydoğu’da Kürtçe konuşan Ermeni köyleri ortaya çıkmıştı. “İşte biz bu köylere gider, öğrenci bulur, Üsküdar Surp Haç Lisesi’ne getirirdik” diyor Hırant Dink. Bunun için Mardin – Midyat’a gitmiş- lerdi. Çadırlarda kalan köylülerle ko- nuşmuşlar, çevre köylerdeki Ermeniler’i bulmuşlardı. Bu çalışmalarda en büyük yardımı Diyarbakırlı papaz Der Grigos’tan görüyorlardı. O tüm Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu at sırtında dolaşmış, 1915′ten kalan Ermeniler’e ulaşmaya çalışmıştı. Arjantin’den Türkiye’ye gelen Ermeni Patriği Kara- kin Haçaduryan da bu çalışmaların en büyük destekçisiydi. Hatta Arjantin’den Türkiye’ye gelmek için bu araştırma faaliyetinin başlamasını şart koşmuştu. İşte hem Hırant Dink, hem de Armenak Bakırcıyan, Der Grigos’un baş yardımcısı olmuştu. Kısıtlı imkânlarla halklarının asimile edilmesine direniyorlardı. Hırant Dink, Armenak’ın tavsiyesine uyarak İstanbul’da kaldı. Bir müddet sonra da okul yıllarındaki büyük aşkı ile evlendi. Armenak ise dağa çıkmış- tı. Ancak bu ayrılışın üzerinden çok geçmeden Armenak’ın İzmir’de yaka- landığı haberi geldi. Polisin yaptığı bir operasyon sonucu TİKKO’nun (Türkiye İşçi – Köylü Kurtuluş Ordusu) bir hücresi çökertilmişti. Hücredekilerden birisi Armenak Bakırcıyan’ın da adını vermiş- ti. Armenak, örgüt üyesi suçlamasıyla hakim karşısına çıkarıldı. Tutuklandı ve İzmir – Buca Cezaevi’ne sevk edildi. Armenak’ın çok sürmeyecek tutukluluk günlerinden hem Hırant Dink, hem de Bakırcıyan ailesi sık sık ziyarete gitti İzmir’e. Bu sırada “örgüt”, Armenak’ı “tutsaklıktan” kurtarma kararı aldı. Bunun için de en uygun yer hastane idi. Armenak, dişlerinden rahatsızlığını bahane ederek, hastaneye sevk iste- di. Bu haberi bekleyen örgüt üyeleri,
  • 10. EYLÜL-EKİM 10 Armenak’ı hastaneden kaçırdı. Tarih 18 Ekim 1977’yi gösteriyordu. Ama bu sırada iki jandarma erini öldürdü TİK- KO’cular. Armenak bu olay sonrasında tüm gaze- telerin manşetlerindeydi. İstanbul’daydı ve tanıdıklarının yanında saklanıyordu. İstanbul’da olduğunu hem polis, hem de örgüt arkadaşları biliyordu. Firarından iki hafta sonra ise İstanbul’da Kızlarağası Hanı soygunu gerçekleştirildi. Basın ve polis bunu da Armenak’ın yaptığını dü- şünüyordu. Artık Armenak için İstanbul’da saklanma imkânı kalmamıştı. Bir şekilde “kırsal”a çıkacaktı. Nitekim, kısa bir süre sonra adı Tunceli – Elazığ – Erzincan üçgeninde duyulmaya başladı. Kod Ali Ağa, aslında Armenak’tan başkası değildi. Dağlarda o çok istediği özgürlüğüne kavuşmuştu. Hem ailesiyle, hem de arkadaşlarıyla örgüt üzerinden haberleşiyordu. Dağ- larda isimleri “Firari” idi. Birbirlerine ise “kirvem” diye hitap ediyorlardı. CENAZESİ KAÇIRILDI Bu dönemde arkadaşı Hırant Dink’le de haberleşmesi kesilmişti. Ancak dağlarda yaptıkları ve yaşadıkları yine de tanıksız değildi. Murat Kahraman’ın kaleme al- dığı “Çığlık” romanının tanıtım yazısının ardından haftalık Ermenice ve Türkçe yayın yapan Agos gazetesine bir e-mail geldi. Azad Demir imzasıyla gönderilen e-mail Agos’ta, 27 Mayıs 2005′te yayın- landı. 25 yıllık suskunluğun ardından, yaşananlara tanıklığını anlattı Demir yazısında. Ölümünden kısa bir süre önce Tunceli’de bir dağ köyüne gelmişti firariler. Mevsim bahardı. Köylüler “konukları”na canı gönülden hizmet edi- yorlardı. Bunlar içerisinde en ilgi çekeni ise Azad Demir’in babasıydı. Yetmişini çoktan geride bırakmış yaşlı adam, vargücüyle çalışıyordu. Hatta misafirler için yeni doğmuş oğlaklardan birini bile kendi elleriyle kesmiş ve pişirmişti. Bu ilgi ve Orhan Bakır ile babasının ilişkisi Azad Demir’in dikkatini çekmişti. Yaşlı adam, misafirleri giderken de Azad Demir’in anlamadığı bir dilde Orhan Bakır’a bir şeyler söylemişti. Sonra da garip bir hüzün basmıştı Azad Demir’in babasını. Ancak Demir’i asıl şaşırtan gelişme Orhan Bakır’ın ölüm haberin- den sonra gerçekleşti. Babası neredeyse evladını kaybetmiş kadar üzgündü. Gerisini Azad Demir’in kaleminden takip edelim; “Orhan’ın ölümünü radyodan dinledik. Babam şok olmuş ve benzi solmuştu, beni yanına çağırdı. ‘Azadım’ dedi. Yut- kunuyor, ağlıyor ve konuşamıyordu. Tüm hücreleriyle acı çekiyordu. ‘Orhan gitti, beni onun yanına götür.’ Araba yoktu. Babamı sırtlayıp ta Kara- koçan denen lanet diyara nasıl gidecek- tim? Üstelik Orhan’ın naşı verilmemiş ve ‘Azılı Ermeni terörist’ diye radyo ve tele- vizyonlarda verilen anonsların ardından polis tarafından kaçırılarak gömülmüştü. Tabii, Orhan’ın hayatta iken vasiyet et- tiği, ‘Ölürsem beni Faraç’ın bu tepesine gömün!’ dediği yere getirilmesi gere- kiyordu. Arkadaşları Orhan’ın bu vasi- yetini yerine getirmekte asla tereddüt etmediler. Naaşı polisin gömdüğü top- raktan kaçırılarak vasiyet ettiği Faraç’a getirildi. Cenaze töreni için bize haber verildi- ğinde babam zar zor nefes alıyordu. ‘Azad’ım diye inledi elimi güçsüz elleri arasına aldı. ‘Yavrum, biz de Ermeniyiz. Git kardeşini son yolculuğuna uğurla ve dön!’ Binler- ce kişi Orhan’ın mezarının başındaydık. Kadınların ağıtlarıyla erkeklerin gür sloganları yarışıyordu. Bu olaydan birkaç gün sonra da babamı kaybettim. Ba- bamın ardından kendimi toparlamakta güçlük çektim. Sürekli gerçek kimliğimi sorgular oldum. Neydi, neden olmuştu? Babam niye kendini gizlemişti, bugüne kadar yaşamıştı ve neden şimdi bunları bana söylemişti?… Sorularımın yanıtını babamın yaşıtı arkadaşlarından öğrenmeye başladım. Yaşanan o acı günleri anlattılar. Kırım döneminde Dersim’e sığınan 25 – 40 bin Ermeni kurtarılmıştı. Bazı Dersimli aşiretler de onlara zulüm yapmıştı ama birçoğu iyilik etmişti. Babam gibiler çoktu ve onlar Dersimliler’e şükran duyuyorlardı. Çünkü kırım anında, Der- simli ve Dersim kökenli olup da Sivas – Zara’ya kadar yayılan Alevi toplulukla- rın fedakârca kendilerini koruduklarını görmüşlerdi.” Bakır’ı anlatan yazısında Azad Demir aslında kendi trajedisini dillendiriyordu. Burası Anadolu’ydu ve üzerinden nere- deyse 90 yıl geçmiş olmasına rağmen, yaşanan trajedi yeni yeni kendisini gün yüzüne vuruyordu…
  • 11. EYLÜL-EKİM 11 “Belge Yayınevi’nden çıkan Murat Kahraman’ın “Cığlık” adlı romanını okudunuz mu? Kitapta adı geçen Orhan Bakır, Hay- rettin Bakış ve Metin Kaya gibi kişiler, değişik tarihlerde çıkan çatışmalarda yaşamlarını yitirdiler. Ama üzerimizde bıraktıkları iz asla silinmedi. Hele Orhan Bakır’ın anlatıl- dığı yerde, ağlamayı beceremeyen biri olarak ben, yüksek sesle çocuklarımınn içinde ağladım. Orhan’la ilgili bölümde etkilenmemin en önemli nedeni, birin- cisi benim de Dersim’de yaşayan Erme- ni oluşum, ikincisi ise, Orhan’ın bölgeye gelmesiyle kendi gerçek kimliğimi bulu- şum ve “son anda” ögrenişim. Bilemiyorum bu satırdan sonra ne- reden başlıyayım. Kitap tanıtımı yaparken,galiba bir de istemeden kendi öykümü anlatacağım. Cünkü birinin anlaşılabilmesi için diğerinin de bilin- mesi gerekir. “AZAD EVİNİZE KAÇAKLAR GELDİ “Mayıs ayıydı, Dersim o yıl çetin bir kışınn ardından bağrını delirircesine çılgın bahara bırakmıştı. O gün sürüyü eve geç getirmiştik. Köye döndüğümüz- de köy sanki bakazdı. Köyün içine girdi- ğimizde, köyümüzün en meraklı kadını yanaşarak, “Azad evinize kaçaklar geldi” dedi, hızla eve doğru yürüdüm. Devletin adını “eşkiya, terörist” yöre halkının ise “devrimci” dediği, ikisi kız dört kişiydiler. Kamburu çıkmış hasta ve yaşlı babam ise en az davetsiz misa- firlerimiz kadar tuhaftı. Normal zaman- larda zar zor kalkan babam, misafirlere “servis” yapıyordu. O yıl erken doğum yapan bir keçimizin oğlağını misafirle- rine kesmis, kendi temizlemis ve kendi yöntemleriyle pişirmisti. Fakat misa- firlerin ve ablamların tüm ısrarlarına rağmen bırakın yemek yemeyi, sofraya bile oturmuyordu. Bir çocuğun sevinç dolu ifadesiyle dur- madan közün üzerine et atıp pişiriyor, servis yapıyor ve konukların daha ne- lere ihtiyacı olduğunu soruyor, bizlere de yiyecek olarak ne varsa getirmemizi söylüyordu. