2. Türk Devrimi için Batıda ve
Doğuda pek çok eser yazılmıştır.
Ama bunlardan çok azı gerçeği
anlatabilmiştir. Bu pek azın
arasında çevirisini sunduğumuz
Türkiye - Bir Devletin Yeniden
Doğuşu I - adlı eser de
bulunmaktadır. Kitabın yazarı,
ünlü îngiliz tarihçi Arnold J.
Toynbee'dir.
Eserin üstünlüğü, bir tarihçinin
bilimsel yöntemiyle yazılmış
olmasıdır. O zaman genç bir
bilim adamı ve iki üç yıl
öncesine kadar Osmanlı
devletine en büyük düşmanlığı
gösteren bir ulusun insanı
olmasına karşın; A.J.Tonybee,
genç Türkiye Cumhuriyeti
konusundaki bu bilimsel
araştırmasını yazarken (1926),
pek çok kişinin tersine,
duygulardan veönyargılardan'
uzak kalmayı, küçük bazı
yanlışlar bir yana bırakılacak
olursa, gerçekleri bir bilim
adamının nesnel gözleriyle
görmeyi bilmiştir.
A.J. Tonybee, her zaman, her
ülkede ve her konuda geçerli
olan bilimsel bir ilkeye bağlı
kalmıştır. Bu, 'Tarihi bilmeyen
bugünü anlayamaz' ilkesidir.
Kitap, bu bakımdan, Türkiye'yi
öğrenmek isteyen yabancılar
kadar, Türk Devrimini bilimsel
açıdan bilmek isteyen bizler için
de çok yararlı bir çalışmadır.
3. Türk Devrimi için Batıda ve
Doğuda pek çok eser yazılmıştır. £
Ama bunlardan çok azı gerçeği
anlatabilmiştir. Bu pek azın j
arasında çevirisini sunduğumuz
Türkiye - Bir Devletin Yeniden y
Doğuşu I - adlı eser de i
bulunmaktadır. Kitabın yazarı, q
ünlü İngiliz tarihçi Arnold J.
[bynbee'dir. %
I e 11• s1111• • • ı l>ıı l.ıı ı h .
bilimsel yöntemiyle yazılmış N
olmasıdır. O zaman genç bir
bilim adamı ve iki üç yıl
öncesine kadar Osmanlı
devletine en büyük düşmanlığı £
gösteren bir ulusun insanı
olmasına karşın; A. J.Tonybee, :
|
genç Türkiye Cumhuriyeti g
konusundaki bu bilimsel ^
araştırmasını yazarken (1926), ,Sj
pek çok kişinin tersine, •£
duygulardan ve önyargılardan'
uzak kalmayı, küçük bazı
yanlışlar bir yana bırakılacak
olursa, gerçekleri bir bilim £
adamının nesnel gözleriyle §
görmeyi bilmiştir. £
A.J. Tonybee, her zaman, her
ülkede ve her konuda geçerli
olan bilimsel bir ilkeye bağlı
kalmıştır. Bu, 'Tarihi bilmeyen
bugünü anlayamaz' ilkesidir.
Kitap, bu bakımdan, Türkiye'yi
öğrenmek isteyen yabancılar
kadar, Türk Devrimini bilimsel
açıdan bilmek isteyen bizler için
de çok yararlı bir çalışmadır.
Türkiye I
(Bir Devletin Yeniden Doğuşu)
4. T Ü R K İ Y E
Bir Devletin Yeniden D o ğ u ş u
. I
5. Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından
hazırlanmıştır.
Dizgi - Yayımlayan:
Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. ŞtL
Aralık 1999
6. A R N O L D J . T O Y N B E E
T Ü R K İ Y E
B i r D e v l e t i n Y e n i d e n D o ğ u ş u
I
Çeviren: K a s ı m Y a r g ı c ı
C u m h u r i y e t G A Z E T E S I N I N
OKURLARINA ARMAĞANIDIR.
7. İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ...7
Prof. ARNOLD J. TOYNBEE ÜZERİNE 11
YAZARIN ÖNSÖZÜ 13
BİRİNCİ BÖLÜM
Türkiye ve Batı 15
İKİNCİ BÖLÜM
Eski Osmanlı İmparatorluğu (1299-1774) .27
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Batının Etkisi (1774-1919) 43
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1908-1918 Bilançosu ve Müttefiklerin
Barış Şartlan 73
BEŞİNCİ BÖLÜM
Mustafa Kemal 91
5
8. ÖNSÖZ
Birinci Dünya Savaşı Avrupa'da dört büyük imparatorlu
ğun sonunu getirmiştir: Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-
Macaristan İmparatorluğu, Alman İmparatorluğu ve Rus İm
paratorluğu bu 'büyük kıymet' in kurbanlarıdır. Yıkılan bu im
paratorlukların 'enkaz'mdan modern Batılı siyasal düşünce
ye uygun yeni devletler doğmuştur. Türkiye, Almanya, Avus
turya ulusal yeknesaklıklar kapsamına girmeyen toprak
larım kaybederek birer cumhuriyet olmuşlardır. Rusya ise
imparatorluğunu koruyup topraklarım elden kaçırmamak ba
şarısını göstererek bir sosyalist cumhuriyet biçimine girmiş
tir. Rusya'nm yeni rejiminin çok özel bir durumu olduğu için
-buna hiç dokunmadan- öbür üç imparatorluğun aldığı yeni
kimliğin dünyada yarattığı tepkiler incelendiğinde en çok sö
zü edilmeye değer ülkenin Türkiye olduğu görülür.
Dünya için Almanya ve Avusturya, 'Batılı'dır. Batılılar
için de kendilerinden olan ülkelerdir. Yüzyıllar boyunca aynı
inançları taşımışlar, aynı kültürle yoğrulmuşlar, aynı hareket
lere ve benzeri olaylara sahne olmuşlardır. Aralarında çatış
malar meydana gelmişse, bu, inanç ve kültür zıtlaşmasından
değil çıkarlar yüzünden olmuştur. Birinde oluşan yenilik -is
ter teknik, ister ekonomik, ister ideolojik olsun- hemen öbü-
9. rünce öğrenilmiş, benimsenmiş, derhal uygulanmasa bile, zi
hinlerde yer etmiş ve tabii görülmeye başlanmıştır. Modern ça
ğın ilk ve en büyük siyasal hareketi olan Fransız Devrimi, Ba
tı'da heyecan yaratmıştır; fakat yadırganmamıştır. Fransız Dev-
rimi'ni oluşturan düşünceler öbür Batı ülkelerinde de aynı za
manda gelişmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya ve
Avusturya imparatorlukları cumhuriyet rejimine geçtikleri za
man kimseyi şaşırtmamışlardır. Yalnız eskinin tantanasını ya
şamış olanlar bir "Vah vah!" demekle yetinmişlerdir.
Türk ulusu ise Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntısından
bir cumhuriyetle çıkınca dünyadaki tepkiler çok değişik ol
muştur. Modern dünyanın uyulması gereken ölçülerini tayin
etme durumuna gelmiş Batılılar için Türkler, kendilerinden ol
mayan insanlardı. Dilleri onlannkine hiç benzemiyordu, din
leri ayrıydı; aynı kültür içinden yetişmemişlerdi. Değişik ge
lenekleri vardı. Batı ölçülerinin dışında kalmış oldukları için
'barbar' da sayılabilirlerdi. Doğulu Osmanlı İmparatorlu
ğu'nun içinden Batılı bir cumhuriyetin çıkması, işte bu yüz
den dünyada şaşkınlık uyandırmış ve çeşitli tepkilere yol aç
mıştır. Tepkiler; takdirden şüpheye ve küçümsemeye, kıskanç
lıktan gıptaya kadar derece derece değişmiştir. Batılıların ki
mi hayret, kimi takdir, kimi şüphe etmiş; Doğulular ise, kimi
kendilerinden olanın öbür tarafa geçmesine kızmış, kimi de
aynı şeyi yapamamanın üzüntüsünü duymuştur.
Türk Devrimi için gerek Batı'da, gerek Doğu'da çok mü
rekkep tüketilmiştir. Fakat bu konuda yayınlananların pek azı
gerekeni anlatabilmiştir. Bu pek azm arasında burada çeviri
sini sunduğumuz eser de buluîrmaktadn. Kitabın yazan ünlü
İngiliz tarihçisi Arnold J.Toynbee'dir. Eserin üstünlüğü, bir ta-
8
10. rihçinin bilimsel metodu ile yazılmış olmasından geliyor. O
zaman henüz genç bir adam ve iki üç yıl öncesine kadar Os
manlı Türklüğüne en büyük düşmanlığı gösteren bir ulusa
mensup olmasına rağmen, Genç Türkiye Cumhuriyeti hakkın
daki bu araştırmasını yazarken -pek çok kişinin aksine- his
lerden ve önyargılardan uzak kalmayı, ufak tefek bazı yanlış
lar bir yana bırakılacak olursa, gerçekleri bir bilim adamının
tarafsız gözleri ile görmeyi bilmiştir.
Kitabı okurken siz de şu kanıya varacaksınız; Toynbee,
her zaman, her ülkede ve belki her konu için geçerli olan il
keye sadık kalmıştır: Bu, "Tarihi bilmeyen bugünü anlaya
maz" ilkesidir. Nitekim, bu araştırmasının bir bölümünde şöy
le demektedir:
" Siyasal değişmenin sürmekte olduğu ülkelerde, şartlar,
bir taımçinin bunları resmedemeyeceği kadar oynaktırlar. Bu
durumda tarihçinin yapabileceği en iyi şey bütünü ile aydın
lanmış bir gözlemci olarak ve kendini mümkün olduğu kadar
her türlü bağlardan sıyırıp tarihin benzer geçmiş olaylarının
verdiği bilgi ve tecrübelerin projektörünü günün gelişen olay
ları üzerine tutmaktır."
Kitap, bu bakandan, egzotizmden sıyrılıp gerçek Türki
ye'yi öğrenmek isteyen yabancılar kadar, hislerden arınıp Türk
Devrimi'ni bilimsel açıdan görmek isteyen bizler için de ya
rarlıdır, sanıyoruz.
9
11. PROF. ARNOLD J.TOYNBEE ÜZERİNE
DÜNYA iki kampa ayrılmış, dört yıl süren bir büyük sa-
yaştansönra bir taraf yere serilmişti. Fakat çok geçmeden, öl
dü sanılan ve mirası paylaşılanlardan biri, başkaldırmış ve
kendisini düpedüz soymaya gelenlere kafa tutmuştu. Türkülü
sü, kurtuluşu için galip tarafla savaşa tutuşmuştu. Bu, bütün
dünya için şaşkınlık uyandıran bir olaydı.
' Nerede bu tür bir olay olursa oraya gazetecilerin akın et
mesi âdettendir. Artık Ankara, İzmir, İstanbul sokaklarında,
Sakarya kıyılarında dünyanın dört bucağından gelmiş gaze
teciler dolaşıyordu. Bunlar arasında, yıllar sonra adları dün
yanın ünlü kişileri sırasına girecek iki genç gazeteci de var
dı: Ernest Hemingway ve Arnold J.Toynbee. Birincisi, Ameri
kalıydı; her Amerikalı gazeteci gibi Avrupa 'yı hele Avrupa 'nın
öbür ucunu hiç tanımıyordu. Olayları yalnız yüzeyden görü
yor, kendini bunların heyecanına kaptırıyor; derinine inemi
yor, romancılığa 'heveskârlığından ' ateş, kan ve gözyaşı ede
biyatı yapıyordu.
1889 yılında Londra 'da dünyaya gelen Arnold Toynbee
de bu tip İngiliz gençlerindendi. Babası da tarihçi olduğu için
herkesten çok tarihle doluydu ve konuya daha küçükyaşından
itibaren ilgi duymaya başlamıştı. Nitekim tarih öğrenimiyap-
11
12. tı ve bunda o kadar başarılı oldu ki, onu 1919 da Londra Üni
versitesine tarih profesörü yaptılar. Bu görevde 1924yılına ka
dar kaldı ve bu arada -Türk-Yunan Savaşı da dahil- Avru
pa 'daki ve Yakındoğu 'daki birçok önemli olayı yerinde izledi.
Bunları yaparken tarih ve başka uluslar hakkındaki bilgile
rinden İngiliz Dışişleri Bakanlığı 'nı yararlandırmaktan da
geri kalmadı.
Bizans uygarlığı uzmanı olarak yetişen Toynbee, daha
sonra kendini tarih felsefesine verdi. Özellikle uygarlıkların
evrimini incelemeye koyuldu. Eski Yunan uygarlığından ha
reket ederek yaptığı araştırmalar onu bazı sentezlere ulaştır
dı ve sonunda ortaya Uygarlıkların Devri teorisi çıktı. Bu te
oriye göre; uygarlıklar da doğarlar, gelişirler ve yıkılırlar.
Bunların yerini alanlar da aynı devri yaparak yerlerini baş
kalarına bırakırlar ve bu böyle sürüp gider.
Toynbee 'nin başlıca eserleri arasında şunlar bulunmak
tadır: "Tarihsel Yunan Düşüncesi, Uygarlığı ve Niteliği"
(1924), "Türkiye" (1926), "Sınav Geçiren Uygarlık" (1948),
"Dünya ve Batı" (1953). En büyük eseri ise 1934-1961 yılla
rı arasında tamamlamış olduğu 12 ciltlik "Tarihin İncelenme
si "dir. Bunlardan başka gazetelerde, dergilerde yayınlanmış
yüzlerce makale, röportaj ve seri röportajı vardır.
Bunlar arasında Turancılık Akımı üzerine yayınlanmış
çok önemli yazıları da bulunmaktadır.
Toynbee, Türkiye hakkındaki kitabını yazdıktan sonra bir
kaç kere daha Türkiye 'yi ziyaret etmiş, anlattığ değişmelerin
son durumlarını gözden geçirmiştir.
