SlideShare ist ein Scribd-Unternehmen logo
1 von 17
110 (62). CUMA SÛRESİ
MEDENÎ, 11 ÂYET
GİRİŞ
Adını 9. âyetteki ‫[الجمعة‬el-cumu‘a] sözcüğünden alan sûrenin, Medîne'de 110.
sırada indiği kabul edilir. Âyetlerde gönderme yapılan konulara göre ilk 8 âyetin,
hicrî 7. yılda ve muhtemelen Hayber fethinde yahut biraz sonra nâzil olduğu, son 3
âyetin de hicretten kısa bir zaman sonra nâzil olduğu söylenebilir.
Bu sûre ilk önce Allah'ın sübhân oluşu; evrendeki her varlığın, Allah'ın
eksikliklerden münezzeh olduğunu bildirdiklerinin beyânıyla başlamakta, ardından
peygamberlerin sonuncusu Muhammed'in peygamber olarak gönderilişi,
Yahûdilerin tutarsızlıkları ve aşağılık konumları açıklanmakta, sonra da hakk dinin
olmazsa olmazı olan salât ve salâtın ikâmesi konu edilmektedir.
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1
Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, bütün evrenin hükümdarı, tertemiz,
her türlü kötülük ve eksiklikten uzak olan, en üstün, en güçlü, en şerefli,
mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan,
bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah'ı noksan sıfatlardan arındırırlar.
2,3
O, Anakentliler/Mekkeliler içinde, kendilerinden olan ve Anakentlilere
ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah'ın âyetlerini
okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı
engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir elçi
gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.– Ve O, en
üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip
olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
4
Elçi göndermek, Allah'ın dilediği kişilere verdiği armağanıdır. Ve Allah,
büyük armağan sahibidir.
5
Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin
durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan
toplumun örneği ne kötüdür! Ve Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına
iş yapanlar toplumuna doğru yolu göstermez.
6
De ki: “Ey Yahudileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız
kendinizin, Allah'ın yakınları/ yardımcıları olduğuna inanıyorsanız, eğer
doğru kimseler iseniz hemen ölümü isteyin.”
1
7
Oysa onlar, ellerinin önden gönderdiği şeyler/ işledikleri suçlar yüzünden,
ölümü asla istemezler. Ve Allah, yanlış; kendi zararlarına iş yapanları çok iyi
bilendir.
8
De ki: “Şüphesiz sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, kesinlikle size
kavuşacaktır. Sonra görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği
ve algılanabilen her şeyi bilene döndürüleceksiniz. O, size yapmış olduğunuz
şeyleri haber verecektir.”
9
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için [mâlî yönden ve zihinsel
açıdan destek olma; toplumu aydınlatma için] seslenildiği zaman, Allah'ın
anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için
daha hayırlıdır.
10
Sonra da salât [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu
aydınlatma] gerçekleştirildiğinde, hemen yeryüzünde dağılın ve Allah'ın
armağanlarından arayın. Ve zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız için
Allah'ı çok anın.
11
Ve onlar, bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman ona gittiler ve seni
ayakta bıraktılar. De ki: “Allah'ın yanında bulunan şeyler, eğlenceden ve
ticaretten hayırlıdır. Ve Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
TAHLİL:
1
Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, bütün evrenin hükümdarı, tertemiz,
her türlü kötülük ve eksiklikten uzak olan, en üstün, en güçlü, en şerefli,
mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan,
bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah'ı noksan sıfatlardan arındırırlar.
2,3
O, Anakentliler/Mekkeliler içinde, kendilerinden olan ve Anakentlilere
ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah'ın âyetlerini
okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı
engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir elçi
gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.– Ve O, en
üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip
olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
4
Elçi göndermek, Allah'ın dilediği kişilere verdiği armağanıdır. Ve Allah,
büyük armağan sahibidir.
Sûrenin girişini oluşturan, Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, melik, kuddûs,
azîz ve hakîm Allah'ı tesbih ederler. O, Ümmiler [Anakentliler] içinde,
kendilerinden olan ve onlara [Anakentlilere] ve henüz onlara katılmamış olan
onlardan başkalarına Allah'ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve
hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde
olsalar da.– Ve O, azîz'dir, hakîm’dir. Bu [elçi gönderimi], Allah'ın, dilediği kişiye
verdiği lütfudur. Ve Allah, büyük lütuf sahibidir paragrafıyla, Allah, Kendisini ve
Elçisi'ni tanıtmaktadır.
2
Buradaki Ümmiler, ifadesi “Anakentliler” demek olup bununla “Mekkeliler”
kastedilmektedir. Mekke'ye, “el-Ümm” (aslı, ümmü'l-kura'dır) denilmesiyle ilgili
detaylı açıklama yapmıştık.1
Âyetteki, Ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına ifadesiyle de,
Rasûlullah'tan sonraki insanlar kastedilmektedir. Çünkü Rasûlullah'ın elçiliği,
muayyen bir zaman, mekan/coğrafya ve insanlarla sınırlı olmayıp evrenseldir:
156,157
Allah diyor ki: “Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise
her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere
ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş
şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır
yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış
bulacakları Anakentli/ Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman
eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen
kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”
158
De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden
başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim.
O hâlde kılavuzlandığınız doğru yolu bulmanız için Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden, Ümmî;
Anakentli; Mekkeli Peygamber olan Elçisi'ne iman edin ve o'na uyun.”
(A‘râf/157-158)
19
De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah
tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur’ân vahyolundu. Allah'la
beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.”
De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.”
(En‘âm/19)
107
Biz, seni de ancak, âlemler için bir rahmet olarak/ rahmet için gönderdik.
(Enbiyâ/107)
1
Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna/kullarına Furkân'ı indiren ne cömerttir/ ne bol bol nimet
verendir! 2
Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, hiç çocuk edinmeyen,
hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi oluşturup sonra da onları bir ölçüye göre ayarlama
yapandır.
(Furkân/1)
28
Ve Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik, velâkin
insanların çoğu bilmiyorlar.
(Sebe/28)
4. âyette ise, elçiliğin Allah'ın bir lütfu olduğu, kimsenin kendini veya bir
başkasını elçi tayin etmesinin mümkün olmadığı vurgulanmaktadır. Bunun bir
benzeri daha evvel de geçmişti:
31
Yine onlar: “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler.
32
Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların
geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların
bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri
şeylerden daha hayırlıdır.
(Zuhruf/31-32)
1
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 55-65.
3
5
Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin
durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan
toplumun örneği ne kötüdür! Ve Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına
iş yapanlar toplumuna doğru yolu göstermez.
6
De ki: “Ey Yahudileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız
kendinizin, Allah'ın yakınları/ yardımcıları olduğuna inanıyorsanız, eğer
doğru kimseler iseniz hemen ölümü isteyin.”
7
Oysa onlar, ellerinin önden gönderdiği şeyler/ işledikleri suçlar yüzünden,
ölümü asla istemezler. Ve Allah, yanlış; kendi zararlarına iş yapanları çok iyi
bilendir.
8
De ki: “Şüphesiz sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, kesinlikle size
kavuşacaktır. Sonra görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği
ve algılanabilen her şeyi bilene döndürüleceksiniz. O, size yapmış olduğunuz
şeyleri haber verecektir.”
Bu âyetlerde, elçi göndermenin Allah'ın bir lütfu olduğu vurgulanarak, bu
hususta hevâları doğrultusunda beklentiye giren Yahûdiler kınanmaktadırlar:
Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin durumu, kitaplar
taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan toplumun misali ne
kötüdür! Ve Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez.
Âyetlerden anlaşılacağı üzere Allah, Yahûdilere Tevrât'ı indirmiş ve onun
içindeki ilkeleri uygulamalarını emretmiş; onlar ise Tevrât'ı uygulamamış; böylece
de, içinde ne olduğunu bilmeden kitap taşıyan eşek konumuna düşmüşlerdir.
Bundan sonra da kendilerine, Ey Yahûdileşmiş kimseler! Eğer insanlar
arasında yalnız kendinizin Allah'ın velîleri olduğuna inanıyorsanız, eğer doğru
kimseler iseniz hemen ölümü isteyin diye meydan okunmuş, onların, ellerinin önden
gönderdiği şeyler yüzünden ölümü asla istemeyecekleri beyân edilmiştir. Sonra yine
onlar, Şüphesiz sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, mutlaka size kavuşacaktır. Sonra
görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O, size yapmış olduğunuz
şeyleri haber verecektir diye uyarılmıştır.
Yahûdilerin mesnetsiz iddiaları değişik sûrelerde zikredilmiştir:
Bakara/111, 80, Âl-i İmrân/24-25, Mâide/18.
Onların durumu, eşeklerin durumundan daha kötüdür. Zira, eşeğin akletme ve
tefekkür etme gücü yoktur. Bunlara ise Allah akıl, fikir, zeka ve anlayış lütfetmiş,
fakat onlar bu nimetleri kullanmamışlardır:
179
Ve andolsun ki tanıdıklarınızdan-tanımadıklarınızdan birçoğunu cehennem için türetip
ürettik; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır,
onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar
duyarsızların ta kendileridir.
(A‘râf/179)
Bu âyetlerdeki Yahûdi karakteri, Bakara ((Bakara/84-101)), Ahzab (Ahzâb/25)
ve Âl-i Imran (Âl-i İmrân/119) sûrelerinde deşifre edilmiş ve Rasûlullah'ın bu
kitlenin gerçek yüzünü tanıması sağlanmıştır.
4
Bu gerçekler karşısında dayatanlara çeşitli âyetlerde meydan okunmuştur:
60
Bu gerçek, senin Rabbindendir, öyleyse şüphecilerden olma. 61
Sana bilgiden geldikten sonra
artık kim bu konuda seninle tartışırsa hemen: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve
kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da birbirimizi dışlayıp gözden çıkaralım da
Allah'ın dışlayıp gözden çıkarmasını yalancılar üzerine kılalım” de.
(Âl-i İmrân/60,61)
75
De ki: “Kim sapıklık içinde olursa, Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça
merhamet eden Allah], ona uzattıkça uzatır/süre tanır. Sonunda kendilerine vaat edileni [azabı veya
kıyâmetin kopuşunu] gördükleri vakit, artık onlar kimin makamca-mevkice daha şerli ve askerce
[destekçe, kuvvetçe] daha zayıf olduğunu bilecektir.
(Meryem/75)
77,78
Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma;
toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/vergiyi verin” denilenleri görmedin
mi/ hiç düşünmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'a duydukları
saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti gibi yahut daha şiddetli olarak insanlara saygıyla, sevgiyle,
bilgiyle ürperti duyarlar. Ve “Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana
ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise Allah'ın
koruması altına girmiş kişiler için daha hayırlıdır ve siz “bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik
kadar” bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece
sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isabet ederse, “Bu Allah'tandır” derler,
bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara rağmen bu
topluma ne oluyor ki, neredeyse hepten söz anlamayacaklar?
(Nisâ/77-78)
9
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için [mâlî yönden ve zihinsel
açıdan destek olma; toplumu aydınlatma için] seslenildiği zaman, Allah'ın
anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için
daha hayırlıdır.
10
Sonra da salât [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu
aydınlatma] gerçekleştirildiğinde, hemen yeryüzünde dağılın ve Allah'ın
armağanlarından arayın. Ve zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız için
Allah'ı çok anın.
Bu âyetlerde Müslümanlara, varlıklarını sürdürmenin yolu gösterilmektedir:
Mü’minler, kendilerine bir toplantı günü belirlemeli; “toplantı günü” salât için
seslenildiği zaman da hemen Allah'ın anılmasına koşmalı, alış-verişi
bırakmalıdırlar. Bu, mü’minler için en yararlı şeydir.
Burada alış-veriş ile, “tüm işler” kastedilmiştir. Alış-verişin zikredilmesi,
insanların alış-verişi en önemli iş saymalarındandır.
Salât, ilâhî dinlerin olmazsa olmazıdır. İlk peygamberden son Peygamber'e
kadar bütün peygamberler salâtı tebliğ etmiştir. O nedenle salâtın asla ihmal
edilmemesi gerekir:
36-38
Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde, devamlı
olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan,
salâtı ikame etmekten [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları
oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekâtı/vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah,
kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın
diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız
rızıklandırır.
5
(Nûr/36-38)
9
Ey iman etmiş kimseler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Böyle
bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, zarara, kayba uğrayıp acı çekenlerin ta kendileridir.
(Münâfıkûn/9)
EN HAYIRLI SALÂT
[ES-SALÂTU'L-VUSTÂ]:
CUM‘A
238,239
Salâtları [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını]
ve en hayırlı salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmanın; toplumu aydınlatmanın en
yararlı olanı; haftalık toplantı günü salâtını] elbirliği ile koruyun. Ve Allah için sürekli saygıda
durarak kalkın; işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin. Ama eğer korkulu
bir ortamda bulunuyorsanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken; hareket hâlinde koruyun,
yerine getirin. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen
anın.
(Bakara/238-239)
Bu âyette geçen ‫الوسطى‬ ‫ولوة‬‫ص‬ّ‫ل‬ ‫ال‬ [es-salâtu'l-vustâ] ifadesi, Müslümanlar arasında
çok tartışılmasına rağmen bugüne kadar net bir şekilde açıklığa
kavuşturulamamıştır. Bu ifadenin, “orta namaz” olarak anlaşılmasında bir
mutabakat olmasına karşılık, “orta namaz” ile hangi namazın kastedildiği
hususunda 40 civarında rivâyet ve 19 farklı görüş ortaya çıkmıştır. ‫الوسطى‬ ‫ولوة‬‫ص‬ّ‫ل‬ ‫ال‬ [es-