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, bir de gurubun lideri olan gencin başını okşuyordu. “BABAMA NE OLMUŞTU? Yemekler yenildi, çaylar içildi. Ev bir dü- ğün evine dönüverdi. Sohbetler, tartış- malar, meraklar ve ilginc sorular birbiri- ni kovalayıpgitti. Grubun liderinin yüzü yabanci gelmiyordu, biryerde görmüş gibiydim. Babam, onu kolundan çeke- rek yan odaya çağırdı. Aklımda onlarda kalmıstı. Ama kapı,arkadan babamın bastonuyla desteklenmişti..Içerde ses yoktu. Sadece ağlamaya benzer bir inle- me vardı. Paniğe kapılarak var gücümle yaslandım. Paldır küldür içeri daldım Babam,onu dizlerinin üzerine yatırmış, bir taraftan okşuyor, bir taraftan ağli- yordu.Bu manzara karşısında adeta şok oldum. Babama ne olmuştu? Bu adam kimdi? En önemlisi nerden tanıyordu?.. O anın stresi ve korkusuyla “Ne oluyor baba?” diye bağırdım. Babam beni tanımıyor gibiydi, yabacılaşmıştı. “Burada ne oluyor baba? Bana bir şey açıklamayacakmısın?” diye tekrar bağırdım. Babam hiç kızmadı, tepkide vermedi.Gözyaşlarını sildi.Sigarasından bir yudum aldı. El işaretiyle beni yanına çağırdı, “Oğlum Azad bu genç Orhan Bakır’dır” dedi. ORHAN DİYE BİR GENÇ Orhan, 1978′de İzmir Buca Cezae- vi’ndeyken, diş çektirme bahanesiyle Ege Üniversitesi’ne sevk edilmiş, orda örgüt arkadasları tarafından kaçırılmıştı. Firar eylemi esnasında Orhan’a direnen bir asker ölmüştü; Olayın ardından ba- sın Orhan’ın boy boy resimlerini yayın- layarak, “Ne kadar kan dökücü” oldu- ğundan, “Azılı Ermeni terörist”liğinden bahsediyor, hakkında ölüm kararı verili- yordu. Orhan her yerde “infaz emriyle” fellik fellik aranıyordu. Evet gazetelerde çıkan resminden onu tanıyordum.Yine ARMENAK BAKIRCIYAN ANISINA -2 TUNCAY OPÇİN Armenak’ın kemikleri artık üşümesin… “Orhan Bakır’ ın anısına
  • 12. EYLÜL-EKİM 12 KARİN HALK Dersim’de bu yıl festival çalışmalarına Ermenistan’dan Karin halk dans grubunu davet ederek Dersim Ermeniler Derneği olarak katkı sunmak istedik; bu vesi- leyle de, Yerevan ile Dersim arasında bir dostluk bağı oluşturmak, geçmişte birlikte yaşayan bu halkın kaynaşmasını sağlamak, iki kardeş il arasında diya- logu biraz daha geliştirmek, kardeşlik duygularını tekrar bilince çıkarmaktı, böylece Dersim’de yaşayan biz Er- menilerin de kendi milletiyle birlikte olmasını sağlamaktı… Bu muhteşem karin halk dansları grubu, program dışı özel bir gösteri ile Dersim halkıyla buluşurken, diğer yandan Ovacık, Maz- girt, ve Hozat’ta da festival programı kapsamında halkımıza gösterimlerini sundular. Gördüğümüz ilgi fazlasıyla arkadaşları mutlu etmişti; ama mem- nun kalmayan bir tek ilimizin belediye başkanı ve BDP il başkanı olmalıydı ki, bizi hiç bir şekilde görme gereği duymadılar… BDP’li belediye başkanı ve BDP il başkanı adına çok yazık oldu; kendilerini Dersim için önemli bir tari- hsel ve toplumsal buluşmaktan yoksun bıraktılar. Şunu belirmek istiyorum ki, bu arkadaşlarımız festivalin ne olduğunu bilmiyorlardı, sadece festivali kendi siyasi çıkarlarına nasıl kullanabilecekleri- ni biliyorlar; ama bu kullanma tarzı kullananı tarihsel, toplumsal ve siyasal olarak fukaralaştırır. Kraldan çok kralcı kesilmişlerdi; bu tavırlarıyla çok da tepki aldılar; hiç bir dersimli merkezde pro- gram dışı kalmamıza bir anlam verem- ediler. Bu tavır, ancak bir yabancılığı ve yabancılaşmayı anlatır, dersimli olamamayı anlatır. Ermenistan’dan gelen arkadaşlarımızın Dersim’de kaldıkları bir haftalık süre içerisinde o muhteşem doğaya ve Munzur’un güzelliğine, özel- likle Dersim’de atalarımızdan kalan – yıkık da olsa- o kiliseleri ziyaretleri onlar için unutulmaz bir anı oldu ve bir dahaki festivalde daha güzel oyunlarını serg- ilemek için tekrar geleceklerini bildirip, sevinçle ayrıldılar.
  • 14. EYLÜL-EKİM 14 de babamın niçin ağladığını çözememiş- tim. Orhan’ın işaretiyle hazırlanan grup köylülerden müsade istedi. Her şey için teşekkür ederek, tek tek tokalaştı- lar. Babamın elini öpen, Orhan, başını zar zor babamın koynundan kurtardı Babam,kimsenin anlamadığı bir dilde mırıldanıyor sanki dua ediyordu. BU DİL KİMİNDİ? Babamla uzun süre konuşmadan otur- duk. Elindeki odunla ateşi kurcalarken, yine o garip dille “Bingöl” türküsünü söyledi. O an babam tanıdığım babam değildi, güzeldi, olağanüstüydü ama en önemlisi de ilk kez bir türkü söylüyordu. Ben ise onun 29 yaşına gelmiş oğlu, o türküyü ve türkünün sözcüklerini ilk kez du- yuyordum. Daha fazla dayanamadım. Babamın türküsünü kestim: “Baba, allah aşkına ne oluyor? Haydi hiç bir soruma cevap vermedin, ama bu kullandığın dil kimin dili? Bari bunu söyle!” Babam, türküsünü bitirdi. Dönüp bana baktı. Sanki gözyaşları gözlerini yıkamış- tı. Öyle güzel ve içten bir bakış fırlattı ki, o anı hiç bir zaman unutmadım. Dudak- ları belli belirsiz gülümsedi: “Oğlum bu bizim dilimiz!” diye cevap verdi. Sonra yine yüzü acıya gömülür gibi oldu ve sustu. Tüm ısrarlarıma rağmen, ve hatta kızma- ma rağmen bir şey söylemedi. Sadece yerinden doğrulurken, yüzüme doğru eğildi: “Azadım,” dedi. “Bir gün sana her şeyi anlatacağım, o gün mutlaka gelecek!” deyip yatağına doğru yürüdü… Aradan epey zaman geçti. Bahar yaza, yaz güze döndü. Babam, bir daha benimle sohbet etmedi. Her aksam, Halvori’ye dogru giderek, yıkık kilise- nin tam kenarında oturuyordu. Sürekli birilerinin gelişini bekler gibiydi. Bense babamın, “Bir gün bana mutlaka söyle- yeceği” sözün ne olduğunu merak edi- yor ve o anı bekliyordum. Neydi o sır? Daha sonra ögreneceğim bu acı ve çıplak gerçek “Gizli Hiristiyanlık”, “Gizli Ermenilik”ti. Anadolu denen bu coğrafyada o utanç ve trajedi yetmiyormuş gibi, bir de ar- dında bıraktığı kahredici bir gerçeklik kalmıştı. Babamın Orhan’ı dizlerine yatırması tam da bu gerçeklik içinde kendi anlamını ve cevabını buluyordu. Iste Murat Kahraman, “Çığlık” adlı romanında “Gizli Hiristiyanlık” de- nen utancı, daha doğrusu o utancı yaratanların,insanları nasıl her gün öl- dürdüğünü anlatıyor. PAPAZ OLAN KÖY İMAMI Babamdan bağımsız olarak Orhan’ın Elazığlı Camii imamı, ama aslında papaz olan yaşlı Ermeniyle olan diyalog ve yasamını konu alan bölümleri gerçekten insanı derin bir ızdırapla yüzleştiriyor. Kitabın içindeki yaşlı köy imamının du- rumu bu açıdan tam bir ibret vâkasıdır. Kırımda ailesinin tümünü kaybeden, bu vahşete küçük yaşta tanık olan ve yaralı kurtulan papazın, yaşlı bir Yezidi tarafin- dan kurtarılması, büyütülmesi ve eğiti- mini tamamlıyarak sonunda imam ol- ması öykünün satır başları. Anadolu’da bunun örnekleri o kadar çok ki…Kitapta Orhan Bakır ile bu camii imamı arasın- daki ilişki efsanevi bir dille işlenmiş.Yaşlı imam, Orhan’ı evinin alt katında gizlice inşa ettiği kilisesinde ağırlar. İliskileri inanılmaz bir sıcaklıktadır. Nihayetinde Orhan, Karakoçan’da pusu- ya düşer ve çatışarak orada ölür. Imam ise yolunu gözlediği Orhan’ın ölümün- den habersiz günlerce ve aylarca bekler. Bekleme kendisinde bir sıkıntıya dönüşünce, Arapgir’de yine gizli Hiristiyanlığı yaşa- yan Arapgirli Hüseyin’in yanına gider. Orhan’ın ölüm haberini Hüseyin’in politikayla uğraşan oğlundan duyar. Gayri onun halini anlatmak imkânsızdır. Gerisin geri yola koyulur, doğruca evine varır. Papaz elbiselerini giyerek siyahlara bürünür. Haçını boynuna asar.Önce evini benzinler. Tek canlı varlık olan kedisini dışarı çıkarır. Evini ateşe verdikten sonra bir ömür boyunca büyük bir ızdırapla taşıdığı ve adeta kendisini gizlemenin kılıfı çember sakalını traş ederek alev- lerin içine atar…Ardından da Orhan’ın vasiyeti üzerine gömülü olduğu Dersim Mazgirt Ilçesi Faraç Köyü’ne doğru yola koyulur. “BENİM İÇİN TÜRKÜLER SÖYLE ARMENAK” Yol boyunca Orhan’la yaptığı tartış- maları düşünür. Gerçeği görüp kendi kimliğine dönmesini isteyen Orhan’a bagrışını, azarlayışını, “kendi dünyasına” dokunmamasını isteyişini anımsar. Son görûşmeleri ve ayrılışları böyledir. Meza- ra yaklaştığında saçlarını tarar ve ‘Ahçik’ türküsünü söyler. Siir okur: “Benim için türküler söyle Armenak!Karanlıklar ezginle erisinğ sesinle uyansınSeninle yürüsün hayat… ”Şiirde geçen Armenak, Orhan Bakır’ın gerçek adıdır. Epey yürüdükten sonra askerin engeline denk gelir. Kendisine durması ve ilerle- memesi çagrısı yapılır. 70-80 yıl boyunca kendisini gizleyen yaşlı adam, “teslim ol” çağrısına yanıt vermez. “Teslim ol” ısrarları sürünce; “Tam yetmiş yıldır teslim oluyorum, yetmedi mi?…” diye haykırır…