12
13. YAZARIN ÖNSÖZÜ
Türkiye üzerine böyle bir kitap yazmamı yayınevi 1923 ya
zında teklif etmişti. O tarihte Ankara' dan henüz dönmüştüm. Da
ha önce 1921 yılının büyük bir kısmını, Türk-Yunan Savaşı'nı,
bir bu yandan, bir öbür yandan inceleyerek geçirmiştim. İngilte
re'de bulunduğumda da çoğu zaman Yakındoğu tarihini incele
mek ve bu konuda dersler vermekle uğraşıyordum.
^ Elime kâğıdı kalemi alıp bu konuyu işlemeye, hatta aklım
da plânını yapmaya bile vakit bulamadan, beklenmedik bir anda
başka bir görev aldım. Bu durumda yayınevi büyük bir anlayış
göstererek kitabı teslim tarihini daha geriye attı. Kitaba yeniden
döndüğümde aradan epeyi bir süre geçmişti ve bu sürede Türki
ye' de yeniden büyük değişiklikler meydana gelmişti. Türkiye' de
iken bu değişikliklerin ne kadar büyük bir hızla yer almakta ol
duğunu gördüğüm için, işe koyulurken, bu süre içinde uğradığım
bilgi kaybını, Türkiye'de olayları kendi gözleri ile izleyen biri
nin yardımı ile gidermek zorunluğunu duydum.
Böyle birini ararken şans karşıma dostum Kenneth P. Kirk-
wood'u çıkardı. Yıllarca İzmir Koleji'nde tarih dersleri okutmuş
bu dostun bu kitaptaki payı benimkinden az değildir. Bu arada
Prof. Earle ve Hulusi Hüseyin Bey'e de yardımlarından dolayı
teşeldcürlerimi bildirmek isterim.
Haziran 1926
Arnold J.TOYNBEE
13
14. YAZARIN ÖNSÖZÜ
Türkiye üzerine böyle bir kitap yazmamı yayınevi 1923 ya
zında teklif etmişti. O tarihte Ankara'dan henüz dönmüştüm. Da
ha önce 1921 yılının büyük bir kısmını, Türk-Yunan Savaşı'm,
bir bu yandan, bir öbür yandan inceleyerek geçirmiştim. İngilte
re'de bulunduğumda da çoğu zaman Yakındoğu tarihini incele
mek ve bu konuda dersler vermekle uğraşıyordum,
v
Elime kâğıdı kalemi alıp bu konuyu işlemeye, hatta aklım
da plânını yapmaya bile vakit bulamadan, beklenmedik bir anda
başka bir görev aldım. Bu durumda yayınevi büyük bir anlayış
göstererek kitabı teslim tarihini daha geriye attı. Kitaba yeniden
döndüğümde aradan epeyi bir süre geçmişti ve bu sürede Türki
ye ' de yeniden büyük değişiklikler meydana gelmişti. Türkiye' de
iken bu değişikliklerin ne kadar büyük bir hızla yer almakta ol
duğunu gördüğüm için, işe koyulurken, bu süre içinde uğradığım
bilgi kaybım, Türkiye'de olayları kendi gözleri ile izleyen biri
nin yardımı ile gidermek zorunluğunu duydum.
Böyle birini ararken şans karşıma dostum Kenneth P. Kirk-
wood'u çıkardı. Yıllarca İzmir Koleji'nde tarih dersleri okutmuş
bu dostun bu kitaptaki payı benimkinden az değildir. Bu arada
Prof. Earle ve Hulusi Hüseyin Bey'e de yardımlarından dolayı
teşeldcürlerimi bildirmek isterim.
Haziran 1926
Arnold J.TOYNBEE
13
15. BİRİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE VE BATI
29 Ekim 1923 'te, Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nin bir
karan ile 'doğan' Türkiye Cumhuriyeti, bugünün dünyasında
Batı uygarlığının üstünlüğü için dikilmiş bir anıttır. Batı uy
garlığımız, bazı çizgiler üzerinde gelişmeseydi -ve ilk dar sı
nırlan dışına taşarak batılı olmayan zihniyetlerdeki daha de
ğişik gelişme biçimlerini etkilemeseydi- 20 Nisan 1924 Ana
yasası ile donatılmış ve 1925 yılında Türk devlet adamlarının
izledikleri politikayla yönetilen bir Türk Cumhuriyeti'nin
Anadolu'nun içinden çıkabileceği düşünülemezdi.
Nitekim, bugünün Türkiye'sinde bir yabancı gözlemci
nin ilgisini çeken her şeyin temelinin bazı Batılı etkilere ka
dar izlenebileceğini söylemek bir aşınlık olmayacaktır. Bun
lar Batılı etkilerden doğmamış olsalar bile, Batılı etkilere kar
şı bir tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Cumhuriyetin kurucu
larına, tespit ettikleri sınırlar içinde, Türk bağımsızlığını kur-
tarmalan imkânını veren Türk Ordusu, Batı (ya da Batılılaş
mış) devletlerin istilâ tehdidi karşısında yine Batılı örneklere
göre donatılmış ve örgütlendirilmişim
Ülkenin ana endüstrisi olan Türk tanmı, başlıca kânnı,
15
16. ürünlerini Batı pazarlarına ihraç ederek sağlamakta ve faali
yetini Batıdan ithal ettiği tarım araçları ile devam ettirmekte-
. dir. Türk devletinin üzerine inşa edildiği siyasal fikir -birbiri
ne kenetlenmiş bir millet, merkezî bir yönetim, bütünüyle ege
men bir devlet ve hangi şekilde olursa olsun özerkliklere ta
hammülsüzlük görüşü- modern Fransa'da biçimlenmiş olan
devlet fikrinden alınmıştır.
Son birkaç yıl içinde değişmekte olan Türkiye'deki bü
tün başka değişikliklerden çok daha hızlı oluşmuş eğitim ve
kadının haklarına kavuşması, genel olarak Batının İngilizce
konuşan toplumlarındaki kadın hareketlerinden esinlenmiştir
ve hatta bunun izlerini, bir dereceye kadar İstanbul'daki tek
Amerikan eğitim kuruluşunun doğrudan doğruya yaptığı et
kide bulmak mümkündür. Her daldaki Türk eğitimi, Türk ede
biyatının şekli ve muhtevası, hatta dildeki evrim (kadın ile er
kek arasındaki ilişkilerden sonra bir toplum içinde önde ge
len en önemli unsur) bugün, Batı dünyasından gelen akımın
inkâr edilmez etkilerini göstermektedir.
Batılılaşma yolundaki bugünkü Türkiye, bu kitabın baş
lıca konusudur. Kitapta, Türk yaşamının değişik yönleri eni
ne boyuna gözlemlenmekte ve eleştirilmektedir. Fakat, Tür
kiye'nin Batı dünyasının yörüngesine çekilmesinin anlamı
bunun çok derin bir devrim hareketi olduğu görülmedikçe an
laşılamaz. Öyle ki, bir buçuk yüzyıl önce -ister Türk, ister ya
bancı olsun- en keskin gözlemci bile böyle bir devrimin olu
şacağını düşünemezdi.
Osmanlı İmparatorluğu, 1774 yılında Rusya ile yaptığı
savaşların en büyüğü ve en felâketlisinden çıktığında Osman
lı toplumunda Batı etkisinin en küçük izi bile yoktu. Siyasal
ve toplumsal kuruluşları geleneklerden doğmuş ve Batıdaki-
16
17. lerden bütünüyle bağımsız olarak gelişmişler, hatta bazı önem
li noktalarda Batıdakilere düşman kesilmişlerdi. Bu kuruluş
ların o zaman ilk bakışta dağılmaya yüz tutmuş görünmeleri,
en keskin gözlemciler tarafından bile, Osmanlı İmparatorlu
ğu'nun ve belki de Türk milletinin ölmekte olduğu kanısına
yol açmıştı.
1774 yılında, imparatorluğun bir yüzelli yıl daha yaşaya
cağını, paramparça olduktan sonra da bu yıkıntının içinden,
Batı milletlerine tek basma karşı duran, onların yaşayış düze
nini uygulayarak Batı topluluğuna kendini eşitlik temeline da
yanarak kabul ettiren bir Türk milletinin çıkacağını söylemek,
çok aşın bir 'kehanet' olarak görünürdü.
Okuyucuya bu devrimsel değişiklik üzerinde bazı izle
nimler verebilmek için -bu izlenimler olmazsa bugünkü Tür
kiye, ilginçliğinin büyük bir kısmını yitirir ve hemen hemen
anlaşılmaz bir duruma gelir- kitabın ilk bölümünde Osmanlı
İmparatorluğu'nun geriye doğru 1774'e kadar tarihi, 1774 ile
1919 arasında Batı etkisinin meydana getirdiği çalkantılar an
latılmaktadır.
Kitabın ana bölümünde ise 1919-1922 savaşı ve devrimi,
soma da 1923 Lozan Antlaşması'mn ardından biçimlenmek
te olan Türkiye ele alınmaktadn. Türkiye'yi, geçmişteki ve bu
günkü biçimi ile ortaya koymadan önce, bir buçuk yüzyıl ön
cesinde Batılılann gözlerine nasıl göründüğünü hatırlatmakta
yarar vardır. Arada pek çok olayın geçmiş olmasına rağmen,
bugün bile ülkesi ve halkı ile doğrudan doğruya temas etme
miş Batılılann çoğunun kafasındaki 'Türkiye görünüşü' budur.
"Türkiye" deyince, biz Batılılann aklına ne gelmektedir?
Çoğumuz için Türkiye, 'halı, tütün, incir ve lületaşından pipo'
demektir. Eğer bir iş adamıysak, Türkiye'yi İngiliz mallan için
17
18. bir pazar olarak görürüz. Her iki durumda da Türkiye ile ilgi
li düşüncemiz ticarîdir. Fakat hiçbir zaman, ilk düşünce ola
rak, Türkiye, her yıl İngiltere'nin bir mal gönderdiği ve buna
karşılık da bazı egzotik mallar satın aldığı bir yerdir.
"Türkiye" deyince aklımıza gelen ikinci düşünce de coğ
rafidir. Bize göre, harita üzerinde Türkiye önemli ticaret yolla
rının geçtiği ve bazı stratejik noktaların bulunduğu bir bölgedir.
Batı Avrupalı bakımından, Avrupa ile Asya'yı birleştiren
iki kara köprüsü vardır. Güneydeki Türkiye, Kuzeydeki ise
Rusya'dır. Oysa, Rus köprüsü devamlıdır. Türk köprüsü ise Bo
ğazlar ve Marmara Denizi ile kesilmiştir. Aynı zamanda, bu
deniz ve boğazlar, Batı için, Güney Rusya'ya, Kafkasya'ya ve
aşağı Tuna havzasına ulaşan önemli ticarî ve stratejik yollar-
: : Her iki yol -kuzeybatıdan güneydoğuya uzanan karayolu
gjmeybabdankuzeydoğuya uzanan deniz yolu- Çanakka
le ve İstanbul'da birbirlerini kesmektedirler ve bunun anlamı
da, bizim için birkaç tarihî cümle içinde bulunmaktadır: "Bo
ğazlar Sorunu", "Çanakkale Savaşları", "Hindistan Yolu" ve
"Bağdat Demiryolu".
Bu değişik fikir çağnşımlan üzerinde düşünürsek Türki
ye'nin bizim için, Avrupa Sistemi'nin büyük devletlerinin ti
carî, ekonomik, siyasal ve askerî faaliyetlerinin bir alanı, bir
"no-man's land" Olduğunu görürüz. Bu, Batı dünyasının sınır
ları dışında öyle bir alandır ki, üzerinde Batılılar zaman zaman
birbirleriyle tehlikeli bir şekilde çatışmaya düşmekte ya da bir
boşluk meydana getirdiğinde, komşu olduğu için, Avrupa'da
kurulmuş olan 'nazik kuvvet dengesi'ni bozmaktadır. Başka
bir deyimle, Türkiye'ye kendi dünyamız, alışveriş ve coğraf
ya açısından bakmakta, onu kendi açısından ve insanlık yönün
den görmemekteyiz. Üstelik ülkeye kendi adlarını vermiş olan
Türkleri bile zihnimizden tamamen çıkarmaktayız.
18
19. Bununla beraber, Türkleri taradığımızda da onlarla ilgili
çok aşırı yargılara varıyoruz. Genellikle İngilizin kafasında
Türke takılan sıfat "Konuşmaya lâyık olmayan adam"dır. Bu
yaygınlaşmış önyargıya kaçınılmaz bir tepki doğmakta ve ba
zı İngilizler için de Türk, normal İngilizde bulunmayan bütün
erdemleri kendinde toplamış "mükemmel bir centilmen" ol
maktadır. Tabii, her iki iddia da aşındır ve bunlar Türkleri ken
dileri gibi insanlar olarak görmeyi başaramayanlardan çıkmak-
tedm Bu çabalar Türkleri olduklan gibi görmek için değil,
duyguların deşarjı için harcanmaktadır. Yaygın "konuşmaya lâ
yık olmayan Türk" fikri kendilerini erdemli görmek isteyen
lerin duygularım tatmin ermekte, bunun tersi olan "Centilmen
Türk" fikri de yaygın bir önyargıya karşı çıkmak isteyenlerin-
kini okşamaktadır. (Her toplumda, genel yargılara karşı çıkmak
arzusunu tatmin etmeyi aramayan bir azınlık vardn.) Fakat her
iki taraf da "kötü adam" ya da "kahramanı" gerçekten kendi
lerinden ayn yaratıklar gibi ele almaktadır. Çünkü onlar Tür
kü, kendileri gibi etten ve kandan yapılmış, kötülüğü de, iyili
ği de bilen, mutlu olabilen ya da acı çekebilen yaratıklar ola
rak görememekte, ciddiye alamamaktadırlar.