salâtu'l-vustâ], kimine göre “sabah namazı”, kimine göre “öğle namazı”, kimine
göre de “ikindi namazı”dır. Sonuç olarak, es-salâtu'l-vustâ hususunda, ne salât'ı
“namaz” olarak değerlendiren klâsik anlayışla, ne de sorgulayıcı zihniyetin mantıkî
yaklaşımlarıyla, herkesin kabul edebileceği bir sonuca ve gerçeğe ulaşılamamıştır.
Biz de, derin bir araştırma yapmadığımız bu konuda, mevcut görüşlerden en
sağlamını doğru olarak kabul etmek durumunda kalmıştık. Ancak, Kur’ân ve dil
yönünden yaptığımız çalışmalar, meseleyi daha iyi anlamamıza sebep oldu ve
ulaştığımız sonucu burada paylaşıyoruz.
Şunu hemen belirtelim ki biz, Peygamberimizin ve ilk Müslümanların salâtu'l-
vustâ'nın ne olduğunu gâyet iyi bildikleri kanaatindeyiz. Çünkü salâtu'l-vustâ
hakkında Peygamberimiz ve sahabe döneminde ne Peygamberimize bir soru
yöneltilmiş, ne de bir tartışma meydana gelmiştir.
Konunun tahliline başlarken, öncelikle âyetlerdeki ifadelerle ilgili olarak iki
hususun göz önüne alınması gerekir:
1) Âyetteki ‫الوسطى‬ ‫ولوة‬‫ص‬ّ‫ل‬ ‫ال‬ [es-salâtu'l-vustâ], muarref [belirtili] bir sıfat tamlamasıdır.
Bir başka ifade ile sıfat ve mevsuf, lam-ı tarifli olup nekre [belgisiz] değildir. Yani,
muarref bir ifade olan salâtu'l-vustâ, özel isim konumunda olup herkesin bildiği bir
salâttır.
6
2) Âyetteki, Salâtları ve salâtu'l-vustâ'yı koruyun ifadesinde, iki mef‘ul [tümleç;
belirtili nesne] bulunduğundan, salâtu'l-vustâ'nın, bildiğimiz salâtlardan başka bir
salât olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden, salâtu'l-vustâ'yı, günlük salâtlardan biri
olarak kabul etmek bir hatadır.
SALÂTU'L-VUSTÂ NEDİR?
Bir konuyu doğru anlamak için gerekli olan ilk şartın, söz konusu konu ve
ibarenin orijinal dilini iyi bilmek olduğunda kuşku yoktur. Dolayısıyla meseleyi
çözmek için yapılacak ilk iş; ‫الوسطى‬ [el-vustâ] sözcüğünün Arap dilindeki doğru
anlamını bulmaktır. Ancak, sözcüğün doğru anlamını bulmak da meseleyi çözmek
için yetmemekte, ayrıca sözcüğün Kur’ân'da da bu anlamda kullandığını, yine
Kur’ân ile teyit etmek gerekmektedir.
Öyleyse tahlile, ‫الوسطى‬ [el-vustâ] sözcüğünün türediği ‫وسط‬ [v-s-t] sözcüğünden
başlamak gerekir. Arap dilinin tartışmasız en muteber iki kaynağı olan Lisânu'l-
Arab ve Tâcu'l-Arûs bu konuda aşağıdaki açıklamaları vermiştir:
‫سط‬‫س‬‫وس‬ [v-s-t] kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur. Vesat şeklinde
okununca isim, vest şeklinde okununca zarf olarak kullanılır.
Bu sözcük, “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” anlamına gelir. (Biz
bunu, bir şeyin kendi ortası olarak anlayabiliriz.) “İpi ortasından kavradım”, “Oku
ortasından kırdım” şeklinde kullanılır.
Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümü demektir.
At veya devesine binecek bedevî için at veya devesinin en hayırlı yeri, at ve devenin
boyun ve kıçı olmayıp belinin ortasıdır. Yine, devesi için kuracağı ağıl için en
hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel
ve uygun] yeri gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi
cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ, cömertlik; cimrilik ve
savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında
bir davranıştır.
İşte bu nedenle ‫سسط‬‫س‬‫وس‬ [vest] sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün” anlamına
genelleşmiştir. Araplar, O, kavminin evsatındadır dediklerinde, “O, kavminin
hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır” demek isterler. Veya, Şu vesît kişiye bir bakın
dediklerinde, “Şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın” demek isterler.
Ve Rabbimizin, Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız,
Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık
(Bakara/143) ifadesi, “ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık”
demektir.
Bakara/238'de yer alan, es-salâtu'l-vustâ ile ilgili 40 civarında rivâyet olup
bunlar 19 farklı görüşü içermektedir. Bunlardan en kuvvetli görüş, salât-ı vustâ'nın
“ikindi salâtı”, “sabah salâtı” ve “Cum‘a salâtı” olduğu görüşleridir.
Ebû'l-Hasen, “es-Salâtu'l-vustâ, ‘Cum‘a salâtı’dır. Salâtların en hayırlısı
Cum‘a salâtıdır. Kim buna muhalefet ederse hata eder” demiştir.
7
Ayrca İbn Side, el-Muhkem kitabında yer aldığına göre, “Kim salât-ı vustâ
Cum‘a'dan başka bir şey derse hata eder” demiştir.2
Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre “orta” demek olan vesat sözcüğü,
Araplar arasında; “hayırlı, yararlı” anlamında kullanılmaktadır. O hâlde, ‫وسط‬ [v-s-t]
sözcüğünün ism-i tafdili ve müennes [dişil] kalıbı olan ‫الوسسسطى‬ [el-vustâ] ile
müzekker [eril] kalıbı olan evsat sözcükleri de, “en hayırlı, en yararlı” anlamına
gelmektedir; aynı, ekber ve kübrâ; hasen ve hüsnâ sözcüklerinde olduğu gibi.
‫الوسسسسطى‬ [el-vustâ] sözcüğünün türevleri, ikisi müzekker (Kalem/28 ve
Mâide/89) olmak üzere Kur’ân'da 5 yerde geçmektedir: Kalem/28, Mâide/89,
Âdiyât/5.
Sözcük Kur’ân'da, Bakara/143 ve Bakara/238'de de geçmektedir.
Vusta sözcüğünün, “en değerli, en yararlı” demek olduğu, Kur’ân âyetleri ile
de tesbit ve tescil edildiğine göre, artık Bakara/238'de geçen, ‫الوسطى‬ [el-vustâ] ile
‫الصسسولوة‬ [es-salât] sözcüğünün birleşmesinden meydana gelen ‫الوسسسطى‬ ‫صسسولوة‬ّ‫ل‬ ‫ال‬ [es-
salâtu'l-vustâ] tamlamasını, “en yararlı, en hayırlı salât” olarak anlamak gerekir.
KUR’ÂN, “EN YARARLI,
EN HAYIRLI SALÂT”I
BİLDİRMİŞTİR
Kur’ân'da belirgin olarak zikredilmiş bir ifade anlaşılamayacak olsaydı, bu,
Kur’ân için bir nâkısa –ki mübîn ve mufassal olan Kur’ân bundan münezzehtir–
mü’minler için de bir eksiklik teşkil ederdi. Kanaatimize göre Peygamberimiz ve
sahabe tarafından anlaşılan bu ifade, zaman içinde rivâyetlerle oluşan kaosta
anlaşılamaz hâle gelmiştir. Kur’ân'dan anlaşıldığına göre, salâtu'l-vustâ [en hayırlı
salât, toplantı günü salâtı], Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik
koruyun] (Bakara/238) emriyle farz kılınmıştır. Daha sonra da Cum‘a sûresi'nde
buna gönderme yapılmıştır:
9
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma;
toplumu aydınlatma için] seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın.
Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır.
(Cum‘a/9)
Bu âyetle, Bakara/238'de ‫سطى‬‫س‬‫الوس‬ ‫سولوة‬‫س‬‫ص‬ّ‫ل‬ ‫ال‬ [es-salâtu'l/vustâ] olarak zikredilen
salât'ın, “Cum‘a salâtı/toplantı günü yapılan salât” olduğu belirginleşmiştir.
İşte, es-salâtu'l-vustâ ifadesinin Kur’ân'a göre anlamı budur.
Kur’ân'daki bu delilden sonra, artık salâtu'l-vustâ'nın hangi salât olduğuna dair
başka delil ve rivâyet aramak beyhudedir!
2
Lisânu'l-Arab, c. 9, s. 297-301; Tâcu'l-Arûs, c. 10, s. 442-448.
8
CUM‘A [YEREL GÜNDEM TOPLANTISI,
KONGRE, KONFERANS, MİTİNG]
Cum‘a sözcüğü, “toplanma” anlamındaki ‫ع‬ ‫م‬ ‫ج‬ [c-m-‘a] kökünden gelir.
Dilbilimcilerden A‘meş ‫مةعسسة‬ْ‫ع‬ ‫الج‬ [cum‘a], Âsım ve Hicazlı dil bilimciler ‫مةعسسة‬ُ‫ةع‬ ‫ج‬ُ‫ةع‬ ‫ال‬
[cumu‘a] diye okurlar. Cum‘a diye okumak Ukayloğulları lehçesine göredir.
‫الجمةعة‬ ‫يوم‬ [YEVMU'L-CUM‘A]
Yevm [gün] ve cem‘ [toplanma] sözcüklerinden oluşan yevmu'l-cum‘a
tamlaması, “toplanma günü, toplantı günü” demektir. Arapların haftanın
günlerinden “el-Arube” dedikleri gün, sonradan ‫الجمةعة‬ ‫يوم‬ [yevmu'l-cumu‘a/toplantı
günü] olarak değiştirilmiştir.
“Arube” adını, “Cumu‘a”ya dönüştüren kişinin kimliği hakkında bir netlik
yoktur. Bazıları bunu, Dâru'n-Nedve'de toplantı için Kureyş'in, bazıları da
Rasûlullah'ın atalarından Ka‘b b. Lüey'in değiştirdiğini ileri sürmüşlerdir. Doğruya
en yakın olanı ise bunun Medîne'de Müslümanlar tarafından değiştirildiğidir.
Klâsik kaynaklarda olay şöyle yer alır:
İbn Sîrîn şöyle dedi:
— Medîneliler Peygamber (s.a) Medîne'ye gelmeden ve cum‘a (farzı) inmeden
önce cum‘a için toplandılar. Bugüne cum‘a adını verenler de onlardır. Şöyle ki:
Onlar dediler ki: “Yahûdilerin yedi günde bir biraraya gelip toplandıkları bir günleri
vardır: Cum‘artesi günü; Hristiyanların da böyle bir günleri vardır: Pazar günü.
Gelin biz de kendimiz için bir araya gelip toplanacağımız, Allah'ı anıp namaz
kılacağımız ve birtakım hatırlatmalarda bulunacağımız bir gün kararlaştıralım”, ya
da buna benzer sözler söylediler. Yine dediler ki: “Cum‘artesi Yahûdilerin, Pazar
Hristiyanların günüdür; siz de bu günü Arube günü olarak tesbit edin. Bunun
üzerine (Ebû Umâme künyeli) Es‘ad b. Zurâre'nin (r.a) etrafında toplandılar. O da o
gün onlara 2 rekât namaz kıldırdı, onlara öğüt verdi. Biraraya gelip toplandıkları
vakit, bu güne “cum‘a” adını verdiler. Es‘ad onlara bir koyun kesti, sayıca az
oldukları için öğlen ve akşam onu yediler. İşte İslâm târihindeki ilk cum‘a budur.
Derim ki: İleride de geleceği üzere rivâyet edildiğine göre, o vakit 12 kişi
idiler. Yine bu rivâyette belirtildiğine göre onları bir araya toplayıp onlara namaz
kıldıran kişi Es‘ad b. Zurâre'dir. Abdu'r-Rahmân b. Ka‘b b. Mâlik'in babası
Ka‘b'dan rivâyet ettiği hadiste de –geleceği üzere– böyledir.
el-Beyhakî de şöyle demektedir:
— Bize Mûsâ b. Ukbe'den, o İbn Şibâb ez-Zührî'den rivâyet ettiğine göre
Mus‘ab b. Umeyr Rasûlullah (s.a) Medîne'ye gelmeden önce Medîne'de
Müslümanları Cum‘a namazı için toplayan ilk kişidir.
el-Beyhakî dedi ki:
9
— Mus‘ab'ın Cum‘a namazı için Müslümanları Es‘ad b. Zurâre'nin yardımıyla
toplamış olması ve bundan dolayı Ka‘b'ın bu işi ona [Mus‘ab'a] izafe etmiş olması
da mümkündür.
Hicretten önce Medîne'deki Müslümanlara İslâm'ı öğretmek için gönderilmiş
olan Mus‘ab ibn Umeyr'e mektup yazarak, “Yahûdilerin açıktan Zebur okudukları
güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra
Allah'a 2 rekât (namaz) ile takarrub edin.” Bu emir üzerine Mus‘ab, Medîne'de ilk
Cum‘a kıldıran kişi olmuştur. Bu görevi Peygamber Medîne'ye gelinceye kadar
sürdürmüştür.” Mus‘ab'ın (r.a) Cum‘a namazı kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, 12 idi.
Peygamberimiz henüz hicret etmeden Yesribli (Medîne'nin o zamanki adı)
Müslümanlar Es‘ad ibn Zurâre ile birlikte toplanıp, istişârede bulunurlardı.
“Yahûdiler ve Hristiyanlar haftada bir gün toplanıyorlar, biz de haftada bir
toplanalım” diye karar alıp toplanmaya başladılar. Ve toplantı gününün haftanın
altıncı günü (bize göre beşinci gün) olmasına karar verdiler. Çünkü o gün Yesrib'de
pazar kuruluyor; çevreden, yakın mesafelerden halk pazara geliyordu. Böylece
toplantıya katılım daha çok olacaktı. İşte böylece “yevmu'l-arube”, “yevmu'l-
cumu‘a/toplantı günü” oldu. Sonradan eski adı değil, yeni adı söylenir oldu.
Târihî belgelere göre Rasûlullah, ilk Cum‘a'yı, Ranuna denilen yerde Sâlim ibn
Avf mescidi'nde icra etmiştir. Rasûlullah, Medîne'ye hicret ettiğinde ilk olarak
Kuba'da Amr ibn Avfoğulları'na misafir oldu. Orada pazartesi, salı, çarşamba ve
perşembe günleri kalıp, Kuba mescidi'nin temelini attı; sonra Cum‘a günü
Medîne'ye gitmek için yola çıktı. Benû Sâlim yurduna gelince orada hutbe okuyup
ilk defa Cum‘a günü salâtı icra etti. Bu, Rasûlullah'ın ilk Cum‘a salâtı
uygulamasıdır.
‫الجمةعة‬ ‫يوم‬ [yevmu'l-Cum‘a] terkibini, “Cum‘a günü” şeklinde çevirmek, Arapça
iki kelimenin birini Türkçeleştirip diğerini Arapça olarak bırakmaktır, ki bu, hem
yanlıştır, hem de anlamın kapalı kalmasına sebep olur. Bu da, beraberinde birçok
yanlış inanç ve ameli getirir. O nedenle yevmu'l-Cum‘a terkibine, “toplantı günü”
anlamının verilmesi gerekir.
Toplantı günü'nün hangi gün, hangi saat olacağı ve bu toplantıda salâtın nasıl
icra edileceği, katılma koşulları vs. gibi detay Kur’ân'da verilmemiştir. Kur’ân'da
öncelikle toplantı günü uygulanacak salât'ın, salâtların en hayırlısı olduğu ve bu
salâtın kesinlikle korunması gerektiği bildirilmiştir:
238,239
Salâtları [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını]
ve en hayırlı salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmanın; toplumu aydınlatmanın en
yararlı olanı; haftalık toplantı günü salâtını] elbirliği ile koruyun. Ve Allah için sürekli saygıda
durarak kalkın; işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin. Ama eğer korkulu
bir ortamda bulunuyorsanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken; hareket hâlinde koruyun,
yerine getirin. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen
anın.
(Bakara/238-239)
Cum‘ayı farz kılan âyet, işte budur, Cum‘a/9 âyeti değildir.
10
Sonra da toplantı günü, salât için çağrılınca, “Allah'ın anılmasına hemen
koşulması” istenmiştir:
9
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma;
toplumu aydınlatma için] seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın.
Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır.
(Cum‘a/9)
Demek oluyor ki, toplantı günü, uygulanacak olan salâtta, “Allah'ın anılması”
sağlanacaktır. Mü’minler, bunun en iyi şartlarda gerçekleşmesi, en iyi verimin
alınabilmesi için gerekli önlemleri alacaklardır. Toplantı günü yapılan salât için
fıkıhçılar, “vücûbunun şartları” ve “edasının şartları” adı altında birtakım koşullar
belirlemişlerdir, ki bunların detayı, fıkıh kitaplarında bulunmaktadır.
Bu koşulların ileri sürülmesinin nedeni, Cum‘a'nın [toplantının; kongrenin,
konferans veya mitingin] en sağlıklı, en verimli şekilde gerçekleşmesini
sağlayabilmektir.
Fıkıh kitaplarında Cum‘a'nın vücûbunun şartları [zorunlu görev olmasının
koşulları] şöyle sıralanır:
• Erkek olmak,
• Hür olmak,
• Şehirde oturmak,
• Sıhhatli olmak,
• Güvende olmak.
Ayrıca bu şartlar için de birtakım aklî nedenler, Rasûlullah, sahabe ve ilk
dönem İslâm târihinden birtakım uygulamalar delil gösterilir.
Biz bu maddeler üzerinde kısaca açıklamalarda bulunacağız:
HÜRRİYET/ÖZGÜRLÜK
Bu şart, yerindedir. Zira salâtın icra edileceği musallalar ve mescitler [toplantı
yerleri], Allah evidir. Orada kral-köle ayırımı yoktur; herkes özgür ve eşit statüde
olup özgürce fikrini beyân eder, kimsenin düşüncesi kısıtlanamaz ve fikrinden
dolayı kimse takibata uğratılmaz. Özgür olmayan, bağlı bulunduğu efendinin; kişi
ya da kurumun görüşüne karşıt bir görüş ileri sürdüğünde bundan dolayı zarar
görür. O nedenle, özgür olmayan ya efendisinin fikri paralelinde fikir beyân eder, ya
da çekimser kalır. Bu yüzden hukuken, siyaseten ve fikren özgür olmayıp güdümlü
olanların böyle ciddi toplantılarda yer almalarına gerek yoktur.
ŞEHİRDE İKÂMET
11
Toplantı, beldenin yerli nüfusu için, kadın-erkek ayırımı olmadan zorunlu bir
görevdir. Misafir ve yolcular için ise zorunlu bir görev değildir. Çünkü dışarıdan
geçici olarak gelenler o beldenin sorunlarını bilmezler, toplantıya katılanları
tanımazlar. Onun için toplantıya katılmasalar da olur. Katılmaları durumunda ise,
dinleyici sıfatıyla bulunup bilgilenirler.
Sağlıklı ve güven içinde olma; kör, topal ve hasta olmama şartlarını
açıklamaya gerek yoktur. Bunlar, her işte önemsenen hususlardır. Bizim üzerinde
duracağımız husus, “erkek olma” şartıdır.
Klâsik eserlerde bu konu ile ilgili şunlar yazılıdır:
• Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum‘a namazı farzdır. Ancak yolcu,
köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnâdır.