  • 15. EYLÜL-EKİM 15 Bundan sonrası kitapta şöyle anlatılır: ” Daha söylediğini tamamlamadan, gece- yi bölen silah tıkırtılarıyla yere devrildi. Bağrından aldığı yaraya aldırmadan tektrar ayağa kalktı. Yürümeye devam etmeye çalıştı. Silah sesleri çoğalınca, inleyerek yere kapaklandı. Boynundaki haçı avcu- na aldı. Öpmek istedi. Yapamadı. Kolları toprağın serin yüzeyine serildi.” ‘BENİ ONUN YANINA GÖTÜR’ Babama gelince… Orhan’ın ölümünü radyodan dinledik. Şok olmuş ve benzi solmuştu, beni yanına çağırdı. “Azadım” dedi. Yutku- nuyor, ağlıyor ve konusamıyordu. Tüm hücreleriyle acı çekiyordu.”Orhan gitti, beni onun yanina götür” Araba yoktu. Babamı sırtlayıp Karakoçan denen lanet diyara nasıl gidecektim? Üstelik Orhan’ın naaşı verilmemiş ve “Azılı Er- meni terörist” diye radyo ve televizyon- larda verilen anonsların ardından polis tarafından kaçırılarak gömülmüştü. Tabii, Orhan’ın hayatta iken vasiyet ettiği, “Ölürsem beni Faraç’ın bu te- pesine gömün” dediği yere getirilmesi gerekiyordu. Arkadasları Orhan’ın bu vasiyetini yeri- ne getirmekte asla tereddüt etmediler. Naaşı polisin gömdüğü topraktan ka- çırılarak vasiyet ettiği Faraç’a getirildi. Cenaze töreni için bize haber verildi- ğinde babam zar zor nefes alıyordu. “Azad’ım” diye inledi elimi güçsüz elleri arasına aldı. “Yavrum, biz de Ermeniyiz. Git kardeşini son yolculuğuna uğurla ve dön!” Binlerce kişi Orhan’ın mezarının başın- daydık. Kadınlar ağıtlarıyla erkeklerin gür sloganları yarışıyordu.Dönüşümde babamın baş ucuna vardığımda aşla- maktan bitkin düşmüştü. Ağrılarından mı yoksa Orhan’ın acısından mı bilemi- yorduk feci ve ızdırap veren bir acıyla kıvranıyor, kesik kesik konuşuyordu. Ve zavallı babam, bu haliyle ancak dörtgün daha dayandı. Bir sabah kalktığımızda ölmüştü. Ölümü de kendisi gibi güzel olmuştu… Babamın ardından kendimi toparlamak- ta güçlendim. Sürekli gerçek kimliğimi sorgular oldum. Neydi, Neden olmuş- tu? Babam niye kendini gizlemişti, bu güne kadar yaşamıştı ve neden şimdi bunları bana söylemişti?… Sorularımın yanıtını babamın yaşıtı arkadaşlarından öğrenmeye başladım. Yaşanan o acı günleri anlattılar. Kırım döneminde Dersim’e sığınan 25-40 bin Ermeni kurtarılmıştı. Bazı Dersimli aşiretler de onlara zulüm yapmıştı ama birçoğu da iyilik etmisti. Babam gibileri çoktu ve onlar Dersimliler’e minnet ve şükran duyuyorlardı. Cünkü kırım anın- da, Dersimli ve Dersim kökenli olup da Sivas Zara’ya kadar yayılan Alevi toplu- lukların fedakarca kendilerini koruduk- larını görmüşlerdi. NACİZANE BİR ÇAĞRI Gizlenen, tabu ve yasak olan gerçeklik- leri yazacak birileri elbette çıkacaktır. Nitekim çıkıyor da işte. Benim karnımı zorla doyurmaya çalışan biri olarak, ne yazık ki elimden bir şey gelmiyor ama buradan nacizane bir çağrım olacak. Varsa yetenekli ve gerçekten yasamın gerçeklerine duyarlı bir sinemacı, bu romanı mutlaka okumalı ve bu kutsal yasamı beyaz perdeye aktararak, mil- yonlara mal etmelidir. Yaşadığımız acıların bir daha tekrarlan- maması için bu şart!.. En azından biz yaşadık ama başka in- sanlar, topluluklar, halklar ve milletler yaşamasın.. Aktaranın notu: Bu yazı Istanbul’da Türkçe ve Ermenice haftalık yayınlanan, AGOS gazetesinden alınmıştır. 27 Mayıs 2005 tarihli (sayı 478, 12 sayfa) Azad Demir, Aktaran Sako Zulalyan
  • 16. EYLÜL-EKİM 16 ERGAN KİLİSESİ, ANATAR GRAGORS VE PİLVENKLİLER ERDOĞAN YALGIN Bilinen kayıtlara göre Dersim’de, 4 Manastır ve 132 Kilise olmak üzere top- lam 136 Ermeni ibadet yerinin olduğu düşünülmektedir.(1) Oysa bize göre bu sayıya, Süryani kiliselerini de eklersek belkide daha da çoktur. Bunlardan Dersim’de en çok bilinenlerden birisi de, Ergan Manastır kilisesidir. Çünkü Ergan kilisesi yok olmaya direniyor. Toplumsal bir kollektivin oluşturacağı sinerjiyle yeniden restorasyonunu bekliyor. Bu manastırı Kasım 2010 de Almanya’dan kalkıp, bizzat gidip ziyaret ettik. Bazı dış duvarları hala ayaktadır. Köyün adı Ermenice olan Ergan (Geçim- li) köyünün Türkçe anlamı “Uzun” dur. (2) Önce yakın tarihimize bir yollama yaparak, bazı anıları hatırlamakta fayda var kanısındayız. 1915 de Ermenilerin ve 1938 de Pilvenklilerin Aynı Kaderi? Ergan köyü Hozat ilçesine bağlıdır. Pertek’ten Hozat’ a giderken, Hozat’a yaklaşık 7 km. kala sağa sapılarak gidi- len ve Pertek’in Dere nahiyesi ile Hozat arasındadır. Hemen yeri gelmişken bellirtelim. Hozat’a girmeden sağa yani Ergan yoluna sapıldıktan sonra, ilk kar- şılaşacağınız köy, 3.5 km uzaklıktaki İn (Erm: İne, S. Nişanyan) köyüdür. Bu köye varmadan yolun alt tarafından dereye doğru Pilvenk aşiretinin 200 e yakın Ağa, Pir ve talipler mensubunun, yaşlı, genç, çocuk, kadın demeden 1938 de toplu halde kurşuna dizildigi ve bu mevki “Pilvenklilerin Toplu Mezarlığı” olarak da bilinmektedir. İşte tam da bu noktada durup ve kar- şısıya bakıldığında Tauğ-Tawuk köyüne ait olan “Kayışoğlu Yarması” diye bili- nen o malum (!) uçurum, çıplak gözle gözükmektedir. 1915 deki o büyük can pazarında Ermenilerin toplu halde biribirilerine bağlanarak canlı canlı bu uçurumdan atıldıkları, Dersimli yaşlılar tarafından bir masal gibi hep anlatılır. Uçurumun altındaki derelerde günler- ce yaralı canların iniltileri geldigi için, çevredeki Kızılbaş Kürt köylüleri bu dereye, “Qurqurik deresi” yada “Nala Qurquriké” adını vermişlerdir. Osmanlıda ki Köy Kayıtları! Ergan köyü 16.y.y. da Çemişgezek Sancağın(3)’a bağlı, 1518 de nüfusunun tamamı Gayrimüslim olup, 72 hanesi, 1523 de ise 108 dir. Ergan köyünün nüfusu, tahminen göçlerle 1541 de 90 haneye düşmüş. 1566 yılındaki kayıtlar- da ise tekrar 129 haneye yükselmiştir. Yani Ergan köyünün, bir Ermeni yerleş- kesi olduğu Osmanlının Tahrir defterle- rinde kayıtlıdır. İne-İn köyü, 16.y.y. da Çemişgezek san- cağına bağlı bir gayrimüslim(Ermeni) köyüdür. 1518 yılındaki İn köyü, 26 haneden oluşmaktadır. 1523 de 44 olan hane sayısı, 1541 de 28 e inmiştir. 1566 yıllığında ise İn köyünün gayri müslim hane asyısı 87 ye ulaşmıştır.( Ünal: 1999, s.198) Şimdi asıl konumuz olan Ergan kilisesi ve son bağlısı olan aileye... Ergan Haly Virgin (Kutsal bakire/ Kutsal Meryem Manastır Kilisesi Tohmas Alain Sinclair 1989 da “Ergan Ermeni Manastırı Kilisesi” başlığıyla bir gezi makalesi kaleme aldı. Yaklaşık iki sayfalık olan bu makaleyi Serkan Erdo- ğan kitabında (4) yayımladı. Makalede, Kilisenin gerçek adı ve tarihi mimarisi hakkında bazı bilgiler yer almaktadır. Şöyleki; “...Kilise Haly Virgin (Kutsal bakire/ Kutsal Meryem, Ç.N) ‘e ithaf edilmiş ve belkide tümüyle bir manastır (Surb Karapet, öteki bir adlandırmayla Vaftizci John olarak) 975/76 da inşa edilmiştir. Bu kilise, Dersim’in ve Aşağı Fırat vadi- sinin Bizans’ın fethinden yaklaşık elli yıl sonra kurulmuştur. Amid (Diyarbakır) ve bölgesinde Ermeniler’in manastıra özgü (Hırıstiyan inançını pekiştirmek ve yay- mak içindüzenlenen ç.N.) toplantıların bu bölgeyi etkilemiş olduğu gözükürken, manastır erken 15. yüzyılda ün kazan- mıştır. Belkide 1420 yılında kilise, gerekli onarım için elden geçirilmiştir....Manas- tır 16. yüzyılın tamamı boyunca etkin olmuştur. Ne zaman terkedildigi açık
  • 17. EYLÜL-EKİM 17 degildir. Ama kuşkusuz 1865 ten önce boşalmış ve son olarak terkedilişi de 18. yüzyılda meydana gelmiş olmalıdır...” (Erdogan: 2004, s. 177) Ergan Manastır kilisesinin yapılış tarihi- nin 975/76 oluşuna, Ermeni takviminin başlangıcı olan miladi 522 (Hosep Hay- reni) eklenmesiyle bu tarihin, Miladi 1496 olabilecegi, şu anki konumuz dışındadır. Ama T. Alain Sinclair’in son degerlendirmelerini, alanda derledi- gimiz sözlü materyeller ışığında ele almakda fayda görüyoruz. T. Alain Sinclair diyor ki, Ergan Manastır kilisesi 1865 yılından önce boşaltılarak, yani 18.y.y. da terkedilmiştir. Bu anla- tımla, sanki kilisenin bu tarihten sonra sahipsiz kaldığı izlenimi verilmektedir. Oysa Ergan Kilisesinin son bağlılları olan Ağzonik ( Ermenice; Ağzonik-Ağtsnig, yeni adı Kayabağ köyü, S. Nişanyan)’ li Anatar Gragors ailesidir. Ağzonik köyü 16.y.y. Çemişgezek Sancağına bağlı bir Müslim (!) köy olarak gözükmektedir. 