Bu şartlar içinde, modern Türk tarihinin eğiliminin Batı
da yanlış anlaşılmasında şaşılacak bir yan yoktur. Bu yüzden
de Batılı gözlemcilerin Türkiye'nin yakın geleceği üzerine
yaptıklan 'kehanet'ler hep yanlış çıkmıştır. Son bir buçuk yüz
yıl içinde Türk tarihine egemen olan batılılaşma hareketi o ka
dar yeni ve devrimci olmuştur ki, en keskin ve en yakınlık du
yan gözlemci tarafından bile kolayca yanlış anlaşılabilirdi.
Batılı gözlemcilerin Türkiye'ye bakmak için seçtikleri bu
durum, insanlık dışı olmasa bile, yanlış anlamayı çok daha ka
çınılmaz hale getirmiştir. Bu, belki pek azımızın farkında ol-
19
21. duğumuz bir durumu açıklar. Fakat şurası da bir gerçektir: Ge
riye doğru daha geniş bir açıdan bakacak geleceğin kuşakla
rı bunu olağanüstü bir 'paradoks' olarak göreceklerdir.
Türkiye 'deki, 1914-1918 Büyük Savaşı'ndan beri en yük
sek noktasına ulaşan batılılaşma hareketi, modern dünya mil
letleri arasında Batı uygarlığının gücüne tanıklık etmektedir.
Buna rağmen, bu milletlere ilk hareketi veren Batı, görüldüğü
gibi, kendi sağ elinin ne yaptığının farkında bile olmamıştır.
Türkiye'nin modern tarihinin ana olayı şudur: Bizimkin
den tamamen değişik bir tarihsel geçmiş ve sosyal sistemden
hareket eden Türkler, son zamanda insan gücünün izin verdi
ği bir hızla bizim alanımıza gelmeye başlamışlardır. Fakat Ba
tılı gözlemcilerin çoğu, Türklerin ilerledikleri yönde yanılmış
lar ve onlara bu yöne doğru yol gösteren yıldızı görememiş
lerdir. Bu körlüğün nedeni, Türklerin bu maceralı yola çıktık
ları ilk noktaya objektif bir bakış atmakta gösterdikleri başa
rısızlıktır.
Türklerin tarihsel geçmişleri ile bizimki arasındaki derin
farkları gören Batılı gözlemciler, pek ender olarak durup her
iki geçmişin de, aynı şekilde, belirli bir insan toplumunun be
lirli bir çevreye tabii uyumu ile doğduğuna bakabilmişlerdir.
Batılı gözlemciler, kendilerine sübjektif olarak ters göründü
ğü için Türk geçmişinin genellikle 'gayri tabii' olduğuna hük
metmişlerdir. Hemen hemen dinsel olan bu varsayımın etkisi
altında, Batılı gözlemciler, gözleri önünde geçen olaylardan
yanlış sonuçlar çıkarmışlardır.
Türklerin bizimkinden değişik bir geçmişi olması ve son
zamanlarda da bir değişme ve dert devresinden geçmekte ol
duğu ' vakıa'larma dayanan Batılı gözlemciler, Türkiye'nin bir
evrim geçirişini görememişler ve hemen günahlarının Allahın
20
22. emrettiği cezayı ödemekte olduğu sonucuna varmışlardır. "Gü
nahın bedeli ölümdür" ve "Avrupa'nın Hasta Adamı" sıfatı ta
kılmış olan Türk, sonu ölüm olan bir hastalığa yakalanmıştır.
Türk'etakılan "Hasta Adam" sıfatının garip bir tarihi var
dır. Bu sıfat, Batılı zihnindeki Türk görüntüsünün değişmesine
yol açmıştır. 1683 'teki İkinci Viyana Kuşatması ile 1774'de im
zalanan barış antlaşması sonucu Rusların Karadeniz kıyılarına
yerleşmeleri arasmda geçen süre içinde Batılıya göre asıl gü
nahkâr kendileriydi; Türkler onları cezalandırmak için Allah'ın
bir gazabı olarak üzerlerine salınmıştı. Türkler hakkındaki ye
ni sıfat, 1853'te St. Petersburg'da Çar I. Nikola tarafından, İn
giliz büyükelçisi ile yaptığı bir konuşmada kullanılmıştır.
Çar, "Elimizde hasta bir adam var, çok hasta bir adam...
Her an ellerinizde ölebilir..." demişti. O günden itibaren hasta
adamın her an ölmesi, komşuları -bazıları sevinç, bazıları da
endişe içinde- ve herkes tarafından hiçbir kurtuluş ümidi kal
madığı düşünülerek beklenmiştir. Ölüm 1876'da, 1912'de ve
tam bir güven içinde de 1914 yılında beklenmiştir. Ve Türkler
sağlık ve güçlerinin yerinde olduğunu 'muzaffer' Müttefikle
re Lozan Barış antlaşmasını imzalatarak ispatlamışta Buna
karşılık yine de Türkün sinsi bir hastalıktan öleceğine kesin
likle inanılmıştir. Kimi Türkiye'nin üç kuşak içinde frengiden
kırılıp yok olacağım, kimi Türkün söküğünü dikmekten, loko
motiflerini işletmekten 'âciz' olduğunu ve -yabancı azınlıklar
da ülkeden atıldığına göre- ekonomik ehliyetsizlik içinde bo
ğulup gideceğini ileri sürmüştür. Bu "Hasta Adam" teorisin
de inat edilmesi, Batının Türkiye karşısındaki tutumunun ne
kadar çok önyargılara dayandığını, objektif vakıalara ne kadar
az önem verildiğini -olayların da ispatladığı gibi- en güçlü bir
şekilde göstermektedir. Bu kitabı yazarken Çar Nikola'nın
21
23. Türkler için "Hasta Adam" sıfatını kullanması üzerinden aşa
ğı yukarı 73 yıl geçmiştir (1). Bugün Çarlık yalnız St. Peters-
burg'dan değil, Rusya'dan da kalkmıştır. Ama "Hasta Türk",
yatağım yorgamm İstanbul 'dan toplayıp Ankara'ya gitmiştir ve
görüldüğü gibi bu hava değişimi ona pek yaramaktadır.
Böylece, Türk, Türkün ne olacağı konusunda Batımn
kendi zihninde yarattığı görüntüye bir türlü uymayarak Batı
lıyı hep şaşırtmıştır. İki toplumun kişileri teker teker karşı kar
şıya geldikleri ender zamanlarda da bu şaşkınlık çok daha bü
yük olmuştur. Batılıya, Türkün Hint-Avrupa dillerinden biri
ni konuşacak yerde garip bir Turan dili konuştuğu, Lâtin harf
leri ile soldan sağa doğru yazacak yerde, Arap harfleri ile sağ
dan sola doğru yazdığı ve Hristiyan olmak yerine Müslüman
olduğu öğretilmiştir. Aklı bunlarla doldurulmuş bulunan Ba
tılı, yassı burunlu, kayış gibi derili, çekik gözlü, nallarının bas
tığı yerde ot bitmeyen ata binmiş bir yaban adamı ya da ba
şında kubbe kadar büyük bir sarıkla sırtında çadır kadar bü
yük bir kaftan bulunan; peşine taktığı bir sürü peçeli kadın ile
sakalını uçura uçura dolaşan bir insan azmam ile karşılaşma
yı beklemektedir. Batılı hiçbir zaman, kendi dinlerinden olan
Macarlar ve Finliler gibi ulusların da Turan dilleri konuştuk
larını, Arap yazısının çok eski ve güçlü bir yazı olduğunu, din
bakımından Müslümanlığın tek Tanrı tanıdığını, Kalvinistler
gibi kadere inandığını, Protestanlar gibi Kur'an'm aynen uy
gulanmasını istediğini düşünmemektedir. Bunun sonucunda
Batılı, Türk diye beyaz tenli, kendi gibi giyinen, Fransızcayı
İngilizler ve Amerikalılardan çok daha iyi konuşan, yakışıklı
görünüşlü bir Avrupa tipi ile karşılaşınca şok geçirmektedir.
(1) Toynbee'nin bu kitabının ilk yayınlanış tarihi 1924'dür.
22
24. Elbette bu kitabı okuyanların çoğu Mustafa Kemal'in fo
toğraflarını görmüşler ve her halde Türkiye Cumhurbaşkanı
nın görünüş bakımından ulusunu temsil edip etmediğini dü
şünmüşlerdir. Bu sorunun cevabı olumludur. Sarışın, gri göz
lü, açık tenli, düz burunlu "Alpli" ya da "Kuzeyli" tipi belki
de Türkler arasmda esmer "Akdenizli" tipinden daha yaygın
dır ve bugün Türkiye'de pek az olan "Moğol" tipinden de
uzaktır. "Moğol" tipine Anadolu'nun çok içerlerinde rastlan
maktadır. Türkiye'de kıyılardan içerlere doğru yolculuk eden
ve sözgelişi, izmir'den Afyonkarahisar' a giden bir yabancı, ırk
farkları bakımından Avrupa'da Riviera'dan Normandiya'ya
ya da Bavyera'ya,giden bir yolcudan daha değişik izlenimler
edinmektedir.
Türkiye'de bir yolcu batı kıyısından Anadolu'nun içerle
rine doğru ilerledikçe fizik görünüş daha açık renklere doğru
değişmektedir. Yani, yolcu sanki Orta Asya'ya doğru değil de
Kuzey Avrupa'ya gidiyormuş gibi bir izlenim edinecektir.
Eski Osmanlı İmparatorluğu'nda egemen yönetici sını
fındaki Türklerde, belki Orta Avrupa'dan, Rusya'dan ve Kaf
kaslardan Slavların ithal edilmiş olmalarının etkisi görülebi
lir. Fakat bugünkü Türk halkının çoğunluğu doğrudan doğru
ya ve daha somadan Türkleşmiş olan, eski Anadolu halkla
rından, Etiler, Frikyalılar ve Bizanslılardan gelmektedir. Bu
güne kadar elde ettiğimiz bilgilere göre, ırk değişimi çok de
rin olmamıştır. Bugünkü Türk ulusunda görülen fizik nitelik
ler Milâttan önce onbirinci ve hatta onaltmcı yüzyıllarda da
egemen tipleri meydana getirmekteydi. Daha somaki Osman
lı toplumunun çekirdeğini teşkil eden ve Orta Asya steplerin
den kalkıp Kuzeybatı Anadolu'ya yerleşen Türkler de görü
nüşleri bakrmından saf Moğol tipinde değillerdi.
23
25. Orta Asya steplerinin göçebeleri yalnız Moğollardan de
ğil, bunların etrafında bulunan her türlü tiplerden meydana gel
mişlerdir ve tarihin başlangıcında, dünyanın bu bölgesinde
"Nordik" (Kuzeyli) tipinin Çin sınırlarına kadar daha hâkim
bir tip olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Türklerin değişik tip-
lerdeki atalarının bugünkü karışmış Türklerde görülen tipler
den daha değişik olduklarını ortaya koyacak bir delil yoktur
ve şüphesiz Türkler, kütle olarak "Beyaz Irk"a mensup bu
lunmaktadırlar.
Şurasım da belirtmek gerekir; fizik görünüş sorunu, sa
nıldığından daha az önemlidir. Yaygın bir inanca göre "Beyaz
Irk" ve Batı toplumu bhbirinin aymdır. Yani, bütün Batılılar
beyazdır ve bütün beyaz insanlar da Batı uygarlığının çocuk
larıdır. Gerçekte bu, tam bir yanılmadır. Yeni dünyada, sözge
lişi, Amerika Birleşik Devletleri'nde İngilizce konuşan, Pro
testan Kilisesinin Metodist kolundan zenciler; Meksika ve
Brezilya'da, dinleri Katolik, dilleri Lâtinceye dayanan renkli
insanlar vardır ve bunlar kültür bakamından Batılıdırlar. Bu
na karşılık, eski dünyada, batı kültürü dışmda olan değişik be
yaz uluslar vardır ve her zaman da olmuştur. Bugünün eski
dünyasında, Rifîler, Kürtler ve daha iyi bir örnek olarak, Hin
distan'ın kuzeybatı sınırındaki halklar ya da Japonya'nın ku
zeyindeki Ainular gibi toplumsal şartlan atalanmızm onsekiz
yüzyıl öncesinin şartlarına benzer beyaz barbarlar bulunduğu
gibi, Ruslar ve İranlılar gibi Batı uygarlığından olmayan fa
kat uygar beyazlar da vardır.
Bunlann yanı sıra, bir uygarlığı bir kenara bırakıp başka
bir uygarlığa geçmeye çalışan Türkler gibi beyazlar da bulun
maktadır. Kitabımız bunları ele almaktadır.
Ne kadar gariptir; Türkler beyaz insanlar olmakla beraber,
24
26. başka renkteki insanları eşit görmeyi reddeden Batı dünyasının
Protestan beyazlarından, özellikle bunların İngilizce konuşan
larından aksi bir tutum içindedirler. Bu bakımdan, Türkler Ba
tı toplumunun Lâtin asıllı üyelerine benzemektedirler. Fransız
ordusunda olduğu gibi, Türk ordusunda da renkli bir subayın
beyazlara komuta emğini görmek, bir anormallik değildir. Türk
ler arasındaki bu ırk hoşgörüsü eski bir İslâm geleneğidir ve Ba
tılılaşma dalgasının bu geleneği ortadan kaldırması da pekmuh-
temeldir. Fakat Türkler, Batı uygarlığım Amerikan biçimi ile de
ğil de, Fransız biçimi ile kabul ettiklerinden, bnakmakta olduk
ları uygarlığın en üstün taraflarından biri olan bu hoşgörüyü tam
kaybetmeyecekleri konusunda yine de ümit vardır.