• Cum‘a namazı kadınlara farz değildir. Ancak namazı cemaatle kılarlarsa bu
yeterli olup, öğle namazını kılmaları gerekmez.
Allah Teâlâ, tüm emir ve yasaklarını milliyet, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmadan
genel ve mutlak olarak bildirmiştir. İslâm, fıtrat dini olup evrenseldir; her ırkı, her
toplumu, her cinsi ve her ülkeyi kapsar. Kulluk ve görev yönünden kadını erkekten
ayırmamıştır. Kadını asla ikinci sınıf insan, aklı ve dini noksan Müslüman
saymamıştır. (Bu tarz kabuller, kendini bilmezler tarafından İslâm'a mâl edilmiş,
gâfiller tarafından da kabul görmüştür. Bu tip inanç ve kabuller büyük bir gaflettir.)
Kur’ân'da kadının, toplantı günü uygulanan salâta katılmasının farz olmadığını
bildiren bir âyet yoktur.
Sünen ve İslâm Târihi kitaplarında, Rasûlullah'ın, kadınların mescitlere
gitmelerini ve eşlerinin bu duruma engel olmamalarını istediği, Emevîler dönemine
kadar da kadınların Cum‘a/Toplantı'lara iştirak ettiği görülür. Ama, siyasî otorite
sağlayabilmek için yazdırılmış bazı kitaplarda hadis olarak nakledilen bir rivâyet,
bu hususta malzeme olarak kullanılmıştır: Bu hadiste güya Peygamber Efendimiz
şöyle buyurmuş:
Cum‘a salâtı, cemaat içinde bulunan her Müslüman üzerine Allah Teâlâ'nın bir
hakkı olup farzdır. Ancak köleler, kadınlar, çocuklar ve hastalar bundan
müstesnâdır.
Hadis bilginleri, bu hadisin râvîsi olan Târık b. Şihâb'ın Rasûlullah'ı gördüğü,
ama o'ndan bir şey işitmediğini ifade ederler.
İşin aslı şu: O günkü siyasî otorite hakksız iktidarlarını sürdürebilmek için,
toplumdaki direnci kırmayı düşünür; toplumun yarısını oluşturan kadınları, fitneye
sebep olabilecekleri bahaneleriyle Cum‘a'dan/toplantı'dan uzaklaştırıp evlerine
kapatırlar. O gün bu gün böyle devam edip gidiyor.
Yine fıkıh kitapları birtakım târihî olayları delil kabul ederek, toplantı günü
salâtının edasının şartları olarak şunları belirlemişlerdir:
• Veliyyu'l-emr,
12
• İzn-i âmm,
• Vakit,
• Cemaat,
• Hutbe.
Bunları kısaca açalım:
1) Veliyyu'l-emr: Resmî otoritenin başı, devlet başkanı ya da nâibi.
2) İzn-i âmm: Toplantının yapılacağı yerin herkese açık olması ve mülkî âmirin
izin verdiği yerde (miting izni gibi) uygulanması.
Bu ikisi, bugünkü siyasî yapı gereği uygulama imkânı bulunmayan şartlardır.
Esasan böyle şartlar İslâm'da zaten yoktur. Müslümanlar nerede olsa toplanır, (ilk
Müslümanlar koyun ağılında toplanmışlardı) Cum‘a/toplantı başkanını [kongre
divan başkanını] aralarından seçer; “Allah'ın anılması” işini icra eder, ardından da
Allah'ın nimetlerini aramak üzere yeryüzüne dağılırlar. İslâm, Allah'ın koyduğu
sınırlarda yaşanır; onun-bunun himmeti ve izni oranında değil. Bu iki şartı, resmî
otorite ve mülkî idareye bağlayanlar, laik sistemde işin içinden çıkamamışlardır.
İnançları gereği, “Bu şartlarda Cum‘a salâtı ikâme edilmez/Cum‘a namazı
kılınmaz” diyemedikleri gibi, kıldıkları Cum‘a'nın kabul olmama endişesini de
içlerinden atamamışlardır. Onun için iki rekât namaz ve hutbeden ibaret olan
Cum‘a/toplantı namazını, 16 rekâta çıkarmışlardır. 16 rekâta nasıl niyet edileceği
sorusuna ise bir türlü ikna edici bir cevap bulamamışlardır.
Bu şartlar, Müslümanları kontrol altında tutmaya çalışan sonraki siyasîlerce
İslâm'a sokulmuştur. Böylece arı-duru olan İslâm; Arap, Acem, Selçuklu, Osmanlı
Müslümanlık'ı olarak dejenere edilmiştir. Her Müslüman bu toplantının doğal
üyesidir. Hiçbir Müslüman'a katılımda kısıtlama konamaz. Herhangi bir nedenle
katılımı kısıtlanmış kişiye, katılmadığı için sorumluluk yoktur.
3) Vakit: Bugünkü uygulamada haftanın beşinci günü Yevmu'l-Cum‘a'dır
[Toplantı Günü'dür].
Cum‘a gününü Allah tesbit etmemiştir. İlk Cum‘a'yı uygulayan Medîneli
Müslümanlar, içerisinde bulundukları sosyal ve ekonomik şartları dikkate alarak
haftanın 6. gününü (bize göre 5. günüdür; zira Araplar haftayı Pazar'dan başlatırlar)
Yevmu'l-Cum‘a/Toplantı Günü olarak kararlaştırmışlar; o günden bu güne aynı
uygulama devam edip gelmektedir. Herhangi bir bölgedeki Müslümanlar, içinde
bulundukları şartlar gereği Yevmu'l-Cum‘a'yı/Toplantı Günü'nü haftanın başka bir
gününde veya günün değişik saatlerinde uygulamayı uygun görürlerse, buna da
saygı duymak gerekir.
Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
9
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma;
toplumu aydınlatma için] seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın.
Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır.
13
(Cum‘a/9)
Bu âyette günün tümüne işaret edildiğine göre, günün herhangi bir vaktinde
Cum‘a/Toplantı yapılabilir. Bunu da yine bölge Müslümanları, sosyal ve ekonomik
koşullarına göre ayarlayabilirler. Bugüne kadarki gün ve saat uygulamaları bir
teâmüldür. Allah tarafından tesbit edilip zorunlu tutulmamıştır.
Fıkıh kitapları bu vakti, Cum‘a/Toplantı günü'nün öğle vakti olarak belirleseler
de, Rasûlullah'ın (s.a) öğleden evvel, öğlen sonrası uyguladığı sahih hadislerde
bildirilmektedir. Ayrıca, âyette “yevmu'l-Cum‘a/toplantı günü” ifadesi yer aldığına
göre, günün herhangi bir saatinin olabileceğine ilâhî bir ruhsat var demektir.
4) Cemaat: Bu şart; âlimler arasında tartışılmış; ellerindeki rivâyetlere göre
kimi 3 kişi, kimi 7 kişi, kimi 40 kişi olması gerektiğini söylemiştir. Bunlardan,
Cum‘a'nın 3 kişiyle de, 7 kişiyle de, 40 kişiyle de uygulandığını anlıyoruz. Ama işin
özü, Arapça'daki çoğul ifade eden sayıdır, ki o da 3'tür. Âyette, çoğul olarak
Allah'ın zikrine koşun buyurulduğuna, çoğulun en azı da 3 olduğuna göre, toplantı
için 3 Müslümanın bulunması yeterlidir; bunların kadın ya da erkek olması, veya
kadın-erkek karışık olması durumu değiştirmez.
Burada Müslümanların, yukarıda açıkladığımız salâta katılış şartlarını dikkate
almaları; cünüp ve sarhoş olmamaları, ayrıca su (su bulamayanların ise temiz
toprak) ile temizlenmeleri, kirli, pis kokulu olarak toplantıya gelmemeleri,
zînetlerini takınarak gelmeleri gerekir.
Târih ve Sünen kitaplarından öğrendiğimize göre Cum‘a için Rasûlullah boy
abdesti alıyor, beyaz ve temiz elbisesini giyiyor, güzel kokular sürünüyor ve bunları
herkese de tavsiye ediyordu.
5) Mısr/Yerleşim birimi: Her yerleşim biriminde tek bir yerde Cum‘a/Toplantı
icra edilir. Bu günkü gibi her 100 metrede bir Cum‘a/Toplantı yapmak yanlıştır. Bir
beldenin her câmisinde ayrı ayrı Cum‘a/Toplantı yapmak, Cum‘a'nın/Toplantı'nın
amacına aykırıdır. Böyle uygulamalardan maksat hâsıl olmaz. Onun içindir ki, “Bir
beldede birden fazla Cum‘a/Toplantı icra edilecek olursa, ilk Cum‘a'ya başlayan
cemaatin Cum‘a'sı olur; diğerlerininki olmaz” denilmiştir. İmam A‘zam Ebû
Hanîfe, bir beldede değişik yerlerde birden fazla cemaat olunup Cum‘a icra edilmez
dediği hâlde, Hanefî mezhebi'nden olduklarını iddia edenlerin, diğer mezhep
mensuplarından daha fazla bu hatayı yapmaları dikkat çekicidir.
6) Hutbe: Hutbe, Cum‘a/9'da geçen, “zikrullâh/Allah'ın anılması”dır.
Bu şart, mezhepler ve mezhep içi imamlar arasında değişik şekillerde
yorumlanmıştır. Bunların en güzeli, İmam A‘zam Ebû Hanîfe'ye aittir. O, “Hutbe
zikrullâhtır/Allah'ı anmaktır” demiştir ki, âyetin açık beyânı da bunu
doğrulamaktadır. Ama Ebû Hanîfe'nin bu sözünü, “İmam minbere çıkıp ‘Allah’
derse hutbe tamam olur” diye anlamışlar.
Hutbe belirli bir gündemle icra edilir. Hutbeyi okuyan, bir nevi kongredeki
divan başkanı görevini yürütür. Herkesin söz hakkı vardır; hem de sansürsüz. Orada
görüşülen her konu Zikrullâh'a yönelik ve “Hakksızlık karşısında susan, dilsiz
14
şeytândır” anlayışı çerçevesinde olduğundan, hiçbir Müslüman görüş ve
eleştirisinden ötürü takibata alınamaz, ayıplanamaz. Tam bir dokunulmazlık
hakkına sahiptir.
“Mescitte dünya kelâmı konuşulmaz”, “Hutbe esnasında konuşulmaz” vb.
sözler, ilmihallerde yer alsa da, bunlar, eleştiriye tahammülü olmayan güçler
tarafından piyasaya sürdürülmüş şeylerdir. Böylece, toplantı mahallinde konuşmak
yasaklanmış, katılımcıların diline kilit vurulmuştur. Buhârî'de yer aldığına göre,
katılımcılardan birinin arkadaşına “sus” demesi bile suç sayılmıştır.
İslâm'ın aslı ile alâkası olmayan bu gibi şeyler; aktif, cevval ve uyanık olmaları
lazım gelen Müslümanları koyun sürüsü hâline getirmek için birileri tarafından icat
edilmiş, bunda da muvaffak olmuşlardır: Mescitlerde bugün bilinçli cemaat yoktur;
imamın söyledikleri yalan-yanlış da olsa ses çıkarılmaz. Halife Ömer, hutbe
okurken, “Susun ve beni dinleyin” dediğinde, “Üzerindeki elbiseyi nerden
bulduğunu, nasıl ona sahip olduğunu bize açıklayıp bizi ikna etmeden sana itaat
etmeyiz” diyen erkek cemaat da, “Allah'ın sınır koymadığı mehirde sen nasıl
kısıtlamaya gidebilirsin ?” diye itiraz eden kadın cemaat da târih oldu.
Yukarıda, toplantının amacının, zikrullâh olduğunu ifade etmiştik. Zikrullâh
hakkında A‘râf sûresi'nin sonundaki özel yazımıza bakılabilir. Kısacası
zikrullâh/Allah'ın anılması, bir tesbih alıp dil ile “Allah, Allah, Allah…” demek
değil, “Allah'ın üzerimizdeki hakklarını, bize sunduğu nimetleri düşünmek, kul
olarak O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizin muhâsebesini
yapmak ve verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip
nankörlük etmemek; daima bu bilinç içerisinde olmak”tır.
Böyle bir uygulama ile hiç şüphesiz Müslümanların bir nevi haftalık bakımları
yapılıyor; inanç ve amelleri revize ediliyor; ileriki hafta için işleri programlanıyor;
aralarındaki ihtilaflar, yaşamlarındaki aksaklıklar, yapılması lazım gelen işler,
dertler, tasalar, eleştiriler, orada hiç kimseye alet olmadan her Müslümanın katılımı
ile özgürce ve tam bir dokunulmazlıkla istişâre edilip karara bağlanıyor. Ayrıca bu
toplantı vesilesi ile Müslümanlar tanışıp konuşuyorlar, dostluk tazeliyor; bilgileri,
bilinçleri artıyor; kenetleniyor; güç birliği yapıyor ve bunu da dosta-düşmana
gösteriyorlar. Sürü gibi câmiye doluşarak uyuklayıp uyuklayıp dağılmıyorlar. –İşte
onun içindir ki Toplantı Günü Salâtı, es-Salâtu'l-Vustâ'dır [en hayırlı salâttır].–
Sonra da, bu dinamizmle, Allah'ın nimetlerini aramak için yeryüzüne yayılıyorlar.
Ne kadar güzel ve anlamlı.
Sahîh sünnete ve târihî belgelere bakılırsa Peygamberimizin mescidi, her türlü
kamu hizmeti ve sosyal aktivite için kullandığı görülür. Bugün de mescitler/câmiler
kongre, konferans, sergi solonu, kütüphane, eğitim-öğretim gibi tüm sosyal ve
kültürel aktivitelere açık olmalıdır. Mescitler/câmiler uyuma ve uyutma mekânları,
mahalleri ve merkezleri olmaktan çıkarılmalı, İslâm'daki özgün kimliğine
kavuşturulmalıdır. Yani, mescitler/câmiler salât mahalli; bilgilenme, bilinçlenme ve
aydınlanma yerleri olmalıdır.
İşte İslâm'ın Cum‘ası, Müslümanların yerel gündem toplantısı böyle olmalı!
15
11
Ve onlar, bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman ona gittiler ve seni
ayakta bıraktılar. De ki: “Allah'ın yanında bulunan şeyler, eğlenceden ve
ticaretten hayırlıdır. Ve Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
Bu âyette, Müslümanların yaptığı hatalı bir davranışa dikkat çekilip, doğru
davranış şekli gösterilmektedir. Âyetten anlaşıldığına göre bir grup, konuştuğu
sırada Rasûlullah'ı bırakıp ticaret ve eğlence peşine düşmüşler ve bu yüzden de,
Allah'ın yanında bulunan şeyler, eğlenceden ve ticaretten hayırlıdır. Ve Allah, rızık
verenlerin en hayırlısıdır ifadesiyle uyarılmışlardır:
14
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, etinden ve
sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü/çekici
kılındı. Bunlar, basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında
olandır.
15-17
De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Allah'ın koruması altına girmiş;
“Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi Ateş'in azabından koru!”
diyen, sabreden; direnç gösteren, doğru olan, sürekli saygıda duran, Allah yolunda harcamada
bulunan ve seherlerde bağışlanma dileyen kişiler için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları,
altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan hoşnutluk vardır. Ve Allah, kulları en iyi
görendir.
(Âl-i İmrân/14-17)
Kaynaklar bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şu bilgileri aktarırlar:
Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman... ona doğru yöneldiler buyruğu hakkında
Müslim'in Sahîh'inde Câbir b. Abdullah'tan gelen rivâyet şöyledir: “Peygamber (s.a) Cum‘a günü
ayakta hutbe irad ederdi. Bir gün Şam'dan bir kervan geldi. İnsanlar ona doğru gittiler. Geriye sadece
12 kişi kaldı. (Bir rivâyette, “Onlardan biri de bendim” ibaresi de vardır). İşte Cumu‘a sûresi'ndeki,
Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman seni ayakta bırakıp ona yöneldiler âyeti bunun
üzerine indirildi.”
el-Kelbî ve başkalarının zikrettiklerine göre bu kervanı getiren kişi Dıhye b. Halife el-
Kelbî'dir. Bu kervan, insanların açlık çektikleri ve fiyatların oldukça pahalandığı bir sırada Şam'dan
gelmişti. Onunla birlikte insanların ihtiyaç duydukları buğday, un ve daha başka şeyler vardı.
Kervanı (Medîne çarşılarından) Ahcaru'z-Zeyt denilen yerde konakladı. İnsanların geldiğini haber
almaları için davul çalındı. 12 kişi müstesnâ, (mescitte) bulunanlar çıkıp gitti. Kalanların 11 kişi
olduğu da söylenmiştir.
el-Kelbî dedi ki: “O sırada Cum‘a namazı hutbesini dinliyorlardı. Hutbeyi bırakıp kervana
koştular. Rasûlullah (s.a) ile birlikte 8 kişi kaldı.” Bunu es-Sa‘lebî, İbn Abbâs'tan nakletmiştir.3
Aralarında Ebu'l-Âliye, Hasan, Zeyd ibn Eslem ve Katâde'nin de bulunduğu tâbiîn'den
birden çok kişi böyle demişlerdir. Mukâtil ibn Hayyân'ın iddiasına göre; bu kervan, Müslüman
olmazdan önce Dıhye ibn Halîfe'nin kervanıydı. O, davul çalarak halkı toplardı. Müslümanlardan
pek azı müstesnâ cemaat Rasûlullah'ı minberde ayakta dikili olarak bırakıp ticaret kervanına
gitmişlerdi. Bu konudaki haber sahihtir. Nitekim İmâm Ahmed ibn Hanbel der ki: Bize İbn İdrîs...
Câbir'in şöyle dediğini bildirdi: “Medîne'ye bir kervan gelmişti, Rasûlullah (s.a) da o esnada hutbe
okuyordu. Halk çıkıp kervana gitti ve mescitte 12 kişi kaldı. Bunun üzerine, Onlar, bir ticaret veya
oyun gördükleri zaman; seni ayakta bırakarak oraya yöneldiler âyeti nâzil oldu.”4
Dıhye b. Halife el-Kelbî (r.a), Müslüman olmazdan önce, beraberinde çeşitli ticaret malları
bulunduğu hâlde, Şam'dan alış-veriş yapmış olarak çıkageldi. Medîneliler onu davul ve alkışlarla
karşıladılar ve bu iş, Cum‘a günü oldu. Tam o sırada, Hz. Peygamber (s.a) minberde ayakta hutbe
okuyordu. Müslümanlar, bunun için çıktılar. Hz. Peygamber'in (s.a) yanından ayrıldılar. Câmide
3
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
4
İbn Kesîr.
16
farklı rivâyetlere göre sadece 12 veya 8 yahut da 40 kadar kişi kaldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a), “Eğer bu kalanlar da olmasaydı tepelerine taş yağdırılırdı” dedi ve bu âyet nâzil oldu.5
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.
5
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb; Mukâtil.
17