1518 yılında 32 hanesi vardır… Şimdi sizlere, Aşağı Pilvenk (Pilvenké Jerin)’in son Ermeni ailesi olan Gragors ailesini tanıyanlarla başbaşa bırakaca- ğız. Ağzonik-Ağtsnig’li Anatar ve Ailesi “...Aile reisinin adı Anatar’dı. Kendisi demirciydi. Kalaycılık da yapardı. Çok sanatkar bir adamdı Anatar. Karısı Dani- ela Gragors ise tüm çevre köylerin tek terzicisiydi. Çok hamaratlıydı. Bunların Bıco, Babek ve Kaya adında oğulları vardı. Bütün ailece bunlar Kürtçe, Türk- çe ve Ermeice bilirdi. Ailesiyle beraber bizlerle iç içeydi. Bu aile kıyımdan nasıl kurtulmuş, kim bunlara yardım etmiş pek bilinmezdi. Bizim cıvatlarımıza (Cem, e.y.) katılırdı. Çok inançlıydı. Kendi inancınıda yerine getirirdi. Bizden çok memnundu. O kendini Pilvenkli gö- rürdü, bizde onları bir kardeş aile bilir- dik. Kardeşler arasında kavgalar olurdu. Ama o aile ile kimse asla tartışmazdı bile...Ergan daki o kiliseyi beraber gör- dük. Orada hani iki tane mezar vardı. Birisi Anatar’ın eşi Daniela’ya, digeri ise oğluna aitti. Bu aile, bu topraklara çok bağlıydı. İstanbul’a taşınmıştı. Orada vefat eden eşini buraya getirmişti. En son 90 larda buraları terkedip İstanbul’a yerleşti. İşte bu Anatar ailesi bizim içi- mizde kalan, tek bilinen en son Ermeni ailesiydi.”( Hüseyin Bulut, Pilvenk aşireti Piran Ezbetinden, Berxécan Ocağı Zakiri 1940 doğumlu) “.. Bu Anatar ailesi, Kürtçe’yi bizim gibi bilir ve konuşurdu. Bizimle beraber Xızır orucunu tutar ve bizimle beraber bizim cemlere katılır ibadet ederdi. Gağant’ı beraber yapardık. Wallahi de billahi de biz onu hiç bir zaman Ermeni olarak bilmezdik. Yani sanki bizim bir akrabamız gibiydi. Ağzunik de otururdu. Ağzonik köyü çok önemli ve eski bir köydür. Ermenilerden Türk beylerine ve onlardan da bizim Kürt beylerine, yani Pilvenkli Heci Mıstafa Ağa’ya geçmiş. İşte bu köyün en qadim Ermeni ailesi olan Gragorslar böylece biz Pilvenkli- lerin bir parçası olmuş, öyle kalmışlar.. Zaten biz Pilvenklilerin üzerinde sa- yılırlardı. Yabancılar onları Pilvenkli olarak bilirlerdi. Ağzonik’ten kalkıp, yürüyerek yaz-kış demeden (en az 9 km uzaklıkta.e.y.) gider Ergan daki bu kilise- nin tüm bakımını yapar, ibadetini eder ve gelirdi. Yani kilisenin hem pederi ve tek aileli bir cemaatiydi. İnanmış bir adamdı. Yalanı-dolanı yoktu..Yaşlandı tabi. Önce çocukları sonrada kendisi ve eşi 90 ların başında İstanbul’a taşındılar. Ama buraları hiç unutmadı. Bak eşi ve çocuğunun cenazelerini işte getirip, kilisenin içinde toprağa verdi gitti. Daha da bir haber alamadık. 90 ların sonunda ise bu kilisenin giriş kapısında define avcılarının kazı yaptıklarını ögrendik. Bunu da kınıyoruz tabi. Ama mezarlara hiç dokunulmamıştır.”( Zeynel Çetinka- ya Pilvenk aşireti Xelifan Ezbeti, 1929 doğumlu) Son söz olarak Pilvenk aşireti içinde yaptığımız (Kasım 1010) Sözlü Tarih araştırmalarımız sı- rasında görüştügümüz tüm yaşlıların, Ağzonikli Anatar Gragors ailesi hakkın- da, hep aynı gizemli anıları anlattıkları- na tanık olduk. Kaynak: 1)Hovsep Hayreni : Petağ-Eleştirisi Üzerine, www.dersimnews.com 2) Sevan Nişanyan,“Adını Unutan Ülke”, Ev- rensel yayınları İstanbul, 1. Baskı : 2010, s.317 3) M. Ali Ünal,“16.Yüzyılda Çemişgezek Sancağı”, Türk tarih kurumu basımevi, Anka- ra:1999, s. 209 4) Serkan Erdoğan,“Desim ve Çevresindeki Arkeolojik Araştırmalar-1”, Kalan yayınları Ankara, 1. Baskı : 2004, s.177-178
  • 18. EYLÜL-EKİM 18 1915’İN DENEK TAŞINDA TÜRK VE KÜRT SİYASETİ (1. Bölüm) HOVSEP HAYRENİ Geçtiğimiz aylar boyunca Türkiye’nin tarihsel adalet sorunları bir bir yeni- den tartışma konusu oldu. Başbakan Erdoğan’ın “devlet adına” bir ilk olarak Dersim 1938 için “özür” beyan etme- sine karşılık, 1915 hakkında geleneksel inkarcılığı kaskatı sürdürmesi izahı güç bir tezat olarak kaldı. 1915 bu ülkede toplumsal adalet duygusunun, tarihle yüzleşme cesaretinin, demokratikleşme niyetinin en esaslı test edilme konusu, bir anlamda denek taşı veya turnusol kağıdı olmaya devam ediyor. 24 Nisan vesilesiyle son gelişmeler ışığında ege- men Türk siyasetinin açmazlarını de- ğerlendirirken konuyla ilgili Öcalan ve önderliğindeki Kürt hareketinin bakışını da eleştiriye tabi tutmakta yarar görü- yorum. Bu yalnız Ermeni, Süryani, Yezidi halkların tarihsel adalet beklentileri açısından değil, Kürtlerin kendi özgürlük sorunları ve geçmişleriyle yüzleşmeleri bakımından da önemli olan bir tutarlılık meselesidir. 1938 “ÖZÜR”ÜNE RAĞMEN 1915’İ İNKAR DİRENCİ AYIP DEĞİL Mİ? Dersim tartışması ilk olarak 2009 sonla- rında Onur Öymen’in sözleriyle alevlen- diğinde Başbakan Erdoğan bu konuyu rakibi CHP’ye karşı kullanmaya müsait görüp önünü arkasını fazla hesap etme- den 1938’de yapılanın “katliam” oldu- ğunu söylemişti. İyi ki öyle bir vesile bu çıkışı getirdi, yoksa resmî tarihin inkarcı- lıkla örülü surlarında bir gedik açılacağı yoktu. Daha o zaman bunun risklerini sezen devletin cin muhafızları (mesela Hürriyet’te Ertuğrul Özkök) “Dersim’de yapılan katliamsa 1915 için ne diyece- ğiz?” şeklinde uyarmaktan kendilerini alamamışlardı. Erdoğan Dersim 38’i daha sonra da dil- lendirdi ve orada 50 bin masum insanın katledildiği kendi ağzından tescil edilmiş oldu. Ama aynı yıl içinde Ermeni soykı- rımı gündeme gelince bildik inkarcılığı olduğu gibi sürdürüyor ve “Benim ecda- dım soykırım yapmamıştır, yapmaz” diye iki kelimeyle kestirip atıyordu. Şüphesiz itirazı yalnız soykırım tanımına değil, adı ne olursa olsun 1915’te işlenmiş büyük insanlık suçlarının gerçekliğine karşıydı. Başbakan’ın eksik bıraktığı o cümleyi hükümetin başka bazı sözcüleri fırsat buldukları ölçüde kendi üsluplarıyla tamamlamaya çalıştılar. Örneğin geçen- lerde “Maraş’ın kurtuluş yıldönümü” vesilesiyle nutuk çeken Cemil Çiçek “Bu- radan tüm dünyaya sesleniyorum. Bizim tarihimizde baskı yoktur, zulüm yoktur, işgal yoktur, soykırım yoktur, alçaklık hiç yoktur. Ama başka milletlerin tarihinde bunlardan çoktur...” diyerek işi ifrada vardırıyordu. Erdoğan ise dış dünyanın gözünde çok sırıtmasın diye soykırım kavramının “ağırlığını” ima ederek lafını yalnız onun etrafında döndürüyor ve yaşanmış gerçekliğin soykırım değilse ne olduğunu es geçiyordu. Oysa Dersim soykırımına da soykırım demediği halde iç siyasette hesabına uygun gördüğü için pekala “katliam, vahşet” vb. diyebilmiş- ti. Yani bunu söylemek de bir şeydi ve istese 1915’te yapılan imhanın da asgari eleştirisini yaparak bir üzüntü belirtisi gösterebilirdi. Yetersizliği ayrı mesele, hiç değilse izansızlık olmazdı. Ecdadı- na toz kondurmama tavrına bakılırsa Dersim’de işlenen insanlık suçları kimin işiydi? Yoksa Erdoğan gerçekliğini kabul ettiği o vahşetin sorumlularını kendi ata- larından saymıyor muydu? İnkarcılığın en zayıf noktaları olan bu sorular hep havada kalacaktı. Son olarak Zaman gazetesinin Dersimli CHP milletvekili Hüseyin Aygün’le yap- tığı söyleşi ve yankıları ardından Dersim 38 konusunda daha kapsamlı ve cesur çıkışını yapan Erdoğan, devlet adına tevekkeli bir özür beyanıyla beraber, olayın siyasi sorumluluğunu salt CHP geleneğine ait gösterdi. Dönemin tek partisi olan CHP içinde sonradan di- ğer partilerin doğuşuna öncülük eden kadroların da bulunduğu ve Dersim icraatinde sorumluluğu paylaştıkları gerçeğini gözardı etti. Yapay modern- leşmeci Kemalist elitin dönem dönem baskılarına maruz kalmış İslami cenah- taki kendi öncüllerini ve sempatiyle baktığı DP liderlerini o zihniyetten ayırıp temize çıkartmaya çalıştı. Temsil ettiği ümmetçi gelenek, en son kendi önder- liğindeki liberal versiyonu dahil olmak üzere, yerine göre milliyetçilik yarıştır- mayı da ihmal etmeden temel devlet