Türkiye ve Türkler hakkındaki bugünkü Batı inamşlarımn
değiştirilmesi gerektiği üzerinde bir hayli söz söyledik. Şimdi
bunun neden böyle olduğunu anlatalım: Nedeni şuduı, Batılı
gözlemcilerin çoğu Türkiye'ye dışardan, Batı dünyasına yas
lanmış bir anormal şişkinlik gibi bakmaktadnlar. Bu açıdan ba
kıldığında, Türkiye çözümlenmesi imkânsız bir sınır olarak gö
rünmektedir. Bu kitabın geri kalan kısmında, kendimizi bu Ba
tı açısının dışına çıkarmaya çalışacağız ve ayaklarımıza Türk
ayakkabılarım (daha doğrusu giyip çıkarması bizim çizmeleri
mizden çok daha kolay olan Türk pabuçlarım) giyip, dünyaya
Türklerin gözü ile bakacağız. Bunu başarabildiğimiz takdirde,
yalnız Türkleri daha iyi anlamakla kalmış olmayacağız; kendi
uygarlığımızı da yeni bir ışık altında göreceğiz. O zaman Batı,
gözlerimizde, Rusların, Çinlilerin, Türklerin, Hindulann gör
dükleri gibi canlanacaktır. O zaman karşımıza, bir dev enerji
sine sahip, etkileyici bir yabancı güç ve inkâr edilemiyecek hat
ta hayret verici bir varlık olarak çıkacaktır.
Bu arada, "Hasta Adam" olmakla beraber, Türklerin has-
25
27. talığmın hiçbir zaman öldürücü olmadığını da ortaya çıkara
cağız.
Çar Nikola, teşhisinin bu ikinci ve daha heyecan verici
kısmında çok ileri gitmiştir. Çünkü hastalığın belirtilerinin
anlamını kavrayamamıştır. Tabiat bilgisi olmayan bir kişi, de
risini değiştiren bir yılan gördüğünde, hayvanın derisini kay
bettiği için bir zamansama tekrar eski durumuna geçeceğine
inanmaz. Bu inancına bir gerekçe olarak da, bir insanın ya da
başka bir memeli hayvanın, derisi yüzülmek talihsizliğine uğ
radığında da yaşadığının hiç görülmediğini söyler. Evet, bir
panterin postundaki benekleri ve bir Habeş'in derisinin ren
gini değiştiremeyeceği kanısı doğrudur. Fakat tabiat meraklı
sı kişi daha derin bir inceleme yapmış olsaydı, yılanın her iki
sini de yapmasının çok tabii bir olay olduğunu öğrenirdi. El
bette deri değiştirmek yılan için de güç ve rahatsız edici bir
iştir. Bir süre için dış etkilere açık kalmakta, hayatı, sadece düş
manlarının merhametine bağlı kalmak tehlikesine düşmekte
dir. Bu arada, şahinlerin ve kargaların elinden kurtulabilmiş-
se; yalnız sağlığına yeniden kavuşmakla kalmamakta ve ze-
hiri daha da güçlenerek yeni bir gençlik elde etmektedir. -
Bunun en yeni örneği Türklerdir ve onlar için "Hasta
Adam" yerine "Deri değiştiren yaratık" demek, durumları için
çok daha uygun düşmektedir.
Bu kitabın amacı, yeni derileri altında Türkleri daha iyi
anlatabilmektir. Türkleri daha iyi anlayabilmek için de onun
geçmişte ve şimdi ne olduğunu; ayrıca eski derisini nasıl atıp
yenisini yine nasıl sırtına geçirdiğini incelememiz gerekmek
tedir. Kitabın bundan somaki bölümlerinde, yeni Türkiye'nin
derinliğine bir incelemesine geçmeden önce eski Osmanlı İm-
paratorluğu'nu ve son bir buçuk yüzyıldır süregelen bu deri
değiştirme olayım ele alacağız.
26
28. İKİNCİ BÖLÜM
ESKİ OSMANLI İMPARATORLUĞU
(1299-1774)
Eski Osmanlı İmparatorluğu'nun kurumlan özellikle iki
kaynaktan gelmektedir: Birincisi, Orta Asya steplerinin hayvan
cılıkla geçinen göçebe toplumlan uygarlığı, ikincisi de İslâm
uygarlığıdır. Moğollar önünden kaçan birkaç yüz göçebe, Ana
dolu yaylasının kuzeybatı ucunda ve onüçüncü yüzyılda Osman
lı Devleti'nin temellerini atmışlardır. Yurtlarından sürülmüş
olan bu göçebeler, Seyhun ve Ceyhun havzasından çıkıp Ana
dolu'nun kuzeydoğu kanadından girerek İslâm dünyasının öbür
ucundaki yeni yurtlarına gidinceye kadar süren uzun geçiş dö
neminde, o zamanların Marmara denizi kıyılarında Bizans uy
garlığı ile yanyana yaşayan İslâm uygarlığının etkisi altında
kalmışlardır. Osmanlıların kurduklan ve bütün Ortadoğuya yay-
dıklan yeni toplumun dayandığı iki unsurdan biri, Batı için bü
tünüyle yabancıydı. İkinci unsur ile de sadece geçici bir süre, o
da daha çok düşmanca bir biçimde ilişki kurmuştu.
Orta Asya'nın özel şartlannın kurulmasına yol açan ku
rumlar (bunlar Osmanlılar tarafından yeni aşama şartlanna uy
durulmuşlar ve soma sistemlerinin en başta gelen özellikle-
27
29. rinden olmuşlardır) Batı dünyasında hiçbir zaman yerleşeme-
mişlerdir. Daha önce Batıya gelmiş olan Hunlar, Moğollar gi
bi göçebeler, Macarlarda olduğu gibi, kendi etkilerinin izleri
ni bırakmadan yeni çevrelerinin şartlan içinde erimişlerdir. Os
manlı toplumunun ikinci unsuru olan îslâm da -isteyerek- Ba
tı Hristiyanlığma yabancı kalmışta.
İslâm'ın, son aşaması olduğu eski Ortadoğu uygarlığı ile
eski Yunan-Roma uygarlığından doğan modern Batı uygarlı
ğı arasında, zaman zaman karşılıklı etkilenmeler olduğu doğ
rudur. Ortadoğunun Büyük İskender tarafmdan fethi, sonun
da Yunan-Roma dünyasının Doğu Hristiyanlığmca kültür yö
nünden fethedilmesine yol açmıştır. İfadesini artık İslâm'da
bulan Doğu da, eski topraklannı silâh gücü ile yemden ele ge
çirdiğinde Yunan bilim ve felsefesinin manevî etkisi altına
girmiştir.
Bundan soma bu fethin meyveleri İslâm kanallarından
Batı'nın genç toplumuna geçmiştir. Bukarşılıklı alışverişin bü
yük önemi vardır. İki toplum arasındaki düşmanlık, bir tara
fın İslâmlığı, öbür tarafın Hristiyanlığı kabul etmesinden son
ra süregelen uzun mücadelelerin tabii bir sonucu olmakla be
raber, bu düşmanlıkla alışverişler, birbirinin içine girmelerden
ötürü daha da artmıştır. Her iki toplumda bulunan ortak un
sur, tarafların birbirlerini doğru yoldan aynlmakla suçlama
larına yol açmıştır.
Eski Osmanlı İmparatorluğu'nun bu iki kültürel kökü,
Batı toprağından doğmuş yeni toplumlara yabancı kalınması,
hatta düşman olunması sonucunu vermiştir. Osmanlı kurum
larının bu Batılı olmayan, hatta Batı düşmanı karakteri, bun
lar incelendikçe daha iyi bir biçimde görülecektir.
28
31. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu kurumlarda göçebe
lik çok daha belirlidir ve bu unsurun anlaşılması bazı önyargı
lar yüzünden güç olmaktadır. Yerleşmiş uluslarda yaygm ve çok
defa yanlış olan bir inanca göre, göçebe hayat ilkel bir hayat
tır. Bu inancın gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Steplerin hayvan
cılıkla geçmen toplumları, avcılıkla geçinenlerin ya da tarım
yapanların tutunamayacaklan bir fiziksel çevre içinde yaşama
larım sürdürmektedirler ve bunu başarmak için de çok karışık
ve sıkı bir uygulamayı gerçekleştirmektedirler. Nitekim, insa
nın ilerlemek için geçebileceği yollardan biri olan göçebe ya-
şamımn zayıf noktası, ilkel bir seviyenin üstüne çıkamamak de
ğil; aksine, çok karışık bir sosyal örgütlenme ile, belli bir çev
rede tam bir denge sağlamaktır. Böyle bir denge, dengesizlik
unsurunu ortadan kaldırmakta ve daha iyiye ya da kötüye doğ
ru değişmelere kapıyı kapamaktadn. Gerçekte, göçebeler in
san ailesinin karmcalanyla anlarıdır. An kovamnda ya da ka
rınca yuvasında olduğu gibi göçebe toplumlarda da toplumu
meydana getiren değişik tipteki bireyler, bütün faaliyetlerinde
sıkı bir askerî disiplinle "koordine" edilmişlerdir ve bütün ha
reketlerinde stratejik bir plâna uymaktadırlar. Steplerde hayat
ancak çobanlar, hayvanlar ve köpek, deve, at gibi eğitilmiş
hayvanlar arasmda kurulan ilişkilerin tam işlemesi ile sürdü
rülebilir. Çobanların hayvanlarım kontrol edebilmeleri için eği
tilmiş hayvanların bunlara hizmet etmeleri gerekmektedir. Top
lum, sayı üstünlüğünü dorukta tutabilmek için değişik mevsim
lerde, değişik yerlerde otlakların gelişmelerinin azamisine u-
laşmalannı izlemek zorundadır. Otlak aramak için yapılan y-
er değiştirmeler çok önceden plânlanmıştır ve bunian bulmak
için önderlerin çok ehliyetli ve tecrübeli olmalan gerekmekte-
29
32. dir. Tıpkı bir ordu komutanının kuwetlerinin hareketini plân
laması gibi. Hareket, genellikle bazan binlerce kilometre uzun
luğunda yıllık bir yörüngeyi izlemektedir. Bu, başıboş bir do
laşma değil, ritmik bir harekettir. Aynı hareketlere ileri yerleş
miş toplumlarda da rastlanmaktadır. Sözgelişi, İtalyan işçile
rinin gemilere binip Arjantin ve kuzey ülkelerine ürün kaldır
maya gitmeleri ya da Batı'mn büyük şehirlerindeki banliyö
lerde oturan işçi ve memurların her gün şehrin merkezine akın
etmeleri gibi. Göçebelik çok gelişmiş ve çok sıkı örgütlenmiş
bir hayat şeklidir. Daha ileri aşamalar yapabilmek bakımından
sonu karanlık bir yol gibi görünmesine karşılık, tabii çevresi
içinde en ekonomik yaşama biçimidir.
İklim midir, yoksa başka birşey mi, sebebi hâlâ karanlık
olan bu esrarlı ve ritmik hareketler, birdenbire alışılmış yıllık
yörüngesinden çıkıp göçebe bir toplumu steplerden yerleşmiş
bir toplumun topraklarına atınca ortalık karışmaktadır. Göçe
be, bundan soma fetihlere başlamaktadır. Steplerde yaşamını
sürdürmek için geliştirmiş olduğu disiplin ve örgütçülük onu,
önünde durulmaz bir kuvvet haline getirmiştir. İlk başta, ken
di şartlarına yabancı bir çevre içinde tarımcı ve tüccar toplum
lara savaş açmakta ve bunları egemenliği altına almaktadır. Bu
yabancı çevre içinde, göçebenin enerjisi, daha sonraları sürü
leri yönetmekten bir imparatorluğu yönetmeye dönmektedir.
Ayrıca bütün insanların yaptıkları gibi, karşılaştığı bu yeni
problemi geçmişte edindiği tecrübeleri uygulayarak çözmeye
çalışmaktadır. Kendisini hâlâ bir çoban olarak görmektedir, a-
ma bu defa hayvanların değil, insanların çobanı olarak. Ko
yunlarla sığırlardan daha yumuşak başlı olan bu insan sürüle
rini kontrol altında tutabilmek için de önceleri köpekleri son-
30
33. ra develerle atlan eğitmesi gibi, insanlar arasından seçtiği "ço
ban köpekleri"ni yetiştirmektedir. Kendisine yardım edecek
bu tür insanlan yetiştirmek için de vaktiyle atalannın yardım
cı hayvanlan yetiştirmede harcadıklarından daha çoğunu tü
ketmekte ve dolayısıyla daha büyük fedakârlıklarda bulun-
maktadtf (1).
Bilinen bütün göçebe imparatorluklannda uygulanan sis
tem bu olmuştur ve Osmanlılar bunu kendilerinden öncekiler
ve çağdaşlarından çok daha etkili bir biçimde uygulamışlar
dır. Bunun nedeni, belki de, kendilerinin küçük bir azınlık teş
kil etmeleri, egemenlikleri altına aldıklan ulusların çok zeki
ve çok daha uygar olmalan ve böyle bir ortam içinde korun
mak amacıyla daha büyük çabalar harcamalandır.
Bunun yam sıra, göçebe imparatorluğu sistemi, en geliş
miş biçiminde bile, bünyesinde kendi çürümesinin tohumlan
ın taşımaktadır. Çünkü bu sistem iki yönden tabiata aylandır.
Birincisi, steplere özgü bir yaşama biçimim, -bu biçim çevre
içinde en ekonomik olanı ve tek yaşama imkânım verenidir-
krrlar ve şehirler dünyasına yerleştirmeye çalışmak teşebbüsü
dür. Oysa bu biçim, yeni çevre içinde ekonomik değildir ve hem
gelişmiş, hem de kendi kendine yeter hale gelmiş toplumu çok
önceleri geçirmiş olduğu bir döneme geri çevirmek demektir.
ikincisi, insanlarla ilişkilerde, hayvanlarla olan ilişkileri
örnek alıp bunlan insanlara kütle halinde uygulama teşebbü
südür. İnsan tabiatı böyle bir tutuma er ya da geç başkaldıra
caktır. Nitekim dört yüzyıl soma (1373- 1774) Osmanlı îm-
(1) Bunlara Arapça reaya denmektedir. Bu sözcük Arabistan'da impara
torluklar kurmuş Orta Asyalı ve Moğol göçebelerden alınmıştır. Giderek de Hin
distan Moğollanndan İngilizceye geçmiştir ye bugün Ingilizcede kullanılan' 'ry-
ot" sözcüğü de buradan gelmektedir.