Weitere ähnliche Inhalte

Was ist angesagt? (20)

90. ahzab suresi
90. ahzab suresi90. ahzab suresi
90. ahzab suresi
 
105. mücadele suresi
105. mücadele suresi105. mücadele suresi
105. mücadele suresi
 
70. nahl suresi
70. nahl suresi70. nahl suresi
70. nahl suresi
 
112. maide suresi
112. maide suresi112. maide suresi
112. maide suresi
 
Ali Sırrı Efendiye mektup
Ali Sırrı Efendiye mektupAli Sırrı Efendiye mektup
Ali Sırrı Efendiye mektup
 
51.yunus suresi
51.yunus suresi51.yunus suresi
51.yunus suresi
 
107. tahrim suresi
107. tahrim suresi107. tahrim suresi
107. tahrim suresi
 
Mü'minlere Nizamı İlahiden Bir Katre ! İnkârcılara Allah Kelamı ile Uyarı !
Mü'minlere Nizamı İlahiden Bir Katre !  İnkârcılara Allah Kelamı ile Uyarı !Mü'minlere Nizamı İlahiden Bir Katre !  İnkârcılara Allah Kelamı ile Uyarı !
Mü'minlere Nizamı İlahiden Bir Katre ! İnkârcılara Allah Kelamı ile Uyarı !
 