  • 19. EYLÜL-EKİM 19 politikalarında o faşist zihniyetle pekala uyuştuğu ve bir çok insanlık suçlarına ortak olduğu halde öyle ak-kara bir tablo çizmeyi tercih etti. Kısmi ideolojik karşıtlık ve bir ölçüde gadre uğramışlık nedeniyle hem tarihsel hesaplaşma, hem de Kemalizmin siyasi İslam aley- hine devam eden tahakkümünü kırma yönünde “CHP zihniyeti”ne vuruşlar yaparken, bugünleri hep beraber borçlu oldukları M. Kemal Atatürk’ü ise tar- tışma dışında tutmaya özen gösterdi. Dersim harekatında Atatürk’ün yönlen- dirici rolü ve ortaya çıkan “facia”daki sorumluluğu açık olmasına rağmen, Erdoğan ona değinmekten kaçındığı gibi CHP’liler de “ne demek istiyorsun yani, Atatürk katliam mı yaptırdı?” gibi sonu hayırlı olmayacak çıkışmalardan müm- kün mertebe geri durdular. Bu noktada sessiz bir konsensüs işledi. Ama iktidarla muhalefet arasında kon- sensüsün büyüğü 1915 konusunda işli- yordu. İşte Dersim özürünün üstünden daha bir ay geçmeden Fransa’daki tasa- rı vesilesiyle Ermeni soykırımı tartışması tekrar güncelleşince AKP-CHP-MHP tam bir uyum ve seferberlik halinde inkarcı- lık duvarını tahkim etmeye koyuldular. Erdoğan bu defa da kendisiyle çelişme pahasına topyekün tarih aklamaya çalıştı. “Sarkozy Türkiye’nin tarihinde soykırım bulamaz... Biz tarihimizle gurur duyuyoruz” dedi. Dersim 38 için gösterdiği utanç belgelerini unutmuş gibi davrandı. Üstüne üstlük Kanuni Sultan Süleyman’ın “kılıcımın gücüyle sahip olduğum topraklar...” dizeleri eşli- ğinde kanlı fetih tarihine övgüler yaptı. Cezayir’deki kanlı kolonyalizmi nede- niyle Fransa’yı suçlarken, bütün Kuzey Afrika dahil yabancı topraklar üzerinde yüzlerce yıl süren Osmanlı tahakkümü- nü gurur ve kibirle savunmakta beis görmedi. Bu tavrın Fransa’da gündeme gelen soy- kırım inkar yasasına karşı “tahrik edil- mişlik” havası içinde geliştirilmiş olması işin özünü değiştirmiyor. Yüzleşmekten kaçınılan konu üzerine resmî olarak bir- şeyler söylenmesi zaten onyıllardır hep dış yankılar üzerinden ve daima katı reddiye temelinde sözkonusu oluyor. Sonuçta inkarcılığın ürünü olarak dışarı- da karşılaşılan şeyler, inkarcılığı yeniden üretmenin bayağı vesilesi yapılıyor. Erdoğan tarihle yüzleşme konusunda ne kadar keyfi, seçici ve tutarsız dav- randığını daha Dersim özürünü dilerken sergilemişti. Bizatihi o konuşmasında, Kılıçdaroğlu’nun “bu gidişle Ermeni soykırımını da kabul eder” imasına karşılık “Beni Ermeni diasporası ile aynı yere oturtacak olanın alnını karışlarım” cevabını vermekle devlet hesabına sadık kalacağı kırmızı çizgiyi belli etmiş- ti. Fransa’nın görüştüğü yasanın ifade özgürlüğü bakımından tartışma götürür olması, sanki inkarcı cephenin o öz- gürlüğe saygısı varmış yada asıl derdi oymuş gibi suret-i haktan görünerek daha hırçın tepkiler vermesine yalnızca ve kabaca bahane oluşturdu. SEÇİCİ VİCDAN VE İÇİNE DÜŞTÜĞÜ PARADOKS Resmî tarihin Dersim sayfasını fevri çıkışla da olsa yırtabilen Başbakan’ın iş Ermeni meselesine gelince dut yemiş bülbüle dönmesi yada tam tersi yönde esip gürlemesi basit bir çelişki değildir. Bu göz çıkarıcı tezatın iyi analiz edilmesi gerekir. Bir defa burada 1915’in ne dehşetli bir yok etme olduğunu görmemek, anla- mamak sözkonusu olamaz. Konu yıllar- dır Türkiye’de bir tabu olmaktan çıkmış, artan yoğunlukta tartışılıyor, yığınla kitap ve makale yayınlanıyor. Bunlar arasında dönemin Türk kaynaklarından belgeler ve gerçekliği teslim eder nite- likte çok çarpıcı beyanlar da aktarılıyor. Dersim 1938 hakkında üstadı Necip Fazıl Kısakürek’in yansıttığı tanıklıklara inanan ve resmî belgelerdeki rakamları hiç değilse katliam göstergesi olarak kabul eden Erdoğan, 1915 ve sonrası İttihatçıların gaddarlığını mahkum etme durumundaki Müslümanların yazdıkla- rını, mahkemelerde söylediklerini hiç mi duymamıştır? Mesela Harp Akademisi’nde M. Kemal’in hocalığını da yapmış olan dönemin ünlü tarihçilerinden Ahmet Refik’in “İki Komite İki Kıtal” adlı eseri, Necip Fazıl’ın “Son Devrin Din Maz- lumları” kadar itibar edilecek bir şey değil midir? Orada nice benzer örnekler sergileniyor; Teşkilat-ı Mahsusa’nın somut rolünden, yapılan kıyımların tüyler ürpertici ayrıntılarına kadar pek çok objektif tanıklık mevcut. O kitabı 1919’da yayınlanan Ahmet Refik, ortaya koyduğu gerçekliklerin rahatsızlık yarat- ması nedeniyle Cumhuriyet döneminde eserleri yasaklandığı gibi, üniversitedeki kürsüsünü ve kamu haklarını da kaybet- miş, sefalet içinde ve kimsesiz ölmüştür. (Celal Tahsin, aktaran Vahakn N. Dadri- an, Türk Kaynaklarında Ermeni Soykırı- mı, Belge Yayınları, 2005, s. 85-86) Bir başka önemli muhalif aydın, Hürri- yet ve İtilaf fırkasından gazeteci-yazar Ali Kemal, ki 1919’da kısa dönem Da- hiliye ve Maarif Nazırlığı da yapmıştır, 1915’te icra edilenleri şöyle tanımlar: “Dört veya beş sene önce tarihte emsali olmayan bir cürüm işlendi; dünyanın tüylerini diken diken eden bir cürüm. Ebatlarını ve şeraitini anlatmak için, failleri beş, on değil, yüzbinler demek lazım... Hakikaten de, bu trajedinin İttihadın Merkezi Umumisinin aldığı kararlar temelinde planlandığı artık ortaya çıkmıştır” (28 Ocak 1919 tarihli Sabah, aktaran V. N. Dadrian, age, s. 50) Daha sonra Kemalist rejimin tutukladığı Ali Kemal, Ankara’ya sevkedilirken, Pon- tus, Koçgiri ve İzmir’deki canilikleriyle meşhur Sakallı Nurettin Paşa’nın tertibi sonucu İzmit’te linç edilerek öldürülür. Dönemin bir diğer Dahiliye Nazırı Mus- tafa Arif de şöyle demiştir: “Tabii ki, birkaç Ermeni düşmanlarımıza yardım ve yardaklık yapmıştır ve birkaç Ermeni Mebusu Türk milletine karşı cürüm işlemiştir... sadece mücrimlerin peşine
  • 20. EYLÜL-EKİM 20 düşmek bir hükümet için mecburiyettir. Maalesef, harp sırasındaki liderlerimiz tehcir kanununu eşkiyalık ruhuyla, gö- zünü kan bürümüş haydutlar gibi tatbik ettiler. Ermenileri imhaya karar verdiler ve imha ettiler de... Ermenilere karşı işlenen mezalim memleketimizi dev bir mezbahaya çevirdi” (13 Aralık 1918 ta- rihli Vakit ve 22 Aralık 1918 tarihli Rena- issance, aktaran V. N. Dadrian, age, 51) Bu dönem Divan-ı Harb-i Örfi (sıkıyö- netim) yargılamalarının tutanaklarına geçen yığınla yetkilinin itirafları ve tanık beyanları mevcuttur. Tehcir sı- rasında katledilen Ermenilerin sayısı hükümet tarafından resmen 800.000 olarak açıklanmıştır. Dönemin basını ve kamuoyunda bu haber pek de abartılı bulunmamış, onlarca yıl sonra eleşti- ren devlet adamları bile rakama itiraz etmeksizin öyle bir beyanın devleti güç duruma sokmasına tepki göstermişler- dir. Cumhuriyet döneminde Falih Rıfkı Atay, Halide Edip Adıvar, Ahmet Emin Yalman, Yunus Nadi, Doğan Avcıoğlu gibi bir dizi gazeteci, yazar ve tarihçinin de gerçekliği bir ölçüde açık eden tanıklık ve yorumları olmuştur. Velhasıl, vicdan gözüyle bakıldığı du- rumda 1915’de yapılanın mahiyetini de 1938 gibi görmemek, kat be kat daha büyük bir imhanın gerçekliğini teslim etmemek mümkün değil. Ama ideolo- jik-siyasi tercihlerle bu konuyu peşinen ötelemiş olanlardan vicdani yaklaşım beklemek abestir. 1938 için gösterilen yaklaşımın da vicdani değil, politik ol- duğunu herkes ayırt edebilir. Başbakan Erdoğan’ın Dersim üzerine konuşurken sesine yansıttığı duygusal ton bütünüyle yapmacık değildiyse eğer, o taktirde buna seçici vicdan demek gerekir. Aslo- lan yine politikadır, vicdan ise onun gör dediğini görmekle sınırlı, başka şeylere kapalı veya kördür. Tam da böyle bir gerçekliği dışa vurduğu için, etik anlam- da negatif puan kazandıracak bir şeydir. Yani Dersim konusunda yaptığı çıkış bu ülkenin devlet adamlarında görülmemiş bir cesaret örneği olarak mazlumların gözünde kendisine prestij kazandırırken, 1915’e ilişkin hiç bir duyarlılık göster- meme ve geleneksel vicdansızlığa ortak olma durumu gerisin geri o konudaki samimiyetini de sorgulatacaktır. Böyle bir tutarsızlığın, niyet ne olursa olsun 1915 inkarcılığı aleyhine işleyeceği ve onun sürdürülmesini daha çok zora sokacağı da bir gerçektir. Bu bakımdan diyebiliriz ki, 1915 ile yüzleşmeye biraz olsun niyetli olmadan 1938 konusunda öyle cesur bir adım atmak, yalnız devlet hesabına değil, halen iktidar yetkisiyle 1915’in yüzüncü yılını karşılama pozis- yonundan dolayı, AKP hesabına da dü- şünülse pek akıllıca olmamıştır. Dersim 38’in katliam boyutunda kabu- lünü belli politik faydalar uğruna göze aldıran, biraz da bu konunun istendiği taktirde yüzeysel bir kabulle geçiştiri- lebileceği kanaati olmuştur. Nitekim öyle düşünüldüğü için, ne TBMM’nde, ne Bakanlar Kurulu’nda bir görüşmeye konu olmuş, dahası AKP kurmayları içinde bir ön görüşme ve mutabakatın varlığı bile meçhul ve şüpheli kalmıştır. Sonuçta Başbakan’ın hiç bir devlet ku- rumuna onaylatmadan “devlet adına... gerekiyorsa...” diyerek beyan ettiği özürün gerçekte devleti bağladığı da söylenemez. Psikolojik etkisi dışında bir işlevi olabilmesi için mecliste görüşülüp hukuki ve siyasi yönleriyle belli kararlara dönüştürülmesi gerekir. Bu yönde umut verici bir hareketlenmenin olmayışı, Erdoğan’ın konuyu hiç bir yükümlülük altına girmeyecek şekilde salt politik is- tismar yönünde kullanıp geçme niyetiyle dillendirdiğine delalet ediyor. Dersim 38’in 1915 gibi uluslararası yankı ve dış baskılara konu olmayışı, bu geçiştirmeci tavrın rehavetini açıklayacak etkenler- den biridir. Dersim soykırımının mağduru olan halk her ne kadar sürgün dönüşleriyle kıs- men kendi toprağında var olmaya de- vam edebilmişse de, son 30 yılın sürekli askeri operasyonları, büyük çapta köy yakma-boşaltma, ambargo-abluka ve nihayet bir çok yerleşim alanını daha haritadan silecek yeni baraj yapımlarıyla bu varlık hali tekrar son kerteye kadar minimize edilmiş ve halen de tehdit altındadır. Bu faktörleri gidermeye dö- nük bir çabası görülmeyen Başbakan’ın, sözünü ettiği 38 trajedisinden dolayı devlet adına hesap vermek şöyle dur- sun, telafi edici yönde bir sorumluluk bile duymadığı anlaşılıyor. Türkiye içine ve dışına dağılmış Dersimlilerin 1938 davasını savunma girişimleri mevcut olmakla beraber, Ermeni diasporası ve etkinlikleri kadar “ürkütücü” gelmediği için sözkonusu politik istismar fazla riskli görülmemiştir. Buna karşılık benzer bir şey, yani geçiştirmeci türden kısmi bir kabul ve yarım ağız bir özür 1915 için düşünülse, bunun orada bırakılmayacağı kanaati hakimdir. 