31
34. paratorluğu'nun çökmesi başlamıştır. Buna rağmen benzerle
rinden çok daha bilimsel bir biçimde kurulmuş olmasından
ötürü kadere daha uzun bir süre karşı koyabilmiş, Hun, Avar,
Moğol ve Hint- Moğol imparatorluklarına göre dağılmaya
karşı daha çok azimle savaşmıştır.
Kısacası, göçebe imparatorluklanmn metodu, yerleşmiş
uyruklarrmn çoğunluğuna "insan sürüleri" muamelesi yapmak
tır. Bunlar zaman zaman "sağılır", "kırkılır" ve en küçük bir
itaatsizlik belirtisi gösterdiklerinde de amansız bir baskı altma
alınırlar. Bunun dışmda kendi hayatlarım yaşamaya bırakılırlar.
Bunların kontrolü da, gerek savaş esirleri arasından seçilmiş,
gerek esir tüccarlannca sağlanmış ve gerekse sürü yetiştirmek
için -bir kuzunun koyundan, bir buzağının inekten aynlması gi
bi- zaman zaman çekilip alınmış çocuklardan meydana gelme
bir seçme "çoban köpekleri" aracılığı ile yürütülür.
Osmanlı sisteminde "çoban köpekleri", "insan sürü-
sü"nden bilerek ve her bakımdan bütünüyle ayrı tutulmuşlar
dır. Bunlar toplumun pasif üyeleri değil, devletin gerçek gü
cü olmuşlardır. Aynı zamanda da, üzerlerine düşeni yaptıkla
rı sürece kendi hayatlarını yaşamalarına izin verilmesine rağ
men, sıkı ve şaşmaz bir disiplin altında tutulmuş; sorumluluk-
lan arttıkça da benliklerine daha az sahip olmaları sağlanmış
tır. Mesleklerinin başından sonuna kadar, paşa, vezir olduk
tan soma onlara, kendilerinin, kanlarının ve çocuklarının ve
sahip olduklan her şeyin devlete ait olduğu sürekli ve çırak
lık devirlerindekinden de daha çok hatırlatılmıştır.
Göçebe imparatorluklanmn çoğunda devlet demek otok-
ratik bir hükümdar anlamına gelmektedir. Bu yüzden ölümle
rinden sonra bütün mallar efendiye geçer. Efendi isterse, ben-
32
35. desini mevkiinden uzaklaştırarak istediği zaman malına, mül
küne ve hatta hayatma el koyabilir. Bununla beraber, hayvan
benzerinin aksine, "Çoban köpeği" efendisi ile aynı cinsten
olduğu için göçebe imparatorluklarının çoğunda, hükümdar
ailesi ile bunun gücünün dayanmakta olduğu bendelerin bir
birlerine karışması eğilimi ortaya çıkmaktadır. Sözgelişi, Mı
sır'da Memlûk (Arapçada bu sözcük mülk parçalan anlamına
gelmektedir) adı verilen esir bendeler, Selâhattin Eyyubi'nin
mirasçılannm elinden iktidan almışlardır. Böylece 1250'den
1811'e kadar Mısır, önce esirden efendilerinin yerini alan,
soma bunlann esirlerinin efendilerine hâkim olarak yeni efen
diler haline gelmelerine dayanan bir sistemle yönetilmiştir.
Yine Ortaçağ Hindistam'nda, Orta Doğuda olduğu gibi
İslâmlığın eski göçebeler arasında yayılması üzerine Delhi'de
82 yıl" süre ile (1206-1287) bir dizi "esir kırallar" görüyoruz.
Taht, babadan oğula değil, efendiden esire geçmiştir.
Savaşlarda esir düşen ya da esir tüccarlanndan satın alı
nan çocuklar sıkı bir eğitimden geçirilip tahta oturmaya lâyık
olduklanm ispat edebildikleri takdirde kral olabilmekteydiler.
Osmanlı împaratorluğu'nda ise, devlete ve toplumun hâ
kim unsuruna adını vermiş olan kurucunun torunlan, 1922 yı
lma kadar tahtı başkalanna vermemişlerdir. Fakat XV yüzyı
lın başlarından beri Osmanlı sultanlan meşru evlilikler yap
mayı bırakmışlar ve yalnız erkek esirler gibi elde edilmiş, se
çilmiş ve yetiştirilmiş " cariye "lerden çocuk sahibi olmuşlar
dır. Böylece esirlik müessesesinin Sultan Mahmut II. (1808-
1839) tarafından kâldınlmasına kadar Osmanlı İmparatorlu
ğu hükümdarlanmn kendileri de birer esir, daha doğrusu, ana
tarafından, babalarının esirlerinin çocukları olmuşlardır.
33
36. Bu sistem, Sultan Mehmet Il.'nin neden mirasçılarına
tahta çıktıkları zaman erkek kardeşlerim öldürmelerini salık
vermiş olduğunu çok iyi anlatmaktadır. Hükümdar ailesi de,
esir bendeleri ve onların altındaki "insan sürüsü" gibi ehlileş-
tirilmiş hayvanlar örneğine göre muamele görmüştür. İşe ya
ramayanlar -nesli devam ettirecek en sıhhatli ve güzel kedi yav
rusunun seçildikten sonra diğerlerinin suya batınlıp boğulma
ları gibi ortadan kaldırılmalıydı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun sağlamlığı, düzenli çalışma
sı; saray bahçıvanından sultanın kendisine kadar, Hristiyan
bendelerin eğitimine dayanmıştır. Savaşlarda esir düşmüş ya
da bu sistemden geçmiş, sonra Batı'ya kaçmış Hristiyan ço
cuklarından bu eğitim sistemiyle ilgili ilk elden bilgilere sa
hip bulunuyoruz. Bu bilgileri bizlere sağlayanlardan biri
Schiltberger adındaki bir Alman gencidir. Schiltberger, 1397
yılında Niğbolu savaşında esir düşmüş, Enderun'a alınmış ve
1402'de Ankara Savaşı'nda Osmanlı ordusu saflarında Ti
mur'a karşı savaşırken bir kere daha esir düşmüştü. Orta As
ya'ya götürülen Schiltberger fidyesini ödeyerek bir süre son
ra esaretten kurtulmuş ve Almanya'ya dönüp başından geçen
leri yazmıştı.
Sistemin yüz yıl somaki durumu da Cenovalı Menavino
tarafından anlatılmıştır. Eski esirlerin kalemlerinden öğrenil
miş bilgiler, Osmanlı İmparatorluğu'nun, çağında, yönetim ve
savaş sanatlarında neden dünyanın en güçlü devleti olduğunu
göstermektedir. Bu sistem ve Osmanlı kurumları yüzyıllar bo
yunca Batı için bütünüyle yabancı kalmıştır.
Yukarda sözünü ettiğimiz değişik yollardan sağlanan dev
şirme çocuklar ya da gençler önce üç dört yıl için iç Anado-
34
37. lu'ya gönderilmekte, orada Türkçe'yi öğrenmekte ve ağır iş
ler görerek beden sağlamlığı kazanmaktaydılar. Soma bu genç
ler başkentteki "depolara" sevkedilmekteydiler. Buralarda iç
lerinden bir ayıklama yapılmakta, kimi saray bostancılığına,
kirni donanmaya, kimi de özel kişilerin yanma verilmektey
di. Bu iki kademenin ardından en uygun olanlar da Yeniçeri
ocaklarına atanmaktaydı. İmparatorluğun çökmeye yüz tutma
sına kadar bu ünlü piyadelerin sayısı 12.000 olarak sınırlan
dırılmıştı.
Yeniçeriler, Batı'da gerçekten lâyık oldukları ünlerine
rağmen, tam anlamıyla sistemin "elitleri" değillerdi.
Devşirmeler (Eflâtun'un düşsel Cumhuriyetindeki "çoban
köpekleri" gibi) savaşçı ve yönetici olarak ikiye ayrılmaktay
dılar. Yönetici olacak adaylar işin en başında seçilmekte, Ana
dolu'ya gönderilecek yerde Edirne, İstanbul ve çevredeki bazı
şehirlerde bulunan yatılı okullarda on iki yıl süreli bir eğitim
den geçirilmekteydiler. Adaylar, bu okullarda edebiyat (Türk
çe, Arapça ve Farsça), İslâm dini ve felsefesi, savaş sanatı ve
ayrıca bir meslek öğrenmekteydiler. Okulu bitirdikten sonra da,
pratik eğitim olarak sarayda küçük görevlere atanıyorlardı. Gö
revleri büyüdükçe sultan'm şahsına daha çok yaklaşıyorlar, sul
tana yaklaştıkça da görevleri büyüyordu. 25 yaşma gelince her
biri sultan ile görüştürülüyordu. Sultan bunlara birer at ve do
natımını veriyor, bunun ardından da yeni bir seçme yapılıyor
du. Yeteneklerine göre; kimi sultanın maiyetinde sipahi olarak
kalıyor, sayılan daha az olan kimine de sorumluluğu bulunan
görevler veriliyordu. Artık bu sonuncular için beylerbeyi, vezir
ve hatta sadrazam olma yollan açılıyordu.
Bu hayret verici eğitim sisteminin yürütüldüğü ilkeler
35
38. hiç şaşmayan bir uygulamaya dayamyordu: Bilimsel bir seç
me, görevlerin taksimi, amansız bir disiplin ve rekabet. Bu so
nucu unsur, eğitimin her safhasında yalnız daha yüksek bir
mevkie gelmek imkânı değil (son hedef sadrazam olmaktı) ay
nı zamanda maddî çıkardan da meydana gelmişti. Görev mev
kii yükseldikçe maddî gelir de artıyordu. Devşirmeler, çırak
lık devresinde bile ücret alıyorlardı. Adaylar zorla Müslüman
yapılmıyorlardı. Eğitim devresi süresinde çevrenin bilinçaltı
na yaptığı etkiyle -ve belki de yaşlan ilerledikçe çıkarlarının
nerede olduğunu görmelerinin etkisi ile- kendiliklerinden
Müslümanlığı kabul ediyorlardı. Bununla beraber, Osmanlı
împaratorluğu'nun eski Hristiyan yöneticileri, çocuklukların
da ayrılmış olduklan aileleri ile bazan -sultanın hizmetinde bu-
lunduklan bütün süre boyunca- ilişkilerini sürdürebiliyorlar-
dı. Sözgelişi, Sultan Süleyman'ın saltanatının ilk yıllarında
üçüncü vezir olan Arnavutluklu Ayaz Paşa, Avlona'da bir ma
nastıra girmiş olan köylü annesine her yıl para göndermek
teydi. Hayata Sırbistan'daki bir kilisede hizmetle atılmış olan
Sokollu, Sultan Süleyman'ın saltanatının son"devrinde vezir
olduktan soma Makarios adındaki bir yalçınının yararına Peç'te
bir Sırp Patrikliği kurdurmuştu.
Bütün bu sistemin kilit noktasını, sultamn özgür Müslü
man tebaasının bu görevlere alınmaması kuralı teşkil ediyor
du. Saray hizmeti, yalnız Müslüman olmayan kimselere açık
tı. Bunlann çocuklan ise özgür Müslümanlar sınıfında yerle
rini alıyorlardı ama bu kez de, sınıflarına uygulanan kural ge
reğince babalannm mesleğini kendi kişiliklerinde sürdüremi-
yorlardı. Bu kural, imparatorluğun kaderinin ellerine bırakıl
dığı kişilerin yeteneklerine göre seçilmelerim; sıkı bir eğitim-
36
39. den geçmelerini, bu yetenek ve eğitimin açtığı iktidarın, ken
dilerini yaratan ve "bende" olarak kalmalarını isteyen hane
dana rakip aileler haline gelmemelerini sağlıyordu.
Tabii bu, yine insan tabiatma aykırı bir tutumdu. Öte yan
da da özgür Müslüman derebeyleri imparatorluk ordusuna,
bendeler sımfı kadar çok asker vermekle, hâkim dinin men
supları olmakla ve kendilerim imtiyazlı bir sınıf olarak gör
mekle beraber siyasal ve askerî yüksek mevkilere gelemiyor-
lardı. Bu mevkilere gelen devşirmeler de, bu mevkilerini ken
di ailelerinden birine bırakamıyorlardı.
1566'dan soma, imparatorluk varoluşunun ikinci yüzyı
lını tamamlarken sisterrıin bu kilit noktası gevşetilmiştir. Ben
deler sınıfı, kendi çocuklarının da hizmete alınmasına sultanı
ikna etmiştir. Bunları özgür Müslümanların da devlet hizme
tinde eşit haklar elde etmeleri izlemiştir. O andan itibaren de
Osmanlı devlet sistemi çürümeye yüz tutmuş ve imparatorluk
tedricen, yalnız Batılı Hristiyan devletlere karşı değil, aynı za
manda Doğulu Hristiyan "sürüleri" ne de güç karşı koyar du
ruma gelmiştir.