Sualar
SualarSualar
Sualar
 
77. mülk suresi
77. mülk suresi77. mülk suresi
77. mülk suresi
 
52. hud suresi
52. hud suresi52. hud suresi
52. hud suresi
 
91. mümtehıne suresi
91. mümtehıne suresi91. mümtehıne suresi
91. mümtehıne suresi
 
55. en'am suresi
55. en'am suresi55. en'am suresi
55. en'am suresi
 
Allah'in heryerde olusu
Allah'in heryerde olusuAllah'in heryerde olusu
Allah'in heryerde olusu
 
106. hucurat suresi
106. hucurat suresi106. hucurat suresi
106. hucurat suresi
 
Affetmek. faruk kesgi̇n
Affetmek. faruk kesgi̇nAffetmek. faruk kesgi̇n
Affetmek. faruk kesgi̇n
 
Turkish Quran
Turkish QuranTurkish Quran
Turkish Quran
 
96. ra'd suresi
96. ra'd suresi96. ra'd suresi
96. ra'd suresi
 
71. nuh suresi
71. nuh suresi71. nuh suresi
71. nuh suresi
 
50. isra suresi
50. isra suresi50. isra suresi
50. isra suresi
 

Andere mochten auch (14)

Blearning Magazine
Blearning MagazineBlearning Magazine
Blearning Magazine
 
86. muttaffifin suresi
86. muttaffifin suresi86. muttaffifin suresi
86. muttaffifin suresi
 
19inferencias
19inferencias19inferencias
19inferencias
 
109. saff suresi
109. saff suresi109. saff suresi
109. saff suresi
 
81. naziat suresi
81. naziat suresi81. naziat suresi
81. naziat suresi
 
83. inşikak suresi
83. inşikak suresi83. inşikak suresi
83. inşikak suresi
 
85. ankebut suresi
85. ankebut suresi85. ankebut suresi
85. ankebut suresi
 
Info
InfoInfo
Info
 
Que es la técnica
Que es la técnicaQue es la técnica
Que es la técnica
 
87. bakara
87. bakara87. bakara
87. bakara
 
95. muhammed suresi
95. muhammed suresi95. muhammed suresi
95. muhammed suresi
 
98. insan suresi
98. insan suresi98. insan suresi
98. insan suresi
 
113. tevbe suresi
113. tevbe suresi113. tevbe suresi
113. tevbe suresi
 
ФОРМУВАННЯ СТРАТЕГІЇ РОЗВИТКУ ДП «МІЖНАРОДНИЙ АЕРОПОРТ «БОРИСПІЛЬ»
ФОРМУВАННЯ СТРАТЕГІЇ РОЗВИТКУ ДП «МІЖНАРОДНИЙ АЕРОПОРТ «БОРИСПІЛЬ»ФОРМУВАННЯ СТРАТЕГІЇ РОЗВИТКУ ДП «МІЖНАРОДНИЙ АЕРОПОРТ «БОРИСПІЛЬ»
ФОРМУВАННЯ СТРАТЕГІЇ РОЗВИТКУ ДП «МІЖНАРОДНИЙ АЕРОПОРТ «БОРИСПІЛЬ»
 

Ähnlich wie 110. cuma suresi (17)

66. ahkaf suresi
66. ahkaf suresi66. ahkaf suresi
66. ahkaf suresi
 
100. beyyine suresi
100. beyyine suresi100. beyyine suresi
100. beyyine suresi
 
43.fatır suresi
43.fatır suresi43.fatır suresi
43.fatır suresi
 
89. âl i imran suresi
89. âl i imran suresi89. âl i imran suresi
89. âl i imran suresi
 
65. casiye suresi
65. casiye suresi65. casiye suresi
65. casiye suresi
 
103. hacc suresi
103. hacc suresi103. hacc suresi
103. hacc suresi
 
Kuran-ı kerim Diyanet Meali
Kuran-ı kerim Diyanet MealiKuran-ı kerim Diyanet Meali
Kuran-ı kerim Diyanet Meali
 
61. fussilet suresi
61. fussilet suresi61. fussilet suresi
61. fussilet suresi
 
102. nur suresi
102. nur suresi102. nur suresi
102. nur suresi
 
57. lokman suresi
57. lokman suresi57. lokman suresi
57. lokman suresi
 
54. hicr suresi
54. hicr suresi54. hicr suresi
54. hicr suresi
 
Güzel ahlak
Güzel ahlakGüzel ahlak
Güzel ahlak
 
84.rum suresi
84.rum suresi84.rum suresi
84.rum suresi
 
En hayırlı ümmetsiniz
En hayırlı ümmetsinizEn hayırlı ümmetsiniz
En hayırlı ümmetsiniz
 
Translation of the meaning of the holy quran in turkish
Translation of the meaning of the holy quran in turkishTranslation of the meaning of the holy quran in turkish
Translation of the meaning of the holy quran in turkish
 
Lise nefis terbiyesi
Lise nefis terbiyesiLise nefis terbiyesi
Lise nefis terbiyesi
 
59. zümer suresi
59. zümer suresi59. zümer suresi
59. zümer suresi
 

Mehr von TEBYİN-ÜL-KUR’AN (13)

Qur'an in English
Qur'an in EnglishQur'an in English
Qur'an in English
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmazQur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
 
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedekNecm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
 