1915 NEDEN KIRMIZI ÇİZGİNİN ARDINDA? Orada korkunun büyüğü kendilerince “3 T” diye özetlenen, tanımanın peşinden karşılaşılması muhtemel tazminat ve toprak talebi midir? Görünürde belki, ama yüzleşmekten kaçınılan olgunun karakteri dikkate alınırsa bu abartılı fobinin kaynağındaki daha derin başka endişelerin önemi farkedilir. Toprak savaşsız alınamaz ve Ermenistan’ın ona yetirecek gücü bulunmadığına göre bu konuda yaratılan korku reel değildir. Tazminat ihtimaline gelince Türkiye ondan esirgediğini lobilere dağıtmaya devam ediyor. Halbuki samimi bir özür ve ilişkileri düzeltme iradesi karşısında Ermeni dünyasının tazminatı gereksiz görmese bile, şahsi taleplerde bulun- mamak üzere, yıkıma uğratılmış tarihsel değerlerinin restorasyonu ile sosyal-kül- türel amaçlı fonlara adanacak mütevazi bir bedelle yetinmesi mümkündür. O nedenle asıl sorun maddi değil, manevi planda görülmelidir. Bu ise Osmanlı devletinin son demle- rinde gerçekleştirilen Ermeni, Süryani, Rum-Pontus etnik temizliklerinin bu-
  • 21. EYLÜL-EKİM 21 günkü Türk ulus-devletine varlık zemini hazırlamış olmasıyla ilgilidir. AKP’li eski Savunma Bakanı Vecdi Gönül 2008 yılı 10 Kasım’ında Brüksel’deki Türk Büyükelçiliği’nin Atatürk’ü anma tö- reninde tersinden bir soruyla, “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeni- ler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydik?” diyerek bu gerçeği itiraf etmişti. 1915 bu kanlı tasfiyenin en büyük bölümünün kota- rıldığı tarihtir. Yasal kılıfı tehcir olan ve çok yaygın toplu katliamlar eşliğinde yürütülen bu tasfiye, ülke genelinde esas olarak Ermeni halkını hedeflemek- le beraber, tehcir yolları üzerinde bulu- nan Süryani, Keldani, Yezdi nüfusunu da tırpanlamıştır. 1923’e kadar bölge bölge her fırsatta Hristiyanlardan arta kalanla- rın temizliği devam etmiş, en son geriye kalan Rumların da mübadelesiyle Küçük Asya’da Müslüman olmayan kadim halkların sonu getirilmiştir. Osmanlı devletinin çöküş sürecinden çıkma ve yeniden büyük bir impara- torluğa dönüşme hevesiyle gönüllü olarak girdiği, Alman emperyalizmi güdümünde yayılmacı siyaset izlediği savaş içindeki konumu en az diğerleri kadar haksızdır. Hiç bir meşruluğu olmayan o savaşında yenilgiler aldık- ça savunma pozisyonuna zorlanmış olması bu gerçeği değiştirmez. Turan hayaliyle yöneldikleri doğu cephesinde ilerleme fırsatını bulamayan İttihatçılar, kendi yarattıkları Sarıkamış faciasının sorumluluğunu demagojik şekilde “Rus işbirlikçisi Ermeniler”e yükleyip, hemen ardından giriştikleri silah toplamaya karşı Van’da gelişen direnişi de “isyan” sayarak, zaten hesaplarında olan büyük iç tasfiyeyi devreye koydular. Bahane ettikleri gibi yalnız Rus cephesine yakın doğu vilayetlerinde değil, Osmanlı sat- hında küçük istisnalar hariç tüm Ermeni halkını tehcir ve kırıma tabi tuttular. Hemen her yerde önce erkek nüfusunu (amele taburlarına aktarılmış askerler dahil) küme küme kuytu yerlere götü- rüp katlettikten sonra, büyük çoğunlu- ğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan tehcir kafilelerini yaz sıcağında yüzlerce kilometre yürüterek yollarda “telef” ettiler. En son sağ kalanların bir bölü- münü de ulaştıkları Suriye çöllerinde yokettiler. 1938’deki Munzur suyu, Laç deresi gibi, bu dönemde koca Fırat, Mu- rat, Dicle ve sayısız kolları kızıl akıyordu. Nice şehir, kasaba ve köyler harabeye, yakın çevreleri mezbahaya, sürgün yolları ceset tarlalarına, konak yerleri köle pazarlarına, varış noktaları temer- küz kamplarına çevirilmişti. Ölümlerin eksik bıraktığını kapışılan kızların, yetim çocukların ölümden beter dramları ve kimlik yitimine uğratılmaları tamamladı. Savaş öncesi zorlandıkları Ermeni so- rununu bu şekilde halleden İttihat ve Terakki’nin büyük şefleri nihai yenilgi üzerine Almanların yardımıyla ülke- den kaçarken, İngilizlerin işgal ettiği İstanbul’da mütareke sonrası Osmanlı hükümetleri savaş sırasındaki bu kap- samlı suçları yargılamaya mecbur kal- mışlardı. Ermeni soykırımından sabıkalı İttihatçı kadrolar bu durumda “Anadolu içleri”ne çekilip hem kendilerini ko- rumaya, hem de Hristiyan halklardan gaspedilmiş toprak ve zenginlikleri savunmaya çalıştılar. Kuvay-ı Milliye ruhu böyle oluştu. Soykırım sürecinde kendilerine suç ortağı ettikleri Kürtlerle tekrar aynı argümanları kullanarak itti- fak yaptılar. Ermeni-Süryani mallarına konan eşraf, ağa, bürokrat ve ganimet- ten nasibini alan Müslüman toplulukları örgütleme yoluyla adına “Milli Kurtuluş Savaşı” denilen hareketi başlattılar. Dı- şarıya mesaj verdikleri Erzurum ve Sivas kongrelerinde bu mücadelenin Osmanlı topraklarını önemli ölçüde işgal etmiş olan galip devletlere değil, fakat onların himmetiyle “Anadolu’da Rumluk ve Ermenilik kurulması”na karşı olduğunu ilan ettiler. Batıda İngiliz ve İtalyan işgal- cilerine bir tek kurşun sıkmayıp yalnızca onların Ege’ye çıkarttığı Yunan kuvvet- lerine karşı savaştılar. Doğuda Ermeni- lerden arındırmış oldukları bölgelerden sonra Kars’ı ve daha ötesini zaptetme savaşları yürüttüler. Güneyde Fran- sızların varlığına karşı olmazken onlar içindeki Ermeni lejyonunu duyunca ga- leyana geldiler ve Kilikya Ermenilerinin tekrar bölgeye yerleşmesine karşı silaha sarıldılar. Karadenizde hiç işgal kuvveti yokken Pontuslu Rumları ve Ermeni kalıntılarını kırmaya ve kaçırtmaya de- vam ettiler. Ele geçirdikleri İzmir’i ateşe verip şehrin Ermeni ve Rum sakinlerini yığınlar halinde katlederek denize dök- tüler. Hristiyan halklar dışında bir de ulusal istemleriyle ayaklanan Koçgiri Kızılbaş Kürtlerini kırıma uğrattılar. Emperyalist işgal durumu bir taraf ola- rak içine girilmiş genel paylaşım sava- şında yenilgiye uğramanın sonucuydu. Öyle olmasına rağmen anti-emperya- list halk güçlerinin yurt savunmasına meşruluk kazandıracak bir şeydi. Ama bir adım öncesinde Alman emperya- lizminin işbirlikçisi olan, son durumda ise işgalci emperyalist devletleri hedef- lemekten sakınan İttihatçı kadroların oluşturduğu Kemalist hareket o nitelik- ten yoksundu. İşgal edilen yerlerin tam sömürge gibi elde tutulamayacağını bi- liyor ve mandaterliği üstlenmeye niyetli kimsenin de bulunmadığı durumda şek- len bağımsız özünde onlara bağımlı bir yeni devlet için uzlaşmayı umuyorlardı. Bunun yolu Küçük Asya’nın farklı etnik gruplara göre bölünmesini öngören Sevr anlaşmasını hükümsüz kılmak ve “Misak-ı milli” dedikleri sınırları Türkle- rin “meşru hakkı” olarak tanıtmaktan geçiyordu. Yöntemi ise daha önceki kırım ve sürgünlerden arta kalan, geri gelen, eski yoğunluk alanlarında statü edinmeye çalışan Ermeni ve Rumların askeri güçlerini püskürtmek, sivil nüfus- larını söküp atmak ve o toprakları olan- ca genişliğiyle tam bir Türk-Müslüman yurdu haline getirinceye kadar etnik temizliğe devam etmekti. Bir kısım dış güçle savaşırken bile esas hedefleri Hristiyan yerli halkları bitirmek olup, onları kullanma çabasındaki devletleri ise “bakın yanlış ata oynuyorsunuz, çıkarınız bizimle uyuşmaktan geçiyor” diyerek anlaşma yoluna getirmeye çalıştılar. Bunu yaparken yeni kurulmuş