Şimdi, Osmanlı örgütlemşinin diğer bölümlerine de kısa
bir göz atmamız gerekiyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi,
bu örgüt modern Batı devletlerinden, tepeden tırnağa kadar de
ğişiktir. Batı devletlerinin eğilimi, yatay değil, dikeydir. Yani,
bu eğilim, ülkenin bütün vatandaşları için millî bir tekdüzeli
ğe dayanan eşit vatandaşlığa; vatandaşların kastlara göre de
ğil, yerleşme yerlerine göre gruplandınlmasma doğrudur. Gö
çebe toplumlarda ise bu eğilim yataydır. Toplumda çobanlar,
çoban köpekleri ve sürüler hiyerarşisi vardır. Kastlarda oldu
ğu gibi (birbirine muhtaç bulunmakla beraber) bunlar arasın-
37
41. da da eşitlik, tekdüzelik anlamsız şeylerdir. Çünkü bunların
üyeleri birbirinden tür olarak değişiktirler. Ayrıca mahallî
gruplaşma görüşünü de uygulamak imkânsızdır. Çünkü, bir
Batı ordusunun topçusunun, süvarisinin, piyadesinin birbirle-
m e ı m i r a ç omaarL g&i göçebe topıvmuann unsurlarının da
birbirlerine muhtaç bulunmalarına karşılık, ana görevde sü
rekli yer değiştirme halindedir. Bu bakımdan, Osmanlı impa
ratorluğu göçebelik tohumlarından meydana gelmiştir. Sulta
nın, yukarda tarifini yaptığımız ve devletin çekirdeği olan
devşirme takımının belli bir yerleşme yeri olmamış, bunlar im
paratorluk topraklarında enine ve boyuna görev gereğince ya
yılmıştır. (Sultanın karargâhı biİe hareket halindeki bir kamp
manzarası göstermiştir.) Bu "çoban köpekleri" altındaki "in
san sürüleri" de bazı gruplar halinde devletin topraklarına ya
yılmışlardır. Egemenlik altına alman bu yatay örgütlere tek
nik tabiri ile "kavim" adı verilmiştir.
Batının siyasal terminolojisinde bu Arapça sözcüğün kar
şılığı yoktur. Çünkü bir sürü siyasal fikri anlatmaktadır. Kav
mi "millet" Olarak çevirirsek, belirli ve bölünmez bir toprak
parçası üzerinde tek dili konuşan bir toplum anlamı çıkar. Oy
sa, Osmanlı kavimleri her yerde bir azınlık olarak bulunmuş
lar ve değişik yerlerde değişik mahallî diller konuşmuşlardır.
Her kavmin başında bir din adamının bulunmasına bakarak
kavmi "din" olarak çevirirsek, ortaya devlet yüzünden deği
şik bir yüzeyde bulunan bir örgüt anlamı çıkar. Gerçekte ka
vimler, Osmanlı siyasal örgütünün altında olmakla beraber,
devletin ana parçalarım meydana gerilmişlerdir. Kavimlerin
başında bulunan din adamları yalnız üyelerinin din işlerini yü
rütmekle kalmamışlar; aym zamanda bunların ölümlerim, do-
38
42. ğumlarmı, evlenmelerini, miraslarını izlemişler; gereken ka
yıtlan yapmışlar ve aralanndaki anlaşmazlıkları kurdukları
mahkemelerde çözüme bağlamaya çalışmışlar, üyelerinden
devlete verilmek üzere vergi toplamışlardır. Batıda bu gibi ça
balar hükümranlık belirtileri olarak görülür ve devlet, bu gö
revleri büyük bir kıskançlıkla kendi üzerine alırdı. Osmanlı
Devleti ise bu gibi işleri, bilerek ve isteyerek adı geçen kişi
lere vermiştir.
İmparatorlukta en yüksek yeri işgal eden kavim, (bu te
rim onlara teknik balamdan hiçbir zaman uygulanmamıştır)
Müslüman topluluğu olmuştur. Fakat bu topluluğun düzenlen
mesi de, diğer kavimlerde olduğu gibi yapılmıştır. Bütün im
paratorluk topraklan üzerinde yaşayan Müslümanların başın
da şeyhülislâm bulunmaktaydı. Müslümanlar "şeriata" göre
yaşamaktaydılar ve bunun yorumunu müftüler, uygulamasını
da kadılar yapmaktaydı. Bu İslâm kavmine özgür derebeyle
ri ile bunlann topraklarındaki köylüler dahildi. (Buralarda sü
rüler Hristiyan değil, Müslümandır.) Sultanın somadan müs-
lüman olmuş bendeleri de bu topluluktadır.(Bunlar, pratikte
şeriatın da üstüne çıkmışlardn.) Daha sonra gelen en önemli
kavim, Rumlar olmuştur. Milleti Rum denen bu gruba, konuş-
tuklan dil ya da lehçe ne olursa olsun Ortodoks Hristiyan ki
lisesine mensup bütün Osmanlı tebaası girmektedir. Bu kav
min başı ve üyeleri ile Osmanlı hükümeti arasındaki bağı sağ
layan kişi İstanbul Rum Ortodoks Patriğidir. Osmanlı iktida-
nnm zirveye ulaştığı devirlerde, Bulgarlar bağımsız bir kilise
istedikleri zaman Patrik, Bizans İmparatoru'nun bir memuru
olduğu devirden daha çok, dünya üzerinde otorite iddiasını
gerçekleştirmeye yönelmişti. İstanbul Patrikliği Rumlann elin-
39
43. de olduğu için, Osmanlı Rumları, Bulgarlar, Sırplar, Romen-
ler, Arnavutlar gibi öbür Ortodoks Hristiyanlardan üstün bir
durumda bulunuyorlardı. Bir bakımdan bu durumları dolayı
sıyla Rumlar sanki Osmanlı împaratorluğu'nun ortaklan gi
biydiler. Rumlann bu üstünlüğü 1557 yılında Peç'te Sırp Pat
rikliğinin kurulması ile kırılmıştı. Fakat 1766 yılında, İstan
bul'daki Rum ileri gelenlerinin etkisi ile bu patriklik kaldinl-
dı. O zamanlarda Rumlann Osmanlı hükümetindeki nüfuzla
rı artmakta idi ve hükümet, Batılılarla ilişkilerinde gittikçe
Rum memurlarının aracılığına başvurmaya başlamıştı. An
cak Babıâli'nin 1870 yılında Bulgar Eksharklığma hak tanı-
masıyladır ki bu Rum nüfuzu kmlmıştır.
Daha az önemde olan da Ermeni milletiydi ve bu grup da
İstanbul'daki Gregoryen Patriğe bağlı bulunuyordu. Musevi
ler, Hahambaşı'nm yönetimindeydiler. Katolik "sürü"ye ge
lince, bu da Papa'nm bir temsilcisine bağlıydı.
Osmanlı topraklannda, sultanın değil fakat Venedik,
Fransa, Hollanda ve İngiltere gibi Batılı hükümdarların teba
ası olan diğer Katolikler ve Protestanlar da yaşıyordu. XVIII.
yüzyılın sonlanna kadar doğu limanında toplanmış olan bu ya
bancı tüccarlar kolonilerine kavim ilkesine dayanan toplum
özerkliği tanınmıştı, Bunlann işleri elçiler ve konsolosluklar-
ca yürütülmekteydi. Yabancılara verilen bu imtiyazlar kapi
tülasyonlara ya da sultanın her an geri alabileceği ve tek ta
raflı olarak tanıdığı haklann bir kısmıydı. Yalnız Fransa ile
1535 yılında ikili bir anlaşma yapılmış ve bu, her iki yanı da
bağlamıştı. Osmanlılar, bu Batılı tüccar kolonilerine atalan-
nın steplerde vahalann halklanna baktıklan gözle bakmaktay
dılar. Bu adamlar, ihtiyaçlan olan fakat kendilerinin yapama-
40
44. dıklan bazı lüks eşyaları "temin eden" yabancılardı. Sultanın
Doğulu Hristiyan sürüleri gibi bu Batılı yabancılar da devle
tin topraklarında bulunduklarında, sultanın bu hizmetkârları
nın istedikleri düzenli ya da düzensiz vergileri ödemek şartı
ile, kendi meselelerim kendi aralarında halletmeliydiler.
1774 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı hâlâ bu
manzarayı göstermekteydi. Fakat devrimsel değişmelerin ko
kusu da yavaş yavaş alınmaya başlanmıştı. İmparatorluk, yüz
yıldan beri Batı'ya karşı hep kaybettiği bir savaş veriyordu ve
şimdi de, yüz yıl önce Doğulu Hristiyan ulusların en geri kal
mışı olan Ruslar tarafından feci bir yenilgiye uğratılmıştı.
Ruslar, Osmanlıların Batılılar karşısında askerî başarısızlık
lara uğramaya başladıkları bir sırada, gözlerini Batıya çevir
mişlerdi. Bu, Osmanlılara karşı kazandıkları başarının sırrı
olarak görülmüş ve buna inanılmıştı. Böylece 1768-1774
Türk-Rus savaşı, bunu izleyen Küçük Kaynarca barış antlaş
ması hem Osmanlıların kendileri, hem de Osmanlıların Do
ğulu Hristiyan uyrukları üzerinde derin bir etki yapmıştı.
41
45. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BATININ ETKİSİ
(1774-1919)
Osmanlılarin "insan sürüleri", efendilerinden yüz yıl ka
dar önce gözlerini Batı'ya çevirmişlerdir. Bunların yeni bir yö
ne dönmüş oldukları, XVII. yüzyılın sonlarına doğru birden
bire farkedilmiştir. (Aynı sıralarda Doğulu Hristiyan Rusya da
Batı'ya doğru değişmeye başlamıştı). Bu yönelme, modern
çağların en önemli düşünce hareketlerinden biri olmakla kal
mamış, aym zamanda devrimsel bir hareket olarak da ortaya
çıkmıştır. Çünkü Hristiyan admı taşımalarına rağmen, Doğu
ve Batı Hristiyanlan o güne kadar birbirlerine yabancı olarak
yaşamışlardı.
Karanlık çağlardan soma Doğu ve Batı Hristiyanlan ara
sındaki ilk ilişki, Batı'mn yayılma hareketi olan ve Haçlı Se
ferleri diye tanınan gelişmeler sırasında gerçekleşmiştir. Bu
yayılma hareketi İslamlıktan çok Doğu Hristiyanlannın zara-
nna olmuştur. Doğulu Hristiyanlar o zaman Batıldan yaman
fatihler, Hristiyanlığm kendilerine göre biçimini ve âyinleri
ni yaymaya çalışan, hiçbir hoşgörüye sahip olmayan propa
gandacılar, siyasal yöneticiler ve hepsinden daha ezici olan,
ticarî amaçlar için politikayı sömürenler olarak tanımışlardır.
43
46. Bu arada tarihin en garip olaylarından biri de Doğulu
Hristiyanlar ile Batılı Hristiyanlar arasındaki ilişkilerin en kö
tü biçimine girdiği bir devrede, XIII. ve XIV yüzyıllarda, Os
manlıların yakın akrabaları olan Moğolların ve diğer göçebe
ulusların, Orta Asya steplerinde devir devir görülen patlama
lardan birinin sonucu olarak fetihlere çıktıkları sırada, Lâtin
Hristiyanlığım kabul etmeyi düşünmeleri ve Batılı Haçlılarla
aralarında bulunan İslama karşı zaman zaman işbirliği yap
mış olmalarıdır. Göçebe ulusların Hristiyanlaşması gerçekleş
memiştir. Buna karşılık Moğollar, üzerlerine oturdukları "İs
lâm sürüsü"nün dinini kabul etmişlerdir. Moğollar önünden
kaçıp kuzey-batı Anadolu'ya yerleşmiş olan Osmanlılar da ay
nı şekilde Müslümanlığı kabul etmişler, bir yandan da göçe
belik geçmişlerine özgü kurumlarını bırakmıyarak Orta Do
ğunun en iyi parçalarını ellerine geçirmiş Fransız baronların
dan, İspanyol maceracılarından, Venedikli ve Cenovalı tüccar
ların elinden İslâm adına Doğu Hristiyanlığım almaya koyul
muşlardır. Orta Doğunun Osmanlılar tarafından fethi, (Bunun
büyük ve en hayatî kısmı 1355 ve 1373 yıllan arasmda.ger-
çekleştirilmiştir) bir yandan sultanın devşirme yöneticiler sis
teminin mükemmel işlemesi, bir yandan da Doğulu Hristiyan-
ların Batılı Hristiyanlara karşı duydukları nefret sayesinde
mümkün olmuştur. 1453 yılında, İstanbulun son kuşatması sı
rasında bir Bizanslı ileri gelen kişinin "Papanın tacına, Pey
gamberin sarığım tercih ederiz" demesi bunun en canlı deli
lidir. Doğu Hristiyanlar bu tutumlanyla, Ortaçağ'dan kalma
Batılı bir efendiden kurtulup Osmanlı bir efendinin emrine gir
mekle kendilerine fayda sağlamışlardır. Bu olay, Osmanlı fe
tihlerinin gelişmesi için önemli bir unsur olmakla beraber,
44
47. sonrası için olumsuz bir etki de olmuştur. Doğulu Hristiyan-
lann, Ortaçağ Batı Hristiyanlığma düşmanlığı olmasaydı,
Türklerin amaçlan için çok yeterli olan Osmanlı kurumları
nın, bu kadar büyük bir imparatorluğun kurulmasına yararlı
olmalan beklenemezdi. Bunun aksine, Doğulu Hristiyanların
Batılı Hristiyanlara karşı tanımlan XVII. yüzyıl içinde değiş-
meseydi, o sıralarda çürümeye yönelmiş Osmanlı kurumları
nın imparatorluk için doğurduğu sonuçlar gördüğümüz kadar
ciddi olmayacaktı.
Doğulu Hristiyan tebaamn tarihi bu kitabın konusu de
ğildir. Fakat bunlarj "Batdılaşmalan" sırasmda Osmanlılann
tarihi üzerindeki etkilerinden dolayı kısaca ele alınacaktır.
Osmanlılann, uyruklan olan "sürüler"e ve aynı zaman
da topraklarında yaşayan Batılı yabancılara karşı tutumları, bir
önceki' bölümde sözü edilen imtiyazlann verilmesine yol aç
mıştır. Osmanlı kurumlan yeterli kaldığı ve Osmanlı İmpara
torluğu, içerde ve dışarda güçlü olduğu sürece bu imtiyazlar,
sultam, Osmanlı devletinin dışında olan unsurların yönetim
külfetinden -saray için bir tehlike yaratmadan- kurtarmışlar
dır. Fakat 1682-1699 savaşından soma, verilmiş olan imtiyaz
lann iyice yerleşip artık geri alınamaz bir hale geldikleri sıra
larda, tehlike kendini göstenneye başlamışta.