Sonsöz
SonsözSonsöz
Sonsöz
 
114. nasr suresi
114. nasr suresi114. nasr suresi
114. nasr suresi
 
111. fetih suresi
111. fetih suresi111. fetih suresi
111. fetih suresi
 
101. haşr suresi
101. haşr suresi101. haşr suresi
101. haşr suresi
 
99. talak suresi
99. talak suresi99. talak suresi
99. talak suresi
 
97. rahman suresi
97. rahman suresi97. rahman suresi
97. rahman suresi
 
93. zilzal suresi
93. zilzal suresi93. zilzal suresi
93. zilzal suresi
 
92. nisa suresi
92. nisa suresi92. nisa suresi
92. nisa suresi
 

110. cuma suresi

  • 1. 110 (62). CUMA SÛRESİ MEDENÎ, 11 ÂYET GİRİŞ Adını 9. âyetteki ‫[الجمعة‬el-cumu‘a] sözcüğünden alan sûrenin, Medîne'de 110. sırada indiği kabul edilir. Âyetlerde gönderme yapılan konulara göre ilk 8 âyetin, hicrî 7. yılda ve muhtemelen Hayber fethinde yahut biraz sonra nâzil olduğu, son 3 âyetin de hicretten kısa bir zaman sonra nâzil olduğu söylenebilir. Bu sûre ilk önce Allah'ın sübhân oluşu; evrendeki her varlığın, Allah'ın eksikliklerden münezzeh olduğunu bildirdiklerinin beyânıyla başlamakta, ardından peygamberlerin sonuncusu Muhammed'in peygamber olarak gönderilişi, Yahûdilerin tutarsızlıkları ve aşağılık konumları açıklanmakta, sonra da hakk dinin olmazsa olmazı olan salât ve salâtın ikâmesi konu edilmektedir. RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA MEAL: 1 Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, bütün evrenin hükümdarı, tertemiz, her türlü kötülük ve eksiklikten uzak olan, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah'ı noksan sıfatlardan arındırırlar. 2,3 O, Anakentliler/Mekkeliler içinde, kendilerinden olan ve Anakentlilere ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah'ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir elçi gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.– Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. 4 Elçi göndermek, Allah'ın dilediği kişilere verdiği armağanıdır. Ve Allah, büyük armağan sahibidir. 5 Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan toplumun örneği ne kötüdür! Ve Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna doğru yolu göstermez. 6 De ki: “Ey Yahudileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız kendinizin, Allah'ın yakınları/ yardımcıları olduğuna inanıyorsanız, eğer doğru kimseler iseniz hemen ölümü isteyin.” 1
  • 2. 7 Oysa onlar, ellerinin önden gönderdiği şeyler/ işledikleri suçlar yüzünden, ölümü asla istemezler. Ve Allah, yanlış; kendi zararlarına iş yapanları çok iyi bilendir. 8 De ki: “Şüphesiz sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, kesinlikle size kavuşacaktır. Sonra görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği ve algılanabilen her şeyi bilene döndürüleceksiniz. O, size yapmış olduğunuz şeyleri haber verecektir.” 9 Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma için] seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. 10 Sonra da salât [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma] gerçekleştirildiğinde, hemen yeryüzünde dağılın ve Allah'ın armağanlarından arayın. Ve zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız için Allah'ı çok anın. 11 Ve onlar, bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman ona gittiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: “Allah'ın yanında bulunan şeyler, eğlenceden ve ticaretten hayırlıdır. Ve Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” TAHLİL: 1 Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, bütün evrenin hükümdarı, tertemiz, her türlü kötülük ve eksiklikten uzak olan, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah'ı noksan sıfatlardan arındırırlar. 2,3 O, Anakentliler/Mekkeliler içinde, kendilerinden olan ve Anakentlilere ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah'ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir elçi gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.– Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. 4 Elçi göndermek, Allah'ın dilediği kişilere verdiği armağanıdır. Ve Allah, büyük armağan sahibidir. Sûrenin girişini oluşturan, Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, melik, kuddûs, azîz ve hakîm Allah'ı tesbih ederler. O, Ümmiler [Anakentliler] içinde, kendilerinden olan ve onlara [Anakentlilere] ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah'ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.– Ve O, azîz'dir, hakîm’dir. Bu [elçi gönderimi], Allah'ın, dilediği kişiye verdiği lütfudur. Ve Allah, büyük lütuf sahibidir paragrafıyla, Allah, Kendisini ve Elçisi'ni tanıtmaktadır. 2
  • 3. Buradaki Ümmiler, ifadesi “Anakentliler” demek olup bununla “Mekkeliler” kastedilmektedir. Mekke'ye, “el-Ümm” (aslı, ümmü'l-kura'dır) denilmesiyle ilgili detaylı açıklama yapmıştık.1 Âyetteki, Ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına ifadesiyle de, Rasûlullah'tan sonraki insanlar kastedilmektedir. Çünkü Rasûlullah'ın elçiliği, muayyen bir zaman, mekan/coğrafya ve insanlarla sınırlı olmayıp evrenseldir: 156,157 Allah diyor ki: “Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları Anakentli/ Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” 158 De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde kılavuzlandığınız doğru yolu bulmanız için Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden, Ümmî; Anakentli; Mekkeli Peygamber olan Elçisi'ne iman edin ve o'na uyun.” (A‘râf/157-158) 19 De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur’ân vahyolundu. Allah'la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.” (En‘âm/19) 107 Biz, seni de ancak, âlemler için bir rahmet olarak/ rahmet için gönderdik. (Enbiyâ/107) 1 Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna/kullarına Furkân'ı indiren ne cömerttir/ ne bol bol nimet verendir! 2 Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, hiç çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi oluşturup sonra da onları bir ölçüye göre ayarlama yapandır. (Furkân/1) 28 Ve Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik, velâkin insanların çoğu bilmiyorlar. (Sebe/28) 4. âyette ise, elçiliğin Allah'ın bir lütfu olduğu, kimsenin kendini veya bir başkasını elçi tayin etmesinin mümkün olmadığı vurgulanmaktadır. Bunun bir benzeri daha evvel de geçmişti: 31 Yine onlar: “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler. 32 Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/31-32) 1 Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 55-65. 3
  • 4. 5 Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan toplumun örneği ne kötüdür! Ve Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna doğru yolu göstermez. 6 De ki: “Ey Yahudileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız kendinizin, Allah'ın yakınları/ yardımcıları olduğuna inanıyorsanız, eğer doğru kimseler iseniz hemen ölümü isteyin.” 7 Oysa onlar, ellerinin önden gönderdiği şeyler/ işledikleri suçlar yüzünden, ölümü asla istemezler. Ve Allah, yanlış; kendi zararlarına iş yapanları çok iyi bilendir. 8 De ki: “Şüphesiz sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, kesinlikle size kavuşacaktır. Sonra görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği ve algılanabilen her şeyi bilene döndürüleceksiniz. O, size yapmış olduğunuz şeyleri haber verecektir.” Bu âyetlerde, elçi göndermenin Allah'ın bir lütfu olduğu vurgulanarak, bu hususta hevâları doğrultusunda beklentiye giren Yahûdiler kınanmaktadırlar: Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan toplumun misali ne kötüdür! Ve Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez. Âyetlerden anlaşılacağı üzere Allah, Yahûdilere Tevrât'ı indirmiş ve onun içindeki ilkeleri uygulamalarını emretmiş; onlar ise Tevrât'ı uygulamamış; böylece de, içinde ne olduğunu bilmeden kitap taşıyan eşek konumuna düşmüşlerdir. Bundan sonra da kendilerine, Ey Yahûdileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız kendinizin Allah'ın velîleri olduğuna inanıyorsanız, eğer doğru kimseler iseniz hemen ölümü isteyin diye meydan okunmuş, onların, ellerinin önden gönderdiği şeyler yüzünden ölümü asla istemeyecekleri beyân edilmiştir. Sonra yine onlar, Şüphesiz sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, mutlaka size kavuşacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O, size yapmış olduğunuz şeyleri haber verecektir diye uyarılmıştır. Yahûdilerin mesnetsiz iddiaları değişik sûrelerde zikredilmiştir: Bakara/111, 80, Âl-i İmrân/24-25, Mâide/18. Onların durumu, eşeklerin durumundan daha kötüdür. Zira, eşeğin akletme ve tefekkür etme gücü yoktur. Bunlara ise Allah akıl, fikir, zeka ve anlayış lütfetmiş, fakat onlar bu nimetleri kullanmamışlardır: 179 Ve andolsun ki tanıdıklarınızdan-tanımadıklarınızdan birçoğunu cehennem için türetip ürettik; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar duyarsızların ta kendileridir. (A‘râf/179) Bu âyetlerdeki Yahûdi karakteri, Bakara ((Bakara/84-101)), Ahzab (Ahzâb/25) ve Âl-i Imran (Âl-i İmrân/119) sûrelerinde deşifre edilmiş ve Rasûlullah'ın bu kitlenin gerçek yüzünü tanıması sağlanmıştır. 4
  • 5. Bu gerçekler karşısında dayatanlara çeşitli âyetlerde meydan okunmuştur: 60 Bu gerçek, senin Rabbindendir, öyleyse şüphecilerden olma. 61 Sana bilgiden geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışırsa hemen: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da birbirimizi dışlayıp gözden çıkaralım da Allah'ın dışlayıp gözden çıkarmasını yalancılar üzerine kılalım” de. (Âl-i İmrân/60,61) 75 De ki: “Kim sapıklık içinde olursa, Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], ona uzattıkça uzatır/süre tanır. Sonunda kendilerine vaat edileni [azabı veya kıyâmetin kopuşunu] gördükleri vakit, artık onlar kimin makamca-mevkice daha şerli ve askerce [destekçe, kuvvetçe] daha zayıf olduğunu bilecektir. (Meryem/75) 77,78 Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/vergiyi verin” denilenleri görmedin mi/ hiç düşünmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'a duydukları saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti gibi yahut daha şiddetli olarak insanlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyarlar. Ve “Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için daha hayırlıdır ve siz “bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar” bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isabet ederse, “Bu Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, neredeyse hepten söz anlamayacaklar? (Nisâ/77-78) 9 Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma için] seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. 10 Sonra da salât [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma] gerçekleştirildiğinde, hemen yeryüzünde dağılın ve Allah'ın armağanlarından arayın. Ve zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız için Allah'ı çok anın. Bu âyetlerde Müslümanlara, varlıklarını sürdürmenin yolu gösterilmektedir: Mü’minler, kendilerine bir toplantı günü belirlemeli; “toplantı günü” salât için seslenildiği zaman da hemen Allah'ın anılmasına koşmalı, alış-verişi bırakmalıdırlar. Bu, mü’minler için en yararlı şeydir. Burada alış-veriş ile, “tüm işler” kastedilmiştir. Alış-verişin zikredilmesi, insanların alış-verişi en önemli iş saymalarındandır. Salât, ilâhî dinlerin olmazsa olmazıdır. İlk peygamberden son Peygamber'e kadar bütün peygamberler salâtı tebliğ etmiştir. O nedenle salâtın asla ihmal edilmemesi gerekir: 36-38 Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekâtı/vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. 5
  • 6. (Nûr/36-38) 9 Ey iman etmiş kimseler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, zarara, kayba uğrayıp acı çekenlerin ta kendileridir. (Münâfıkûn/9) EN HAYIRLI SALÂT [ES-SALÂTU'L-VUSTÂ]: CUM‘A 238,239 Salâtları [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını] ve en hayırlı salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmanın; toplumu aydınlatmanın en yararlı olanı; haftalık toplantı günü salâtını] elbirliği ile koruyun. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın; işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin. Ama eğer korkulu bir ortamda bulunuyorsanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken; hareket hâlinde koruyun, yerine getirin. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen anın. (Bakara/238-239) Bu âyette geçen ‫الوسطى‬ ‫ولوة‬‫ص‬ّ‫ل‬ ‫ال‬ [es-salâtu'l-vustâ] ifadesi, Müslümanlar arasında çok tartışılmasına rağmen bugüne kadar net bir şekilde açıklığa kavuşturulamamıştır. Bu ifadenin, “orta namaz” olarak anlaşılmasında bir mutabakat olmasına karşılık, “orta namaz” ile hangi namazın kastedildiği hususunda 40 civarında rivâyet ve 19 farklı görüş ortaya çıkmıştır. ‫الوسطى‬ ‫ولوة‬‫ص‬ّ‫ل‬ ‫ال‬ [es- salâtu'l-vustâ], kimine göre “sabah namazı”, kimine göre “öğle namazı”, kimine göre de “ikindi namazı”dır. Sonuç olarak, es-salâtu'l-vustâ hususunda, ne salât'ı “namaz” olarak değerlendiren klâsik anlayışla, ne de sorgulayıcı zihniyetin mantıkî yaklaşımlarıyla, herkesin kabul edebileceği bir sonuca ve gerçeğe ulaşılamamıştır. Biz de, derin bir araştırma yapmadığımız bu konuda, mevcut görüşlerden en sağlamını doğru olarak kabul etmek durumunda kalmıştık. Ancak, Kur’ân ve dil yönünden yaptığımız çalışmalar, meseleyi daha iyi anlamamıza sebep oldu ve ulaştığımız sonucu burada paylaşıyoruz. Şunu hemen belirtelim ki biz, Peygamberimizin ve ilk Müslümanların salâtu'l- vustâ'nın ne olduğunu gâyet iyi bildikleri kanaatindeyiz. Çünkü salâtu'l-vustâ hakkında Peygamberimiz ve sahabe döneminde ne Peygamberimize bir soru yöneltilmiş, ne de bir tartışma meydana gelmiştir. Konunun tahliline başlarken, öncelikle âyetlerdeki ifadelerle ilgili olarak iki hususun göz önüne alınması gerekir: 1) Âyetteki ‫الوسطى‬ ‫ولوة‬‫ص‬ّ‫ل‬ ‫ال‬ [es-salâtu'l-vustâ], muarref [belirtili] bir sıfat tamlamasıdır. Bir başka ifade ile sıfat ve mevsuf, lam-ı tarifli olup nekre [belgisiz] değildir. Yani, muarref bir ifade olan salâtu'l-vustâ, özel isim konumunda olup herkesin bildiği bir salâttır. 6