  • 22. EYLÜL-EKİM 22 Sovyetler Birliği ile Batı Emperyalist bloku arasında kurnaz bir denge diplo- masisi izlediler. Bir tarafta sahte anti- emperyalist görünümle Sovyetler’den yardım ve tavizler koparıp, diğer tarafta bu kartı kullanarak Batı’nın kendilerini daha fazla gözetmesini ve en geniş sınır- lar üzerinde yeni Türk devletinin kuru- luşuna rıza göstermesini sağladılar. Bu arada Ermeniler, Süryaniler kırıldıkları ve sürüldükleriyle kaldı. Onlar nezdinde insanlığa karşı işlenmiş suçların çoktan yüzüstü bırakılan ve esir takasına geti- rilip terkedilen yargılanması bir daha açılmamak üzere kapatıldı. Gaspedilmiş mülkleri, kültürel hazineleri hiç tazmin- siz yitik sayıldı. Dünya savaşı öncesi en az % 25 nüfus yoğunluğuna sahip olan Hristiyan halkların tasfiye edilmesi yo- luyla ezici çoğunluk haline dönüştürülen yerli-muhacir Müslüman gruplardan yeni bir Türk kimliği yaratacak şekilde Türk ulus-devleti inşa edildi. Türkiye’de kalan “gayrımüslim azınlıklar” ise cum- huriyet tarihi boyunca gördükleri rehine muamelesi, varlık vergisi, altı kura asker- lik, 6-7 Eylül pogromu, vakıflar yasası ve benzeri yıldırma taktikleri sonucu eritile eritile hiç noktasına getirildi. Şimdi bu tarihle yüzleşme konusunda en büyük sorun, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir büyük kaide gibi üzerine oturtulmuş olduğu Ermeni, Süryani, Rum, Yezidi halklar mezarlığının açığa çıkacağı ve “Osmanlı’nın küllerinden yaratılmış pa- rıltılı bir anka kuşu”na benzetilen o ulus- devletin ne menem bir şey olduğunun tescilleneceği endişesidir. Adına “Milli Kurtuluş Savaşı” denilen efsanenin bir balon gibi söneceği ve “şanlı tarihimiz” övüntüsünün ayıba dönüşeceği korkusu- dur. Büyük çoğunluğu o muazzam insan- lık suçlarından sabıkalı İttihatçı kadrolar- dan olan Cumhuriyet kurucularının tarih önünde mahkum olacağı kaygısıdır. ERMENİ SORUNUNDA İNKARCILIĞI BÜYÜTEN ÖZEL FAKTÖRLER Denilebilir ki Başbakan Erdoğan’ın Dersim 38’e dair gerçekliği kısmen ka- bulü de Cumhuriyetin kurucularını ve devleti itibarsızlaştırma özelliği taşıyor. Doğrudur, Erdoğan her ne kadar İsmet İnönü üzerinde durup hedef daraltmaya çalışmış olsa da, dönemin sorumluları başta M. Kemal olmak üzere geniş bir kurucu kadroyu kapsıyor; fakat yine de bu dönem ile sınırlı bir tartışma devletin kuruluş temellerini sorgulatmaktan uzak kalır. AKP’nin o kuruluşla zaten bir sorunu yoktur. Onun hesaplaşmak istediği olgu ulus-devlet modelinin kendisi de değil, ancak bu inşa sürecinde birleştirici te- mel harç olan İslam unsurunun Kemalist ideoloji ve rejim tarafından Türklük gölgesine itilerek bir ölçüde baskılanmış olmasıdır. Dersim olayı da aynı dönemin eseri olduğu için arzu edilen hesap- laşma yolunda bir tür girizgâh olarak pragmatik şekilde kullanılmak isten- miştir. Başbakan konuya Dersim’den girdiği gibi, İskilipli Atıf Hoca ve İstiklal Mahkemelerinden çıkmış, böylece kendi geleneğinin içinde bir uhde olarak kalan o dönemle hesaplaşmaya bir başlangıç yapmıştır. Böyle bir kullanım niyetine rağmen Dersim konusu salt dönemin CHP’sini değil, bir bütün olarak devleti teşhir eder niteliktedir. Kuruluşunu çoktan tamamlamış, kendini yeterince güvenceye almış bir devletin, ortada bir tehdit ve ayrıca savaş durumu da yokken hala soykırım yapabildiğini gös- termesi bakımından bu örnek özellikle önemlidir. Ama 1915’den kopuk düşü- nüldüğü durumda yapılacak muhakeme eksik olur. 1915 soykırımı bu devletin kuruluşuna zemin hazırlayan bir imha olarak hem onun meşruluğunu sorgulatır, hem de sonraki benzer suçlarının kaynağını ele verir. 1915’i kısmen olsun mahkum etmek bu nedenle daha zor geliyor. T. C. Devleti’nin kuruluş mitleri ve argü- manları yalnız Kemalistlerin değil, onu Türk-İslam hakimiyetinin vazgeçilmez aracı olarak kutsayan AKP dahil bütün devletçi kesimlerin üzerinde titredikleri şeylerdir. Son tahlilde çok sıkışılırsa yine de o temellerin dokunulmazlığını göze- ten bir günah çıkartmayla işi geçiştirme anlayışı güdülecek olsa bile, istem dışı bir sarsıntı ve yıpranmanın kaçınılmaz olacağı endişesi hakimdir. Bu duygu inkarcılığın sürdürülmesini besleyen faktörlerin başında gelir. 1938 ile 1915’in farklarını dört nokta halinde özetleyen bir makalesinde Etyen Mahçupyan “Dersim’de suçu rejime yüklemek mümkün, oysa 1915’de fail kuruluş halindeki devlet” diyerek bu hususa değinmiştir. Ancak AKP’nin suçu rejime yükleme çabasının devleti sorumluluktan kurtaramayacağını, öyle bir rejim-devlet ayrımının suni oldu- ğunu, Kemalizmle kısmen çatışmalı fakat devlete sahip çıkan kesimlerin de Dersim’deki suçu paylaşmış olduklarını vurgulamak gerekir. Mahçupyan’ın dikkat çektiği noktaların ilki 1938’den farklı olarak 1915’de yapı- lan katliamlara halkın bir bölümünün de katılmış olması. Evet iki imha eyleminin kapsamı ve kendine özgü koşullarıy- la açıklanabilecek böyle görünür bir fark da vardır. 1915’de devlet o kadar kapsamlı bir tasfiyeyi savaştan rezerve edebildiği kolluk kuvvetlerinin yanında organize edeceği gayrı-resmî çeteler, ba- şıbozuk milisler ve komşusuna saldırma- ya meyilli siviller yardımıyla başarabilirdi ancak. Geniş katılımın olması devletin örgütleyici rolünü bir ölçüde kamufle edeceği ve daha sonra karşılaşılacak baskıların toplum olarak göğüslenmesini de mümkün kılacağı için özellikle teşvik edilmiştir. Ermeni mallarının yağmasın- dan nemalanma olgusu da kitlesellik açısından bakılırsa bunun gibidir. Ama inkara meyilli toplumsal psikoloji, suçu paylaşmış olma ve hatırlatılmasından ra- hatsızlık duyma ölçülerinin de ötesinde, devletin yoğun propagandasıyla “milli
  • 23. EYLÜL-EKİM 23 gurur” adına ağırlaştırılmış bir şeydir. Bu nedenle resmî politikanın katılıkla sürdürülmesine etki yapmaktan çok mazeret teşkil etmektedir. Ayırtedici bir başka husus, 1915 soy- kırımının 1938 gibi bir bölge halkıyla sınırlı değil, ülke sathında yaygın seçici bir imha oluşu ve kalıcı bir kök kazıma özelliği göstermesidir. Hayatta kalabilen sürgünlere dönüş imkanı verilmediği için Ermeni halkı binlerce yıllık vatanını yitirmiştir. Savaş sonrası İngilizlerin İstanbul hükümetine baskısıyla tek tük dönüşlere imkan tanınırken, İtti- hatçı-Kemalist güçlerin Küçük Asya’da denetimi ele geçirmesiyle bu da hepten engellenmiş, devam eden kaçırtma yöntemleri sonucu Batı Ermenistan, Kuzey Kürdistan, Kilikya, Kapadokya ve Pontus kapsamındaki devasa Ermeni varlığı kelimenin gerçek anlamıyla sıfır- lanmış ve binlerce Ermeni yerleşimin- den geriye bir tek açık hava müzesi gibi Hatay’ın Vagef (Vakıflı) köyü kalmıştır; o da 1938’e kadar Hatay ilinin Suriye’ye bağlı olması sayesinde. Dersim’e gelince, devletin otoritesini yeterince tanıtamadığı Kızılbaş Zaza- Kürt halkına ve içlerinde barınmakta olan ilk soykırımdan kurtulmuş Er- menilere “isyan bastırma” havasında askeri operasyonlarla toplu katliamlar uygulandıktan sonra kalanlar sürgün edilir. Ancak bu dağıtmanın 1915 sonra- sındaki gibi kalıcı olma koşulları yoktur. Ön planda gözetilen Dersim’in bir süre için boşaltılması ve hayatta kalanların Türk bölgelerinde asimile edilmesi olur. Sürgündeki önemli bir nüfusun on yıl sonra tekrar yurduna dönebilmesi, bu olayın vehametini azaltmamakla beraber, ait olunan yurdun akibeti anlamında belirgin bir fark oluşturur. Son dönem tekrar yarı yarıya virane edilmiş olmasına rağmen Dersim yine az çok içinde yaşayabilen kendi halkıyla mevcuttur. Daha dolu yaşanacak hale gelmesinin koşulları da zorlanabilir. Kimse Dersim diasporasının bu yöndeki arzu ve çabasını yadırgayamaz. Ama iş Ermeni diasporasına gelince fiziki bağla- rın kopukluğu yanında psikolojik durum ve tepkiler de çok farklıdır. Şimdi 1915’in kırımları bir yana, yalnız tehcir uygulaması bile muhakeme edil- se, bunun “savaş ortamında iç güvenliği sağlama” bahanesiyle izah edilemez olan boyutu kendini sorgulatacaktır. Cephelere uzak ve devlet aleyhine hiç bir hareketin görülmediği bölgelerden bile, kadınlar, çocuklar, yaşlılar dahil tüm Ermenilerin sürülmüş olması etnik temizlik amacı dışında bir şeyle açıkla- namaz. Savaş sonrası hayatta kalanların dönüşlerini imkansız kılan, mallarını tazminsiz hazineye aktaran önlemler de bu amacı perçinlemiş olarak doğrudan bugünkü devletin sorumluluğunu ele verir. Dolayısıyla yüz yıl sonra da olsa, yurtlarından sökülüp atılmış Ermeni- lerin ve diğer halkların torunları için geri dönüş hakkı ve yerleşim kolaylığı tanınması insani bir beklentidir. 1915’le yüzleşme durumunda bu talep doğal olarak gündeme gelecektir. Bugün o topraklarda yaşayanları da mağdur etmeyecek şekilde arzu edenlere va- tandaşlık haklarının verilmesi, birarada yaşam koşullarının geliştirilmesi vb. istenecektir. Böyle bir şeyin kabulünü düşünemeyenler, belki tazminat ve toprak talebinden olmadığı kadar bu tür bir iklimin gelişmesinden rahatsız olacakları için de geçmişle yüzleşmeye karşıdırlar. 