Başlangıçta bu imtiyazlann tehlike bakımından büyük bir
önemi yoktu. Çünkü imparatorluğun Doğulu Hristiyan teba
ası ile topraklannda yaşayan Batılı tüccarlar, hem zayıftılar ve
hem de tabiiyetinde yaşadıktan ve değişik gruplar arasında ba-
nşı koruyan Osmanlı devletinden çok birbirlerine düşmandı
lar. Osmanlılann ticareti bunların ellerine bırakmış olmalan-
na rağmen bu gruplar ekonomik bakımdan da zayıftılar. Özel-
45
48. likle Batılı tüccarlar, yüzyılın sonunda Ortaçağ'daki Batılı tüc
car devletlerinin birbirleriyle kapışmaları, Avrupa ile Asya'nın
birleştiği yerde Moğol Imparatorluğu'nun dağılması ve bu
yüzden Venedik ve Cenova'mn ticaret hinterlandı olan Kara
deniz ve Akdeniz limanlarının kapanması sonucu eski ekono
mik güçlerini kaybetmişlerdi. Bunlardan başka ilerleyen Os
manlılar karşısmda uğranılan kayıplar ve Atlantik kıyıların
daki Batılı devletlerin, doğu ticaretim kaybettikten soma At
lantik ötesi ticaret için birbirleriyle yanşa girmiş olmalan da
Osmanlı topraklarında yaşayan Batılı Hıristiyan tüccarlarını et
kisiz hale getirmişti. ÜstelikBatılı devletlerde, daha önce İtal-
yanlarca kurulmuş eski ticaret merkezlerini yeniden ele geçi
rip işler duruma sokmak için yeteri kadar enerji de kalmamış
tı. Bu şartlar altında batı ile doğu arasındaki ticaret "asgari"ye
inmiş ve mevcut alışverişler de sultanın Müslüman olmayan
tebaasımn -özellikle denizci Rumlann- eline geçmişti. Böy
lece Doğulu Hristiyanlar batı ile ilişki kuruyor, batı limanla
rını ziyaret ediyor ve hatta batı'nm vaktiyle doğu'da kurmuş
olduğu ticaret merkezlerinin benzerlerini batı'da açıyorlardı.
Bu ilişkilerin başlannda, Ortaçağ'dan kalmış düşmanlık
hisleri nedeniyle Doğulu Hristiyanlar, batı'da ticaret dışında
ki etkiler altında kalmıyorlardı. Batıya karşı Doğu Hristiyan-
lannın direnmesine bir örnek olarak şu olayı ele alabiliriz: Ki
ril Lukaris adındaki bir Ortodoks Rum din adamı XVTI. yüz
yılın ortalanna doğru Cenova'ya kadar gitmiş, teolojinin Kal-
vinist sistemim öğrenmiş ve bunu kabul etmiş; İstanbul'a dön
dükten soma patrikliğe kadar yükselerek Ortodoks ve Kato
lik kiliselerini banştırmak için teşebbüse geçmişti. Buna Or
todoks Rumlann tepkisi o kadar şiddetli olmuştu ki, İstan-
46
49. likle Batılı tüccarlar, yüzyılın sonunda Ortaçağ'daki Batılı tüc
car devletlerinin birbirleriyle kapışmaları, Avrupa ile Asya'nın
birleştiği yerde Moğol împaratorluğu'nun dağılması ve bu
yüzden Venedik ve Cenova'nın ticaret hinterlandı olan Kara
deniz ve Akdeniz limanlarının kapanması sonucu eski ekono
mik güçlerini kaybetmişlerdi. Bunlardan başka ilerleyen Os
manlılar karşısında uğranılan kayıplar ve Atlantik kıyıların
daki Batılı devletlerin, doğu ticaretini kaybettikten soma At
lantik ötesi ticaret için birbirleriyle yanşa girmiş olmalan da
Osmanlı topraklarında yaşayan Batılı Hristiyan tüccarlarım et
kisiz hale getirmişti. Üstelik Batılı devletlerde, daha önce İtal-
yanlarca kurulmuş eski ticaret merkezlerim yeniden ele geçi
rip işler duruma sokmak için yeteri kadar enerji de kalmamış
tı. Bu şartlar altında batı ile doğu arasındaki ticaret "asgari"ye
inmiş ve mevcut alışverişler de sultanın Müslüman olmayan
tebaasının -özellikle denizci Rumlann- eline geçmişti. Böy
lece Doğulu Hristiyanlar batı ile ilişki kuruyor, batı limanla
rını ziyaret ediyor ve hatta batı'nm vaktiyle doğu'da kurmuş
olduğu ticaret merkezlerinin benzerlerim batı'da açıyorlardı.
Bu ilişkilerin başlannda, Ortaçağ'dan kalmış düşmanlık
hisleri nedeniyle Doğulu Hristiyanlar, batı'da ticaret dışında
ki etkiler altında kalmıyorlardı. Batıya karşı Doğu Hristiyan-
lannm direnmesine bir örnek olarak şu olayı ele alabiliriz: Ki
ril Lukaris adındaki bir Ortodoks Rum din adamı XVTI. yüz
yılın ortalanna doğru Cenova'ya kadar gitmiş, teolojinin Kal-
vinist sistemini öğrenmiş ve bunu kabul etmiş; İstanbul'a dön
dükten sonra patrikliğe kadar yükselerek Ortodoks ve Kato
lik kiliselerini banştırmak için teşebbüse geçmişti. Buna Or
todoks Rumlann tepkisi o kadar şiddetli olmuştu ki, İstan-
46
51. buFdaki Jezuitlerle işbirliği yapmaktan bile kaçınmamışlar ve
Patriklerini sultana tehlikeli bir "ihtilâlci" olarak ihbar etmiş
ler ve idamım istemişlerdi.
Fakat XVII. yüzyılın sonlarına doğru Doğulu Hristiyan-
ların batılılara karşı tutumlan büyük bir değişikliğe uğramış
tı. Bunun nedeni de, Ortaçağ'dan kalan düşmanlıkların unu
tulmaya yüz tutmuş olması ve bir yandan da Batı'mn din sa
vaşlarına son verip mezhepler arasında hoşgörülü bir davra
nışa geçmesidir. Artık bir Katolik, bir Protestan ülkede; bir
protestan da bir Katolik ülkede o ülkenin dinine girmeye zor
lanmadan yeni teknikleri öğrenebiliyor, İdiltürü ile ilişki ku
rabiliyordu. Yüzyıl sona ermeden önce Batılılaşma yoluna
atılmış Doğulu Hristiyanlaıın en ünlüsü olan Rus Çarı Deli
Perro, Hollanda ve İngiltere'de okula gitmiş; oralarda öğren
diklerini ülkesine döndükten soma otokratik gücünden de fay
dalanarak Ruslara zorla kabul ettirmişti. Aynı kuşak içinde,
ticaret yoluyla Batı ile ilişki kurmuş olan bazı Rumlar da Ba
tı dillerim öğrenmişler, zihinlerini Batı bilimine, sanatına, si
yasal ve kültürel fikirlerine açmışlar ve böylece sultanın Do-
ğuluHristiyan "sürüsü" içinde bir Batüılaşma hareketini baş
latmışlardı. Bu hareket, Rusya'da Deli Petro'nun başlattığı gi
bi 'sathî ve anî' değil, daha yavaş ve daha az hissedilir bir bi
çimde olmuştur.
Yüzyıldan kısa bir süre içinde hareket, şaşkınlık uyandı
rıcı sonuçlar doğurmuştur. 1682-1699 savaşından soma, Ba
tılı düşmanlarına artık iradesini bir 'galip' olarak kabul etti
remeyen fakat görüşme yolu ile en uygun şartlan elde etmek
zorunda kalanOsmânli Devletî; BâtTdilleri ve Batılı âdetleri
bilen Doğulu Hristiyan tebaasının yardımına ihtiyaç duyma-
47
52. ya başlamıştır. Böylece devlet yapısında, Doğulu Hristiyan-
lann işgal etmeleri için yüksek yönetim ve diplomatik mev
kiler 'ihdas' edilmiştir. Sahip oldukları bilgiler dolayısıyla
efendilerince kıymeti anlaşılan Doğulu Hristiyanlar, önceki
yüzyıllarda olduğu gibi "çoban köpekleri" olarak yetiştiril
mek üzere çocukluklarından itibaren "esir sürüleri "ne katıla
cak yerde, dinlerini, batıyı ve doğulu kültürlerini korumaları
na da izin verilerek görevlere atanmışlardır.
Yüz yıldan az bir süre içinde, Rusya'nın askerî, idarî, ma
lî örgütlenmesi Batı modeline göre hemen hemen tamamlan
mış ve bir zamanlar Doğulu Hristiyanlann en geri kalmışları
diye bilinen Ruslar, Osmanlılara ve onların "fakir akrabala
rı" olan Altın Ordu'nun mirasçıları Tatarlara, Habsburglar ya
da Polonyalılar örneği Batı devletlerinin yapmış oldukları gi
bi acı bir yenilgi tattırmışlardır.
1768-1774 Türk-Rus Savaşı'ndan sonra imzalanan Kü
çük Kaynarca Antlaşması gereğince, Babıâli, Kırım Tatarla
rı ve Karadeniz'in kuzey kıyılarındaki bazı limanlar üzerin
deki egemenliğini Ruslara devretmiş; Rus ticaret gemilerine
Boğazlardan serbest geçiş hakkı vermiş ve Osmanlı toprak
larında yaşayan Rus tebaasma kapitülasyon haklan tanımış
tır. En güçlü devrinde bile Osmanlı İmparatorluğu'na karşı
koymayı elden bırakmayan Batı'ya yenilmek, Osmanlılar için
acı olmakla beraber, doğulu, Hristiyan bir ulusa yenilmek, o-
na bazı haklar tanıyarak Batılı devletler seviyesine çıkarmak
ve temsilcilerine, Osmanlılann Doğulu Hristiyan tebaası ile
tehlikeli ilişkiler imkânı sağlamak küçük düşürücüydü. Kü
çük Kaynarca Antlaşması'nın yarattığı "şok" o kadar büyük
olmuştur ki, Osmanlı devlet adamlan bunun üzerine Batılı ör-
48
53. neklere göre reformlar yapmaya girişmişlerdir. Fakat bu ilk
Osmanlı reformcuları Deli Petro gibi askerî uçtan harekete
geçmişler ve yüz yıl kadar önce, Petro'nun zamanında, eko
nomik uçtan hareket etmiş Doğulu Hristiyan tebaanın yolu
nu izlememişlerdir.
Batı yönünde bir reformun askerî açıdan ele alınmış ol
ması, Osmanlı Türkleri arasında "Batılılaşma hareketi"ni ve
bu hareketin, 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca'dan, 30
Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'ne kadar ya
rattığı durumu anlamaya yarayan önemli bir anahtardır. Türk
lerde, bu hareket, kişisel ilişkilerin bir sonucu olarak değil, bir
politika gereği olarak başlamıştır. Yani Batı 'mn üstünlüğü teh
likeli bir noktaya ulaştığmda Baü'ya karşı koyma niteliğini ka
zanma endişesiyle başlamıştır. Bu Türk reformcularının yap
tıkları gibi, Batı'ya ancak Batı'nm silâhlarıyla karşı konabi
leceği sonucuna varmak, sağlam bir düşünce biçimiydi. Fakat
öte yandan, Batı'nm askerî yeterliliği, üstünlüğünün nedeni
değil, bir belirtisiydi.
Batılı olmayan bir toplumun bu askerî yeterlilik seviye
sine ulaşabilmesi için, Batı'nın yalnız askerî tekniğini değil,
aynı zamanda modern bir Batı ordusunun dayandığı idarî, ma
lî, sağlık tekniğiyle ekonomik verimliliğini de öğrenmiş ol
ması gerekmekteydi. Bu yüzden Batı yaşamını bir bütün ola
rak benimsemeden Batı'nm askerî tekniğini etkili bir biçim
de elde etmek mümkün değildir. Çünkü Batı yaşamı da öbür
uygarlıklar gibi bölünmez bir bütündür. Bu böyle olduğuna gö
re, Türklerin "Batılılaşma" sorununu yalnız askerî açıdan al
maları 'yazık' olmuştur. Fakat yapabilecekleri en tabii ve ka-
çmılmaz şey de buydu; çünkü yalnız 'âcil' askerî gerekler yü-
49
54. zünden, bazı geleneksel kurumlarını bırakıp bunların yerleri
ne Batı kurumlarım koymak zorundaydılar.
Yine "Batılılaşma" için askerî yönün alınması da "ya
zık" olmuştur. Çünkü, Batı yaşamının askerî yönü, en az ile
rici ve öğretici olanıdır. Bu, Türklerin 1774 barış antlaşması
nı izleyen bir çubuk yüzyıl süresince Batı kültürüyle ilişki
sağladıktan başlıca kanal olmuştur. XIX. yüzyılın ilk yansın
da, Türkiye'de Sultan Selim III. ve Sultan Mahmud JJ.'nin;
Mısır'da, o zaman İstanbul'daki efendilerinden çok daha bü
yük bir devlet adamı olduğunu ispatlayan Türk asıllı Mehmet
Ali'nin giriştikleri reform çabalan her şeyden önce Osmanlı
ordusunun Battiılaşmasına yönelmişti. Bu reformlar sonucun
da kurulan yeni model askerî kurumlardan soma Türk subay-
lan daha ileri atılışlar için önde gelen bir rol oynamışlardn.
Türk subaylan başka ülkelerin aksine, toplumun her sınıfın
dan daha liberal görüşlü olduklarından değil, fakat gelecek
yüzyıl içinde tek örgütlü ve kalabalık grup olduklarından bu
tür etkin bir rol oynayabilmişlerdir.