  • 7. 2) Âyetteki, Salâtları ve salâtu'l-vustâ'yı koruyun ifadesinde, iki mef‘ul [tümleç; belirtili nesne] bulunduğundan, salâtu'l-vustâ'nın, bildiğimiz salâtlardan başka bir salât olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden, salâtu'l-vustâ'yı, günlük salâtlardan biri olarak kabul etmek bir hatadır. SALÂTU'L-VUSTÂ NEDİR? Bir konuyu doğru anlamak için gerekli olan ilk şartın, söz konusu konu ve ibarenin orijinal dilini iyi bilmek olduğunda kuşku yoktur. Dolayısıyla meseleyi çözmek için yapılacak ilk iş; ‫الوسطى‬ [el-vustâ] sözcüğünün Arap dilindeki doğru anlamını bulmaktır. Ancak, sözcüğün doğru anlamını bulmak da meseleyi çözmek için yetmemekte, ayrıca sözcüğün Kur’ân'da da bu anlamda kullandığını, yine Kur’ân ile teyit etmek gerekmektedir. Öyleyse tahlile, ‫الوسطى‬ [el-vustâ] sözcüğünün türediği ‫وسط‬ [v-s-t] sözcüğünden başlamak gerekir. Arap dilinin tartışmasız en muteber iki kaynağı olan Lisânu'l- Arab ve Tâcu'l-Arûs bu konuda aşağıdaki açıklamaları vermiştir: ‫سط‬‫س‬‫وس‬ [v-s-t] kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur. Vesat şeklinde okununca isim, vest şeklinde okununca zarf olarak kullanılır. Bu sözcük, “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” anlamına gelir. (Biz bunu, bir şeyin kendi ortası olarak anlayabiliriz.) “İpi ortasından kavradım”, “Oku ortasından kırdım” şeklinde kullanılır. Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümü demektir. At veya devesine binecek bedevî için at veya devesinin en hayırlı yeri, at ve devenin boyun ve kıçı olmayıp belinin ortasıdır. Yine, devesi için kuracağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ, cömertlik; cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır. İşte bu nedenle ‫سسط‬‫س‬‫وس‬ [vest] sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün” anlamına genelleşmiştir. Araplar, O, kavminin evsatındadır dediklerinde, “O, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır” demek isterler. Veya, Şu vesît kişiye bir bakın dediklerinde, “Şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın” demek isterler. Ve Rabbimizin, Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık (Bakara/143) ifadesi, “ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık” demektir. Bakara/238'de yer alan, es-salâtu'l-vustâ ile ilgili 40 civarında rivâyet olup bunlar 19 farklı görüşü içermektedir. Bunlardan en kuvvetli görüş, salât-ı vustâ'nın “ikindi salâtı”, “sabah salâtı” ve “Cum‘a salâtı” olduğu görüşleridir. Ebû'l-Hasen, “es-Salâtu'l-vustâ, ‘Cum‘a salâtı’dır. Salâtların en hayırlısı Cum‘a salâtıdır. Kim buna muhalefet ederse hata eder” demiştir. 7
  • 8. Ayrca İbn Side, el-Muhkem kitabında yer aldığına göre, “Kim salât-ı vustâ Cum‘a'dan başka bir şey derse hata eder” demiştir.2 Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre “orta” demek olan vesat sözcüğü, Araplar arasında; “hayırlı, yararlı” anlamında kullanılmaktadır. O hâlde, ‫وسط‬ [v-s-t] sözcüğünün ism-i tafdili ve müennes [dişil] kalıbı olan ‫الوسسسطى‬ [el-vustâ] ile müzekker [eril] kalıbı olan evsat sözcükleri de, “en hayırlı, en yararlı” anlamına gelmektedir; aynı, ekber ve kübrâ; hasen ve hüsnâ sözcüklerinde olduğu gibi. ‫الوسسسسطى‬ [el-vustâ] sözcüğünün türevleri, ikisi müzekker (Kalem/28 ve Mâide/89) olmak üzere Kur’ân'da 5 yerde geçmektedir: Kalem/28, Mâide/89, Âdiyât/5. Sözcük Kur’ân'da, Bakara/143 ve Bakara/238'de de geçmektedir. Vusta sözcüğünün, “en değerli, en yararlı” demek olduğu, Kur’ân âyetleri ile de tesbit ve tescil edildiğine göre, artık Bakara/238'de geçen, ‫الوسطى‬ [el-vustâ] ile ‫الصسسولوة‬ [es-salât] sözcüğünün birleşmesinden meydana gelen ‫الوسسسطى‬ ‫صسسولوة‬ّ‫ل‬ ‫ال‬ [es- salâtu'l-vustâ] tamlamasını, “en yararlı, en hayırlı salât” olarak anlamak gerekir. KUR’ÂN, “EN YARARLI, EN HAYIRLI SALÂT”I BİLDİRMİŞTİR Kur’ân'da belirgin olarak zikredilmiş bir ifade anlaşılamayacak olsaydı, bu, Kur’ân için bir nâkısa –ki mübîn ve mufassal olan Kur’ân bundan münezzehtir– mü’minler için de bir eksiklik teşkil ederdi. Kanaatimize göre Peygamberimiz ve sahabe tarafından anlaşılan bu ifade, zaman içinde rivâyetlerle oluşan kaosta anlaşılamaz hâle gelmiştir. Kur’ân'dan anlaşıldığına göre, salâtu'l-vustâ [en hayırlı salât, toplantı günü salâtı], Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun] (Bakara/238) emriyle farz kılınmıştır. Daha sonra da Cum‘a sûresi'nde buna gönderme yapılmıştır: 9 Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma için] seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. (Cum‘a/9) Bu âyetle, Bakara/238'de ‫سطى‬‫س‬‫الوس‬ ‫سولوة‬‫س‬‫ص‬ّ‫ل‬ ‫ال‬ [es-salâtu'l/vustâ] olarak zikredilen salât'ın, “Cum‘a salâtı/toplantı günü yapılan salât” olduğu belirginleşmiştir. İşte, es-salâtu'l-vustâ ifadesinin Kur’ân'a göre anlamı budur. Kur’ân'daki bu delilden sonra, artık salâtu'l-vustâ'nın hangi salât olduğuna dair başka delil ve rivâyet aramak beyhudedir! 2 Lisânu'l-Arab, c. 9, s. 297-301; Tâcu'l-Arûs, c. 10, s. 442-448. 8
  • 9. CUM‘A [YEREL GÜNDEM TOPLANTISI, KONGRE, KONFERANS, MİTİNG] Cum‘a sözcüğü, “toplanma” anlamındaki ‫ع‬ ‫م‬ ‫ج‬ [c-m-‘a] kökünden gelir. Dilbilimcilerden A‘meş ‫مةعسسة‬ْ‫ع‬ ‫الج‬ [cum‘a], Âsım ve Hicazlı dil bilimciler ‫مةعسسة‬ُ‫ةع‬ ‫ج‬ُ‫ةع‬ ‫ال‬ [cumu‘a] diye okurlar. Cum‘a diye okumak Ukayloğulları lehçesine göredir. ‫الجمةعة‬ ‫يوم‬ [YEVMU'L-CUM‘A] Yevm [gün] ve cem‘ [toplanma] sözcüklerinden oluşan yevmu'l-cum‘a tamlaması, “toplanma günü, toplantı günü” demektir. Arapların haftanın günlerinden “el-Arube” dedikleri gün, sonradan ‫الجمةعة‬ ‫يوم‬ [yevmu'l-cumu‘a/toplantı günü] olarak değiştirilmiştir. “Arube” adını, “Cumu‘a”ya dönüştüren kişinin kimliği hakkında bir netlik yoktur. Bazıları bunu, Dâru'n-Nedve'de toplantı için Kureyş'in, bazıları da Rasûlullah'ın atalarından Ka‘b b. Lüey'in değiştirdiğini ileri sürmüşlerdir. Doğruya en yakın olanı ise bunun Medîne'de Müslümanlar tarafından değiştirildiğidir. Klâsik kaynaklarda olay şöyle yer alır: İbn Sîrîn şöyle dedi: — Medîneliler Peygamber (s.a) Medîne'ye gelmeden ve cum‘a (farzı) inmeden önce cum‘a için toplandılar. Bugüne cum‘a adını verenler de onlardır. Şöyle ki: Onlar dediler ki: “Yahûdilerin yedi günde bir biraraya gelip toplandıkları bir günleri vardır: Cum‘artesi günü; Hristiyanların da böyle bir günleri vardır: Pazar günü. Gelin biz de kendimiz için bir araya gelip toplanacağımız, Allah'ı anıp namaz kılacağımız ve birtakım hatırlatmalarda bulunacağımız bir gün kararlaştıralım”, ya da buna benzer sözler söylediler. Yine dediler ki: “Cum‘artesi Yahûdilerin, Pazar Hristiyanların günüdür; siz de bu günü Arube günü olarak tesbit edin. Bunun üzerine (Ebû Umâme künyeli) Es‘ad b. Zurâre'nin (r.a) etrafında toplandılar. O da o gün onlara 2 rekât namaz kıldırdı, onlara öğüt verdi. Biraraya gelip toplandıkları vakit, bu güne “cum‘a” adını verdiler. Es‘ad onlara bir koyun kesti, sayıca az oldukları için öğlen ve akşam onu yediler. İşte İslâm târihindeki ilk cum‘a budur. Derim ki: İleride de geleceği üzere rivâyet edildiğine göre, o vakit 12 kişi idiler. Yine bu rivâyette belirtildiğine göre onları bir araya toplayıp onlara namaz kıldıran kişi Es‘ad b. Zurâre'dir. Abdu'r-Rahmân b. Ka‘b b. Mâlik'in babası Ka‘b'dan rivâyet ettiği hadiste de –geleceği üzere– böyledir. el-Beyhakî de şöyle demektedir: — Bize Mûsâ b. Ukbe'den, o İbn Şibâb ez-Zührî'den rivâyet ettiğine göre Mus‘ab b. Umeyr Rasûlullah (s.a) Medîne'ye gelmeden önce Medîne'de Müslümanları Cum‘a namazı için toplayan ilk kişidir. el-Beyhakî dedi ki: 9
  • 10. — Mus‘ab'ın Cum‘a namazı için Müslümanları Es‘ad b. Zurâre'nin yardımıyla toplamış olması ve bundan dolayı Ka‘b'ın bu işi ona [Mus‘ab'a] izafe etmiş olması da mümkündür. Hicretten önce Medîne'deki Müslümanlara İslâm'ı öğretmek için gönderilmiş olan Mus‘ab ibn Umeyr'e mektup yazarak, “Yahûdilerin açıktan Zebur okudukları güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra Allah'a 2 rekât (namaz) ile takarrub edin.” Bu emir üzerine Mus‘ab, Medîne'de ilk Cum‘a kıldıran kişi olmuştur. Bu görevi Peygamber Medîne'ye gelinceye kadar sürdürmüştür.” Mus‘ab'ın (r.a) Cum‘a namazı kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, 12 idi. Peygamberimiz henüz hicret etmeden Yesribli (Medîne'nin o zamanki adı) Müslümanlar Es‘ad ibn Zurâre ile birlikte toplanıp, istişârede bulunurlardı. “Yahûdiler ve Hristiyanlar haftada bir gün toplanıyorlar, biz de haftada bir toplanalım” diye karar alıp toplanmaya başladılar. Ve toplantı gününün haftanın altıncı günü (bize göre beşinci gün) olmasına karar verdiler. Çünkü o gün Yesrib'de pazar kuruluyor; çevreden, yakın mesafelerden halk pazara geliyordu. Böylece toplantıya katılım daha çok olacaktı. İşte böylece “yevmu'l-arube”, “yevmu'l- cumu‘a/toplantı günü” oldu. Sonradan eski adı değil, yeni adı söylenir oldu. Târihî belgelere göre Rasûlullah, ilk Cum‘a'yı, Ranuna denilen yerde Sâlim ibn Avf mescidi'nde icra etmiştir. Rasûlullah, Medîne'ye hicret ettiğinde ilk olarak Kuba'da Amr ibn Avfoğulları'na misafir oldu. Orada pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kalıp, Kuba mescidi'nin temelini attı; sonra Cum‘a günü Medîne'ye gitmek için yola çıktı. Benû Sâlim yurduna gelince orada hutbe okuyup ilk defa Cum‘a günü salâtı icra etti. Bu, Rasûlullah'ın ilk Cum‘a salâtı uygulamasıdır. ‫الجمةعة‬ ‫يوم‬ [yevmu'l-Cum‘a] terkibini, “Cum‘a günü” şeklinde çevirmek, Arapça iki kelimenin birini Türkçeleştirip diğerini Arapça olarak bırakmaktır, ki bu, hem yanlıştır, hem de anlamın kapalı kalmasına sebep olur. Bu da, beraberinde birçok yanlış inanç ve ameli getirir. O nedenle yevmu'l-Cum‘a terkibine, “toplantı günü” anlamının verilmesi gerekir. Toplantı günü'nün hangi gün, hangi saat olacağı ve bu toplantıda salâtın nasıl icra edileceği, katılma koşulları vs. gibi detay Kur’ân'da verilmemiştir. Kur’ân'da öncelikle toplantı günü uygulanacak salât'ın, salâtların en hayırlısı olduğu ve bu salâtın kesinlikle korunması gerektiği bildirilmiştir: 238,239 Salâtları [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını] ve en hayırlı salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmanın; toplumu aydınlatmanın en yararlı olanı; haftalık toplantı günü salâtını] elbirliği ile koruyun. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın; işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin. Ama eğer korkulu bir ortamda bulunuyorsanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken; hareket hâlinde koruyun, yerine getirin. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen anın. (Bakara/238-239) Cum‘ayı farz kılan âyet, işte budur, Cum‘a/9 âyeti değildir. 10
  • 11. Sonra da toplantı günü, salât için çağrılınca, “Allah'ın anılmasına hemen koşulması” istenmiştir: 9 Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma için] seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. (Cum‘a/9) Demek oluyor ki, toplantı günü, uygulanacak olan salâtta, “Allah'ın anılması” sağlanacaktır. Mü’minler, bunun en iyi şartlarda gerçekleşmesi, en iyi verimin alınabilmesi için gerekli önlemleri alacaklardır. Toplantı günü yapılan salât için fıkıhçılar, “vücûbunun şartları” ve “edasının şartları” adı altında birtakım koşullar belirlemişlerdir, ki bunların detayı, fıkıh kitaplarında bulunmaktadır. Bu koşulların ileri sürülmesinin nedeni, Cum‘a'nın [toplantının; kongrenin, konferans veya mitingin] en sağlıklı, en verimli şekilde gerçekleşmesini sağlayabilmektir. Fıkıh kitaplarında Cum‘a'nın vücûbunun şartları [zorunlu görev olmasının koşulları] şöyle sıralanır: • Erkek olmak, • Hür olmak, • Şehirde oturmak, • Sıhhatli olmak, • Güvende olmak. Ayrıca bu şartlar için de birtakım aklî nedenler, Rasûlullah, sahabe ve ilk dönem İslâm târihinden birtakım uygulamalar delil gösterilir. Biz bu maddeler üzerinde kısaca açıklamalarda bulunacağız: HÜRRİYET/ÖZGÜRLÜK Bu şart, yerindedir. Zira salâtın icra edileceği musallalar ve mescitler [toplantı yerleri], Allah evidir. Orada kral-köle ayırımı yoktur; herkes özgür ve eşit statüde olup özgürce fikrini beyân eder, kimsenin düşüncesi kısıtlanamaz ve fikrinden dolayı kimse takibata uğratılmaz. Özgür olmayan, bağlı bulunduğu efendinin; kişi ya da kurumun görüşüne karşıt bir görüş ileri sürdüğünde bundan dolayı zarar görür. O nedenle, özgür olmayan ya efendisinin fikri paralelinde fikir beyân eder, ya da çekimser kalır. Bu yüzden hukuken, siyaseten ve fikren özgür olmayıp güdümlü olanların böyle ciddi toplantılarda yer almalarına gerek yoktur. ŞEHİRDE İKÂMET 11
  • 12. Toplantı, beldenin yerli nüfusu için, kadın-erkek ayırımı olmadan zorunlu bir görevdir. Misafir ve yolcular için ise zorunlu bir görev değildir. Çünkü dışarıdan geçici olarak gelenler o beldenin sorunlarını bilmezler, toplantıya katılanları tanımazlar. Onun için toplantıya katılmasalar da olur. Katılmaları durumunda ise, dinleyici sıfatıyla bulunup bilgilenirler. Sağlıklı ve güven içinde olma; kör, topal ve hasta olmama şartlarını açıklamaya gerek yoktur. Bunlar, her işte önemsenen hususlardır. Bizim üzerinde duracağımız husus, “erkek olma” şartıdır. Klâsik eserlerde bu konu ile ilgili şunlar yazılıdır: • Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum‘a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnâdır. • Cum‘a namazı kadınlara farz değildir. Ancak namazı cemaatle kılarlarsa bu yeterli olup, öğle namazını kılmaları gerekmez. Allah Teâlâ, tüm emir ve yasaklarını milliyet, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmadan genel ve mutlak olarak bildirmiştir. İslâm, fıtrat dini olup evrenseldir; her ırkı, her toplumu, her cinsi ve her ülkeyi kapsar. Kulluk ve görev yönünden kadını erkekten ayırmamıştır. Kadını asla ikinci sınıf insan, aklı ve dini noksan Müslüman saymamıştır. (Bu tarz kabuller, kendini bilmezler tarafından İslâm'a mâl edilmiş, gâfiller tarafından da kabul görmüştür. Bu tip inanç ve kabuller büyük bir gaflettir.) Kur’ân'da kadının, toplantı günü uygulanan salâta katılmasının farz olmadığını bildiren bir âyet yoktur. Sünen ve İslâm Târihi kitaplarında, Rasûlullah'ın, kadınların mescitlere gitmelerini ve eşlerinin bu duruma engel olmamalarını istediği, Emevîler dönemine kadar da kadınların Cum‘a/Toplantı'lara iştirak ettiği görülür. Ama, siyasî otorite sağlayabilmek için yazdırılmış bazı kitaplarda hadis olarak nakledilen bir rivâyet, bu hususta malzeme olarak kullanılmıştır: Bu hadiste güya Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş: Cum‘a salâtı, cemaat içinde bulunan her Müslüman üzerine Allah Teâlâ'nın bir hakkı olup farzdır. Ancak köleler, kadınlar, çocuklar ve hastalar bundan müstesnâdır. Hadis bilginleri, bu hadisin râvîsi olan Târık b. Şihâb'ın Rasûlullah'ı gördüğü, ama o'ndan bir şey işitmediğini ifade ederler. İşin aslı şu: O günkü siyasî otorite hakksız iktidarlarını sürdürebilmek için, toplumdaki direnci kırmayı düşünür; toplumun yarısını oluşturan kadınları, fitneye sebep olabilecekleri bahaneleriyle Cum‘a'dan/toplantı'dan uzaklaştırıp evlerine kapatırlar. O gün bu gün böyle devam edip gidiyor. Yine fıkıh kitapları birtakım târihî olayları delil kabul ederek, toplantı günü salâtının edasının şartları olarak şunları belirlemişlerdir: • Veliyyu'l-emr, 12