1915’in ekonomik tamamlayıcısı olarak “enval-ı metruke” (terkedilmiş mallar) uygulamalarının sorgulanması da büyük bir çekince konusudur. Bu da Dersim örneğine göre önemli bir fark oluşturur. Sonraki dönem bu sayede korsan ser- maye edinimiyle palazlanan yeni Türk burjuvazisi, gaspçı devlet ve ganimetten payını alan geniş çevreler o dosyaların açılmasına şiddetle karşıdır. Devletin sembolize olduğu Çankaya köşkü dahi gaspedilmiş bir Ermeni mülküdür. Artık yaygın olarak bilinen bu gerçeğin ya- nında pek bilinmeyen gasp boyutlarını Sevan Nişanyan şöyle özetliyor: “Cumhuriyetin ilk iki kuşağında orta- ya çıkmış olan servetlerin tamamına yakını, incelenirse, Rum ve Ermeni mülklerinin gaspına dayanır. Buna Koç, Sabancı vs. gibi, 1946 sonrasında Türk kapitalizminin belkemiğini oluş- turan isimler dahildir. Daha önemlisi, Atatürk döneminde siyasi iktidara ka- vuşan Cumhuriyet elitinin neredeyse tümü dahildir. Başta Atatürk dahildir. Düşünün ki Çankaya köşkü sonuçta Ka- sapyan çiftliğidir. Memleketin dört bir yanındaki ‘Atatürk evleri’nin tümü, bazı- sı demiyorum HEPSİ, gayrımüslimlerden ele geçirilmiş ganimet malıdır.” (S. Nışanyan, Milli Sermaye Ermeni Tehci- rinden, Kızılbaş Dergisi, Sayı 13) Çoklarının zenginlik kaynağını ele vere- cek olan bilgiler bundan başka soykırım öncesi belli bölgelerin demografik yapısını ortaya koyacak olmasıyla da sakıncalı görülmektedir. Örneğin 2005 yılında Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü kendi arşivinde bulunan Osmanlı dö- nemine ait belgeleri Türkçeleştirip bil- gisayar ortamına aktarmak istediğinde, MGK Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları Planlama Daire Başkanlığı tarafından “Osmanlı dönemine ait söz konusu defterlerin içerdiği bilgilerin etnik ve siyasi istismara malzeme olabileceği” gerekçesiyle engel olunmuştur. (Nuray Babacan, 19 Eylül 2006, Hürriyet). Eski tapu kayıtlarından bu düzeyde korkulması anlamlıdır. Soykırımla varlı- ğına son verilen Ermeni halkının geriye doğru tarihsel izlerini de silmek ve eski Batı Ermenistan gerçekliğini bütünüyle yok saymak temel bir güvenlik önlemi olarak algılanmaktadır. Bu daha devle- tin kuruluşu öncesinde “misak-ı milli” tezini savunabilmek için önemsenmiş ve Ermenilere ait Sanasaryan okulunda toplanan Erzurum Kongresi “Ermenile- rin bir kültür ve medeniyet yaratama- dıkları, dikili bir anıtlarının olmadığı” yalanına sahne edilmiştir. (Bkz: Sait Çetinoğlu, M. Kemal ve Ermeni Mese- lesine Dair Naçizane Bir Katkı, 6 Nisan 2012, Gelawej)
  • 24. EYLÜL-EKİM 24 Cumhuriyet döneminde kurulan Bölge Müfettişlik raporları ise “Doğuda Er- menilerden boşalan yerlere Kürtlerin yerleşmesi”nden büyük bir tehlike olarak bahsetmektedirler. Adeta “Biz burayı Türkleştirmek için boşalttık, şimdi de Kürtleşiyor, aman dikkat!” uyarısı vardır. Raporlardaki bu endişe Batı Ermenistan’la ilgili Türk devlet aklının nasıl işlediğini gösterir. (Recep Maraşlı, yazışma notları) Bugün Ermeni soykırımının kabulü Türkiye’yi Ermenistan’a toprak vermeye mecbur etmez; fakat geriye doğru tarih silme, uygarlık çalma ve anayurdu elin- den alınmış Ermenilere yabancı mua- melesi yapma ayıbını gidermeye davet eder. İnanılır gibi değil, ama işte Hrant Dink cinayeti davasında katilleri koruyan mahkeme kararını yorumlarken Cum- hurbaşkanı Gül “Türkiye’de hukukun karşısında herkesin eşit olduğunu, ya- bancı şirketlere karşı da, yabancı uyruk- lu insanlara da hep eşit davranmış bir ülke olduğumuzu göstermemiz lazım” diyerek, Hrant Dink gibi Türkiye Erme- nilerinin onuru olan bir kişiliği “yabancı uyruklu” sayacak kadar cahilane bir gaf yapabilmiş. (Bkz. 20 Ocak 2012 tarihli AGOS). Demek ki, Kasapyanlar’ın bağ evinde oturmak, “dağdan gelip bağdakini kovan”ların halet-i ruhiyesi içinde böyle üst perdeden saçmalamaya yol açabi- liyor. “Ermenilerin bu topraklarda gözü var” diyenlere Hrant’ın iyi bir cevabı olmuştu: “Evet var, ama alıp götürmek için değil, gelip dibine gömülmek için”. Aynı problematiğin öteki tarafı için de şunu söylemek gerekir: 1915 konusunda inkarcılıktan vazgeçemeyenlerin toprak çekincesi esasen geleceğe değil, geç- mişe ilişkindir. Çünkü tarihsel belleğe kadar yapılmış bir gasptan rücu etmek, tarih yalanlarına son verip ders kitapları- nı değiştirmek, geçmiş uygarlıkları dü- rüstçe tanımak, eski yer isimlerini iade etmek vb, kimilerine toprak iadesinden daha zor geliyor. MAKBUL GÖRÜLMEYEN DİNİN VİCDANA İŞLEMEYEN MAZLUMLARI Dersim’deki Alevilik yada Kızılbaşlığın -özünde ne kadar aşağılanan bir şey olsa da- Müslümanlık içinde sayılması fark oluşturan bir diğer etkendir. Öyle ki Erdoğan’ın Dersim’e ilişkin gerçek- liği “katliam” boyutunda olsun kabul etmesini sağlayan, İslami gelenekten olması nedeniyle itibar ettiği Necip Fazıl Kısakürek’in “Son Devrin Din Mazlumları” kitabından okudukları ol- muştur. Konuşması içinde verdiği fikir bu olayı hangi mezhepten olursa olsun “Müslümanlara yapılan bir zulüm” gibi değerlendirdiği yönündedir. Bütün tutarsızlığına rağmen hitap ettiği kitle- lerin hoşuna gidecek ve belli getirileri olacak bir söylem sayılır. Oysa 1915 ve onunla bağlantılı olayların hedef kitlesi Hristiyan halklar olup, bunların din maz- lumları olarak savunulması Erdoğan’ın geleneğince pek makbul olmadığı gibi bu yoldan etkileyeceği hatırı sayılır bir seçmen kitlesi de yoktur. Geçenlerde kimlik sorunları üzerine görüş açıklayan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç şu sözleri sarfetmiş: “Be- nim babam Manisa’nın Büyüksümbüller köyünden. Köy Yörük köyü. Yörük olmak- tan da her zaman iftihar ederiz... Ama ben İbrahim Çavuş’un oğlu olmasaydım da Diyarbakır’ın Silvan ilçesinin bilmem ne köyünden bir Kürt anne-babadan dünyaya gelseydim, yada Şanlıurfa’da Arap bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya gelseydim, ya da Laz, Arnavut, Gürcü anne ve babanın çocuğu olarak dünyaya gelseydim, ‘Niye ben öz be öz Türk değilim?’ diye üzülmezdim. ‘Ya Rab sana hamdolsun, beni Müslüman bir anne ve babadan dünyaya getirdin’ derdim”. Peki acaba Ermeni, Rum, Süryani yada Yahudi bir anne babadan dünyaya gel- miş olsaydı, o zaman Rabbine ne diye- cekti? “Beni neden Müslüman doğurt- madın” diye sitem mi edecekti?.. Hayır, o taktirde öyle düşünemezdi. Ama bu sözleri adeta onu da mümkün görecek kadar dinler arası ayrımcılık güdüyor. Üstelik bunu “etnik ayrımcılığa karşı olduğu”nu kanıtlamak isterken yapıyor. Müslüman olmak kaydıyla her etnisiteye aynı bakmayı savunup (o da ne kadar sahiciyse, daha sonraki bir sohbetinde söylediği “Kürtçenin bir medeniyet dili olmadığı” sözünden anlaşılabilir), Müslüman olmayanın ise zaten “Tanrı katında bile makbul olmadığı” zihniyeti- ni devam ettiriyor. Hani bir anlamda “Ne mutlu Müslümanım diyene!”. Başbakan Erdoğan’ın da bir çok defa “Biz yaradı- lanı yaradandan dolayı severiz” diyerek “Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez ayırmadan herkesi kucakladıkları”nı vurgularken bu ülkede en fazla ayrımcılık gören “gayrımüslim”leri tek tek veya toptan ol- sun zikretmeye tenezül etmemiş olması dikkat çekicidir. MHP lideri Bahçeli’nin “sivil şehitlik” yasasını eleştirirken “Müs- lümanlık şartı”nı vurgulaması da aynı anlayışın ürünü. Bakış açısı böyle olunca Hristiyanların kırımlara uğratılmış olma- sının rahatsızlık yaratmaması eşyanın tabiatına uygundur. Bu seçici yaklaşım Başbakan’ın Dersim konusunda referans gösterdiği Necip Fazıl Kısakürek ve çevresinin farklı insanlık trajedilerine bakışlarında da görülebilir. Onlar Kemalist rejimin direnç gösteren Müslümanlara zulmünü dava ederken Dersimli Alevilere yapılanla- rı da teşhir amacına hizmet edeceği için bu kapsama dahil etmiş, fakat bir adım öncesinde aynı kadronun İttihatçı sıfatıyla Müslüman olmayan halklara yapmış olduklarını görmezden gelmiş, katledilen ve zulmedilen Hristiyanları din mazlumu saymaktan imtina etmiş- lerdir. Vatansız Gazeteci isimli anı kita- bında Doğan Özgüden’in yaptığı birkaç tanıklık bu İslami çevrenin Türkiye ve dünyadaki sol akımlara karşı gaddarlığı da pek rahat vicdanına yedirdiğini, hatta az bularak daha vahşi saldırganlık körük- lediğini gösteriyor. 1967’de sosyalist Ant