  • 13. • İzn-i âmm, • Vakit, • Cemaat, • Hutbe. Bunları kısaca açalım: 1) Veliyyu'l-emr: Resmî otoritenin başı, devlet başkanı ya da nâibi. 2) İzn-i âmm: Toplantının yapılacağı yerin herkese açık olması ve mülkî âmirin izin verdiği yerde (miting izni gibi) uygulanması. Bu ikisi, bugünkü siyasî yapı gereği uygulama imkânı bulunmayan şartlardır. Esasan böyle şartlar İslâm'da zaten yoktur. Müslümanlar nerede olsa toplanır, (ilk Müslümanlar koyun ağılında toplanmışlardı) Cum‘a/toplantı başkanını [kongre divan başkanını] aralarından seçer; “Allah'ın anılması” işini icra eder, ardından da Allah'ın nimetlerini aramak üzere yeryüzüne dağılırlar. İslâm, Allah'ın koyduğu sınırlarda yaşanır; onun-bunun himmeti ve izni oranında değil. Bu iki şartı, resmî otorite ve mülkî idareye bağlayanlar, laik sistemde işin içinden çıkamamışlardır. İnançları gereği, “Bu şartlarda Cum‘a salâtı ikâme edilmez/Cum‘a namazı kılınmaz” diyemedikleri gibi, kıldıkları Cum‘a'nın kabul olmama endişesini de içlerinden atamamışlardır. Onun için iki rekât namaz ve hutbeden ibaret olan Cum‘a/toplantı namazını, 16 rekâta çıkarmışlardır. 16 rekâta nasıl niyet edileceği sorusuna ise bir türlü ikna edici bir cevap bulamamışlardır. Bu şartlar, Müslümanları kontrol altında tutmaya çalışan sonraki siyasîlerce İslâm'a sokulmuştur. Böylece arı-duru olan İslâm; Arap, Acem, Selçuklu, Osmanlı Müslümanlık'ı olarak dejenere edilmiştir. Her Müslüman bu toplantının doğal üyesidir. Hiçbir Müslüman'a katılımda kısıtlama konamaz. Herhangi bir nedenle katılımı kısıtlanmış kişiye, katılmadığı için sorumluluk yoktur. 3) Vakit: Bugünkü uygulamada haftanın beşinci günü Yevmu'l-Cum‘a'dır [Toplantı Günü'dür]. Cum‘a gününü Allah tesbit etmemiştir. İlk Cum‘a'yı uygulayan Medîneli Müslümanlar, içerisinde bulundukları sosyal ve ekonomik şartları dikkate alarak haftanın 6. gününü (bize göre 5. günüdür; zira Araplar haftayı Pazar'dan başlatırlar) Yevmu'l-Cum‘a/Toplantı Günü olarak kararlaştırmışlar; o günden bu güne aynı uygulama devam edip gelmektedir. Herhangi bir bölgedeki Müslümanlar, içinde bulundukları şartlar gereği Yevmu'l-Cum‘a'yı/Toplantı Günü'nü haftanın başka bir gününde veya günün değişik saatlerinde uygulamayı uygun görürlerse, buna da saygı duymak gerekir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur: 9 Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma için] seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. 13
  • 14. (Cum‘a/9) Bu âyette günün tümüne işaret edildiğine göre, günün herhangi bir vaktinde Cum‘a/Toplantı yapılabilir. Bunu da yine bölge Müslümanları, sosyal ve ekonomik koşullarına göre ayarlayabilirler. Bugüne kadarki gün ve saat uygulamaları bir teâmüldür. Allah tarafından tesbit edilip zorunlu tutulmamıştır. Fıkıh kitapları bu vakti, Cum‘a/Toplantı günü'nün öğle vakti olarak belirleseler de, Rasûlullah'ın (s.a) öğleden evvel, öğlen sonrası uyguladığı sahih hadislerde bildirilmektedir. Ayrıca, âyette “yevmu'l-Cum‘a/toplantı günü” ifadesi yer aldığına göre, günün herhangi bir saatinin olabileceğine ilâhî bir ruhsat var demektir. 4) Cemaat: Bu şart; âlimler arasında tartışılmış; ellerindeki rivâyetlere göre kimi 3 kişi, kimi 7 kişi, kimi 40 kişi olması gerektiğini söylemiştir. Bunlardan, Cum‘a'nın 3 kişiyle de, 7 kişiyle de, 40 kişiyle de uygulandığını anlıyoruz. Ama işin özü, Arapça'daki çoğul ifade eden sayıdır, ki o da 3'tür. Âyette, çoğul olarak Allah'ın zikrine koşun buyurulduğuna, çoğulun en azı da 3 olduğuna göre, toplantı için 3 Müslümanın bulunması yeterlidir; bunların kadın ya da erkek olması, veya kadın-erkek karışık olması durumu değiştirmez. Burada Müslümanların, yukarıda açıkladığımız salâta katılış şartlarını dikkate almaları; cünüp ve sarhoş olmamaları, ayrıca su (su bulamayanların ise temiz toprak) ile temizlenmeleri, kirli, pis kokulu olarak toplantıya gelmemeleri, zînetlerini takınarak gelmeleri gerekir. Târih ve Sünen kitaplarından öğrendiğimize göre Cum‘a için Rasûlullah boy abdesti alıyor, beyaz ve temiz elbisesini giyiyor, güzel kokular sürünüyor ve bunları herkese de tavsiye ediyordu. 5) Mısr/Yerleşim birimi: Her yerleşim biriminde tek bir yerde Cum‘a/Toplantı icra edilir. Bu günkü gibi her 100 metrede bir Cum‘a/Toplantı yapmak yanlıştır. Bir beldenin her câmisinde ayrı ayrı Cum‘a/Toplantı yapmak, Cum‘a'nın/Toplantı'nın amacına aykırıdır. Böyle uygulamalardan maksat hâsıl olmaz. Onun içindir ki, “Bir beldede birden fazla Cum‘a/Toplantı icra edilecek olursa, ilk Cum‘a'ya başlayan cemaatin Cum‘a'sı olur; diğerlerininki olmaz” denilmiştir. İmam A‘zam Ebû Hanîfe, bir beldede değişik yerlerde birden fazla cemaat olunup Cum‘a icra edilmez dediği hâlde, Hanefî mezhebi'nden olduklarını iddia edenlerin, diğer mezhep mensuplarından daha fazla bu hatayı yapmaları dikkat çekicidir. 6) Hutbe: Hutbe, Cum‘a/9'da geçen, “zikrullâh/Allah'ın anılması”dır. Bu şart, mezhepler ve mezhep içi imamlar arasında değişik şekillerde yorumlanmıştır. Bunların en güzeli, İmam A‘zam Ebû Hanîfe'ye aittir. O, “Hutbe zikrullâhtır/Allah'ı anmaktır” demiştir ki, âyetin açık beyânı da bunu doğrulamaktadır. Ama Ebû Hanîfe'nin bu sözünü, “İmam minbere çıkıp ‘Allah’ derse hutbe tamam olur” diye anlamışlar. Hutbe belirli bir gündemle icra edilir. Hutbeyi okuyan, bir nevi kongredeki divan başkanı görevini yürütür. Herkesin söz hakkı vardır; hem de sansürsüz. Orada görüşülen her konu Zikrullâh'a yönelik ve “Hakksızlık karşısında susan, dilsiz 14
  • 15. şeytândır” anlayışı çerçevesinde olduğundan, hiçbir Müslüman görüş ve eleştirisinden ötürü takibata alınamaz, ayıplanamaz. Tam bir dokunulmazlık hakkına sahiptir. “Mescitte dünya kelâmı konuşulmaz”, “Hutbe esnasında konuşulmaz” vb. sözler, ilmihallerde yer alsa da, bunlar, eleştiriye tahammülü olmayan güçler tarafından piyasaya sürdürülmüş şeylerdir. Böylece, toplantı mahallinde konuşmak yasaklanmış, katılımcıların diline kilit vurulmuştur. Buhârî'de yer aldığına göre, katılımcılardan birinin arkadaşına “sus” demesi bile suç sayılmıştır. İslâm'ın aslı ile alâkası olmayan bu gibi şeyler; aktif, cevval ve uyanık olmaları lazım gelen Müslümanları koyun sürüsü hâline getirmek için birileri tarafından icat edilmiş, bunda da muvaffak olmuşlardır: Mescitlerde bugün bilinçli cemaat yoktur; imamın söyledikleri yalan-yanlış da olsa ses çıkarılmaz. Halife Ömer, hutbe okurken, “Susun ve beni dinleyin” dediğinde, “Üzerindeki elbiseyi nerden bulduğunu, nasıl ona sahip olduğunu bize açıklayıp bizi ikna etmeden sana itaat etmeyiz” diyen erkek cemaat da, “Allah'ın sınır koymadığı mehirde sen nasıl kısıtlamaya gidebilirsin ?” diye itiraz eden kadın cemaat da târih oldu. Yukarıda, toplantının amacının, zikrullâh olduğunu ifade etmiştik. Zikrullâh hakkında A‘râf sûresi'nin sonundaki özel yazımıza bakılabilir. Kısacası zikrullâh/Allah'ın anılması, bir tesbih alıp dil ile “Allah, Allah, Allah…” demek değil, “Allah'ın üzerimizdeki hakklarını, bize sunduğu nimetleri düşünmek, kul olarak O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizin muhâsebesini yapmak ve verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek; daima bu bilinç içerisinde olmak”tır. Böyle bir uygulama ile hiç şüphesiz Müslümanların bir nevi haftalık bakımları yapılıyor; inanç ve amelleri revize ediliyor; ileriki hafta için işleri programlanıyor; aralarındaki ihtilaflar, yaşamlarındaki aksaklıklar, yapılması lazım gelen işler, dertler, tasalar, eleştiriler, orada hiç kimseye alet olmadan her Müslümanın katılımı ile özgürce ve tam bir dokunulmazlıkla istişâre edilip karara bağlanıyor. Ayrıca bu toplantı vesilesi ile Müslümanlar tanışıp konuşuyorlar, dostluk tazeliyor; bilgileri, bilinçleri artıyor; kenetleniyor; güç birliği yapıyor ve bunu da dosta-düşmana gösteriyorlar. Sürü gibi câmiye doluşarak uyuklayıp uyuklayıp dağılmıyorlar. –İşte onun içindir ki Toplantı Günü Salâtı, es-Salâtu'l-Vustâ'dır [en hayırlı salâttır].– Sonra da, bu dinamizmle, Allah'ın nimetlerini aramak için yeryüzüne yayılıyorlar. Ne kadar güzel ve anlamlı. Sahîh sünnete ve târihî belgelere bakılırsa Peygamberimizin mescidi, her türlü kamu hizmeti ve sosyal aktivite için kullandığı görülür. Bugün de mescitler/câmiler kongre, konferans, sergi solonu, kütüphane, eğitim-öğretim gibi tüm sosyal ve kültürel aktivitelere açık olmalıdır. Mescitler/câmiler uyuma ve uyutma mekânları, mahalleri ve merkezleri olmaktan çıkarılmalı, İslâm'daki özgün kimliğine kavuşturulmalıdır. Yani, mescitler/câmiler salât mahalli; bilgilenme, bilinçlenme ve aydınlanma yerleri olmalıdır. İşte İslâm'ın Cum‘ası, Müslümanların yerel gündem toplantısı böyle olmalı! 15
  • 16. 11 Ve onlar, bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman ona gittiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: “Allah'ın yanında bulunan şeyler, eğlenceden ve ticaretten hayırlıdır. Ve Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” Bu âyette, Müslümanların yaptığı hatalı bir davranışa dikkat çekilip, doğru davranış şekli gösterilmektedir. Âyetten anlaşıldığına göre bir grup, konuştuğu sırada Rasûlullah'ı bırakıp ticaret ve eğlence peşine düşmüşler ve bu yüzden de, Allah'ın yanında bulunan şeyler, eğlenceden ve ticaretten hayırlıdır. Ve Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır ifadesiyle uyarılmışlardır: 14 Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü/çekici kılındı. Bunlar, basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır. 15-17 De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Allah'ın koruması altına girmiş; “Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi Ateş'in azabından koru!” diyen, sabreden; direnç gösteren, doğru olan, sürekli saygıda duran, Allah yolunda harcamada bulunan ve seherlerde bağışlanma dileyen kişiler için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan hoşnutluk vardır. Ve Allah, kulları en iyi görendir. (Âl-i İmrân/14-17) Kaynaklar bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şu bilgileri aktarırlar: Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman... ona doğru yöneldiler buyruğu hakkında Müslim'in Sahîh'inde Câbir b. Abdullah'tan gelen rivâyet şöyledir: “Peygamber (s.a) Cum‘a günü ayakta hutbe irad ederdi. Bir gün Şam'dan bir kervan geldi. İnsanlar ona doğru gittiler. Geriye sadece 12 kişi kaldı. (Bir rivâyette, “Onlardan biri de bendim” ibaresi de vardır). İşte Cumu‘a sûresi'ndeki, Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman seni ayakta bırakıp ona yöneldiler âyeti bunun üzerine indirildi.” el-Kelbî ve başkalarının zikrettiklerine göre bu kervanı getiren kişi Dıhye b. Halife el- Kelbî'dir. Bu kervan, insanların açlık çektikleri ve fiyatların oldukça pahalandığı bir sırada Şam'dan gelmişti. Onunla birlikte insanların ihtiyaç duydukları buğday, un ve daha başka şeyler vardı. Kervanı (Medîne çarşılarından) Ahcaru'z-Zeyt denilen yerde konakladı. İnsanların geldiğini haber almaları için davul çalındı. 12 kişi müstesnâ, (mescitte) bulunanlar çıkıp gitti. Kalanların 11 kişi olduğu da söylenmiştir. el-Kelbî dedi ki: “O sırada Cum‘a namazı hutbesini dinliyorlardı. Hutbeyi bırakıp kervana koştular. Rasûlullah (s.a) ile birlikte 8 kişi kaldı.” Bunu es-Sa‘lebî, İbn Abbâs'tan nakletmiştir.3 Aralarında Ebu'l-Âliye, Hasan, Zeyd ibn Eslem ve Katâde'nin de bulunduğu tâbiîn'den birden çok kişi böyle demişlerdir. Mukâtil ibn Hayyân'ın iddiasına göre; bu kervan, Müslüman olmazdan önce Dıhye ibn Halîfe'nin kervanıydı. O, davul çalarak halkı toplardı. Müslümanlardan pek azı müstesnâ cemaat Rasûlullah'ı minberde ayakta dikili olarak bırakıp ticaret kervanına gitmişlerdi. Bu konudaki haber sahihtir. Nitekim İmâm Ahmed ibn Hanbel der ki: Bize İbn İdrîs... Câbir'in şöyle dediğini bildirdi: “Medîne'ye bir kervan gelmişti, Rasûlullah (s.a) da o esnada hutbe okuyordu. Halk çıkıp kervana gitti ve mescitte 12 kişi kaldı. Bunun üzerine, Onlar, bir ticaret veya oyun gördükleri zaman; seni ayakta bırakarak oraya yöneldiler âyeti nâzil oldu.”4 Dıhye b. Halife el-Kelbî (r.a), Müslüman olmazdan önce, beraberinde çeşitli ticaret malları bulunduğu hâlde, Şam'dan alış-veriş yapmış olarak çıkageldi. Medîneliler onu davul ve alkışlarla karşıladılar ve bu iş, Cum‘a günü oldu. Tam o sırada, Hz. Peygamber (s.a) minberde ayakta hutbe okuyordu. Müslümanlar, bunun için çıktılar. Hz. Peygamber'in (s.a) yanından ayrıldılar. Câmide 3 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. 4 İbn Kesîr. 16
  • 17. farklı rivâyetlere göre sadece 12 veya 8 yahut da 40 kadar kişi kaldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Eğer bu kalanlar da olmasaydı tepelerine taş yağdırılırdı” dedi ve bu âyet nâzil oldu.5 Allah, doğrusunu en iyi bilendir. 5 Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb; Mukâtil. 17