Bu tek örgütün sistemli bir Batı eğitimi görmesi ve bu
yüzden Batı kültürünün etkilerine açık olması da Batılı olma
yan zihinler için bir "devrim" olarak görülmüştür. Hatta, Sul
tan Abdülhamit Il.'nin (1876-1908) zalim otokratik rejimi sı
rasında Türkiye'ye Batı'da basılmış kitaplann ginnesinin ya
saklandığı zamanlarda bile askerî öğrencilerin Batı sistemine
göre eğitilmelerine dokunulmamıştır. Abdülhamit, sıkışık bir
durumda bulunan imparatorluğu pusuda bekleyen komşulan-
nm insafına bırakmadan subaylarının Batı örneği savaş sana
tını öğrenmelerinden vazgeçemezdi.
Bunun yam sna, genç subaylar da Batı dillerini bilmeden,
50
55. Batı'nm taktik ve stratejisini öğrenemezlerdi. Yabancı diller
bilgisi de Türk subayları için Batı düşüncesine açılan kapının
bir çeşit anahtarı olmuştur.
1908 yılında Abdülhamit'e karşı devrim bayrağını açan
bu subaylardan biri, Enver olmuştur. Bir başka subay, Musta
fa Kemal de ulusunun basma geçerek Müttefik devletlere kar
şı çıkmış, Anadolu'daki Yunan istilâsına karşı koymuş ve 1920
yılında "Millî Misak"ı hazırlamıştır. İttihat ve Terakki'nin,
1908-1918 yıllan arasındaki çabalannmbaşmsızlığa uğrama
sının nedenlerinden biri; kendilerinden önceki Batılılaşma ha
reketlerini yürütenler gibi askerî yönün ağır basmasıdır. Bu ka
çınılmaz birşeydi. Hareketteki askerî unsur, Batılı eğilimin
öngördüğü liberal ve yapıcı reformlan gerçekleştirmeye -mes
leğin tabiatı dolayısıyla- uygun değildi. Fakat şunu da kaydet
mek gerek; 1908'deki "Genç Türkler" devriminde asker En
ver'in oynadığı rolün arkasında, eğitimlerini Batı'nm askerî
olmayan alanlannda almış olan iki sivil -Selânikli bir telgraf
memuru olan Talât Bey ve Yahudî asıllı maliyeci Cavit Bey-
bulunmaktaydı. Hareketi, perde arkasından bunlar yönetmiş
lerdir.
1919 'da başlayan devrime gelince; bu, yalnız subaylar ta
rafından yönetilen bir devrim olarak başlamamış, Türk ana
vatanını yabancı bir istilâcıdan kurtarmak için başlatılan bir
ölüm-kalım savaşı olmuştur. İstilâcıya karşı zafer kazanılmış
olmakla beraber 1925 yılında, bu devrimin başarısının askerî
yönün ikinci plâna çekilip çekilmemesine bağlı kaldığı hâlâ
görülmekteydi. Fakat bu kez askerî yönün önemini kaybede
ceği ihtimali her zamankinden daha çoktu. 1908 devrimi, hiç
bir basan sağlamamış sayılsa bile, Sultan Hamit rejimi sıra-
51
56. sında genç Türk erkeklerine vekadmlanna kapatılmış yüksek
öğrenimin kapıları açılmış ve sürekli bir savaş halinde bulun
masına karşılık aradan geçen yıllar içinde Batı kültürü almış
bir kuşak yetişmişti. Böylece Batı eğitimi görmüş olan sivil
lerin sayısı artarken asker sınıfının oynadığı rolde de bir geri
leme başlamıştı. Bu gelişme, bundan sonraki bölümlerin ko
nusu olduğundan burada 1774 ile 1918 yıllan arasındaki Türk
"Batılılaşma" hareketlerini kısaca gözden geçireceğiz.
Batılılaşmaya koyulan Türklerin yollanndaki güçlükler,
kendilerinden önce bu yola çıkmış olan Doğulu Hristiyan te-
baalannm karşılaştıklarından sayıca daha çok ve daha büyük
olmuştur. Her şeyden önce, "Türk Batılılaşması" hükümet
tarafından başlatılan suni bir hareket olmuş ve bazı özel kişi
lerin içinden doğmamıştır.
İkincisi, geç başlamıştır. Bu konuda Rum ve Rus hareket
lerinden yüz yıl geç davramlrmştır. Böyle bir harekete girişil
mesini de askerî tehlikelerle askerî başansızlıklar sonucu yok
olma tehlikesi zorlamıştır. Üçüncüsü, 1774 tarihli Küçük Kay
narca Türk-Rus Banş Antlaşması'ndan 1856 Paris Antlaşma-
sı'na kadar süren uzun yıllar içinde ve Osmanlı İmparatorlu-
ğu'nun varoluşunun ayaklanmış Hristiyan tebaa ve dış düşman
larca sürekli tehdit edildiği bir devre içinde sürdürülmüştür.
Dördüncüsü, -yukanda belirttiğimiz nedenler- harekete
bir askerî görünüş vermiştir ve -ne yazık- problem bu kisve
altmda ele alınmıştır. Beşincisi, Türk reformculan, -Batılı ve
Batılılaşmış komşulanyla Doğulu Hristiyan tebaalarının ya-
rattıklan belâlar azmış gibi- sultanın bendelerinden ve İslâm
toplumundan gelen kuvvetli dirençle de başetmek zorunda
kalmışlardır.
52
57. Rum ve Rus Batılılaşma taraftarlarına Doğu Hristiyanlı
ğının gösterdiği direnç, hayret verecek biçimde zayıf olmuş
tur. Nedeni, bu direncin kaynağını meydana getirmesi gere
ken Bizans toplumu gelenekleri, önce Haçlıların sonra da Os
manlıların kontrolü altma girmişti. Batılılaşma hareketi baş
ladığında direnç gösterecek bu geleneklerden pek birşey kal
mamıştı. Yine bu durumda bile, Kalvinist Lukaris, XVIII.
yüzyılda İstanbul Patrikhanesini terkedip daha liberal olan
Rus Çariçesinin topraklarına sığınmak zorunda kalmıştı. Mo
dern Yunan dilinin babası sayılan Korais ise, özgür düşünce
li devrimci Paris'te oturduğu için Rum Ortodoks kilisesine ra
hat rahat dil uzatabilmiş, fakat daha ileri gidememiştir. Türk
"Batılılaşma" hareketinin öncüleri ise, sultanın esir bendele
rinden ve İslâm toplumundan çok daha şiddetli bir direnç gör
müşlerdir. Her iki kurum da yıkılmaya yüz tutmuş olmakla be
raber, henüz canlılığını kaybetmemişlerdi.
Sultanın devşirmelerinin gösterdiği direnç, hepsinden da
ha çabuk ve daha şiddetli olmuştur. Çünkü Batıcı askerî re
form doğrudan doğruya bunların çıkarlarım tehdit etmektey
di. Bendeler, artık yabancı devletlere karşı savaşmak ve iç
ayaklanmaları bastırmak yeteneğini kaybetmişlerdi ama, hâ
lâ da efendilerini öldürme imkânına sahiptiler. Sultan Selim,
1807 yılında, Napolyon'un İstanbul'daki askerî ateşesi Sebas
tiani'nin tavsiyesi ile yeniçerileri yeniden örgütlendirmeye gi
rişmiş fakat bunu -yeniçerilerin elinde- hayatı ile ödemişti.
Mahmut II. felâketlerle geçen onsekiz yıl bekledikten sonra
1826'da İstanbul'da yeniçerileri ortadan kaldırıp Sultan Se
lim'in intikamım almış; Mısır'da da Mehmet Ali, 1811 'de ye
niçerilerin bir benzeri olan Memlûkların direnişine son ver-
53
58. misti. Her iki devlet adamı da yollarına çıkan bu engelleri kal
dırmadan ordularını Batı örneğine göre yemden örgütlendir
me ve diğer Batılılaşma hareketlerine girişemezlerdi. Daha ön
ce davranmış olan Mehmet Ali, Mısır'ı, 1875 ve 1883 yılla
rında her iki ülkenin başına gelen felâketlere kadar Türki
ye'den onbeş yıl ileri götürmüştü.
İslâm toplumundaki direnç derhal kendini göstermemek
le beraber daha kök salmış olarak ortaya çıkmıştır. Zayıf ve
yetersiz bir toplum, birdenbire kendinden daha güçlü ve ye
terli bir toplum ile temasa geldiğinde toplumun üyelerinin bu
yeni durum karşısında gösterecekleri tepki için iki alternatif,
birbirine karşıt iki hareket çizgisi ortaya çıkar. Bunlar, ya ken
di geçmişlerinin kalesi içinde güçlenmeye ve böylece dışar
dan gelen rahatsız edici güç ile ilişkiyi kesip kendilerim tec
rit etmeye çalışırlar; ya da yabancı uygarlığın kendilerininkin
den daha güçlü olduğu ve kalmak üzere geldiği olgusunu ka
bul ederek kaçınamayacakları bir duruma uymak için karar
larını verirler ve kendi öz gelenekleriyle bir fırtına gibi top
raklan üzerinde esen yeni düzen arasında bir denge meydana
getirip yeni bir yaşama biçimine ulaşırlar.
İkincisi, izlenecek rasyonel yoldur ve Osmanlı reform
cuları, askerî sistemlerini Batılılaştırmaya karar verdikleri an
dan itibaren bu yolu seçmişlerdir.
Bu, bütün bir yaşama biçiminin Batılılaşmasına doğru
atılmış bir adım olmuştur. Bununla beraber rasyonel tutum,
kütle içinde insanlığın ve hatta ilerici toplumların tarihinde kı
sa süreler dışında pek çok önderin özelliği değildir. Beklen
medik bunalımlarda insanlar heyecanın renklendirdiği içgü
düyle hareket etmek eğilimindedir. Başlarını kuma sokup ve
54
59. bir mucize bekleyerek bilinmeyenlerden kaçmaya çalışırlar.
Bilinmeyen, daha güçlü bir uygarlık ise atalarının dinine sığı
nırlar ve yine atalarının Tanrısından düzenini savunan hiz
metkârlarını kurtarmasını isterler. Hazreti İsa'nın zamanında,
ilerleyen Hellenizm'in gölgesi altında yaşayan doğu toplu
munda rasyonel ve mistik eğilimler, "Herodcular" ve "muta
assıplar" tarafından temsil edilmekteydi. İslâm dünyasında da
XVIII. yüzyılın son yıllarından itibaren daima bir "Herodcu
lar" ve "mutaassıplar" görülmüştür.
XVIII. yüzyılın son çeyreği içinde, Osmanlı hükümeti as
kerlerini Batı örneğine göre giydirmek, silâhlandırmak ve
eğitmek için ilk atılımlarına girişirken, Arabistan'ın Necd böl
gesindeki vaha sakinleri ve aşiretler de Vahabîliği kabul edi
yorlardı. Bu, dinin ilk ilkelerine ve uygulamasına dönüşü is
teyen İslâm içinde bir 'protestan hareketi' idi. Vahabîlerin ta
assubu, Osmanlı İmparatorluğu'nun daha uygar bölgelerinde
ki Müslüman halkın özellikle Osmanlı hükümetinin davranış
larına ve Frank kâfirlerinin küfür sayılan metotlarının benim
senmesine karşı yönelmişti.
Vahabîler, 1803'te Mekke'yi ve 1804'te Medine'yi ele ge
çirmişler ve bu şehirleri "temizlemişlerdi". Bu hareket, sul
tandan aldığı emir üzerine, 1810ve 1817 yıllan arasında, Ba
tılılaşmadan yana olan Mısırlı Mehmet Ali tarafından uzun ve
yorucu seferler sonunda ezilmiştir. Bu mücadelenin ikinci ra
undu Afrika'da geçmiştir. XIX. yüzyılın ikinci yansında Sü-
nusîler, Libya'dan Batı Sudan'a kadar uzanan ve dine daya
nan bir imparatorluk kurmuşlardı. 1883'te Mehdî taraftarlan
Doğu Sudan'ı Frank taklidi Mısır hükümetinin elinden almış
lardı. Bu kez de 'mutaassıplar' yalnız ilerici ve Batılılaşma ta-
55
61. raftan dindaşlanyla değil, sömürgeciliklerini yaymakla meş
gul Batılı devletlerle de karşı karşıya gelmişlerdi.
Doğu Sudan'da Mehdî hareketi 1898 yılında bir İngiliz
ordusu tarafından ezilmiş ve ülke ortak bir Mısır-İngiliz yö
netimi altına alınmıştı. Sünusîlerin askeri gücü de 1910 yı
lında Vadai'yi ele geçiren Fransız ordusunca kınlmıştı. Bun
ların 1916 'da Mısır' a yaptıklan saldınyı da ingilizler durdur
muştu. Bu mücadelenin üçüncü raundu 1914-1918 Dünya
Savaşı'ndan önce, Vahabîlerin, Suud ailesinin önderliği altın
da Necd'de yeniden güç kazanmalanyla açılmıştı. Suud aile
si, Vahabîleri etrafında toplamayı başarmış, bunlan bir "ih
van" kardeşlik örgütü altmda birleştirmişti. Dünya Savaşı'nda
Hindistan'daki İngiliz yönetiminden para ve silâh yardımı
gören Vahabîler, 1924'te Mekke'yi, Londra'da İngiliz Dışiş
leri Bakanlığt'nm himayesinde bulunan Haşimî Kral Hüse
yin'in elinden ikinci defa almışlar, Irak'a ve Ürdün'e sefer
ler yapmaya başlamışlardı.
Üçüncü raundun yeni gelişmeleri daha soma olacaktı.
Yüz elli yıl öncesinden bu kitabın yazıldığı (1926) yıla kadar
ortaya çıkan taassup hareketlerinin tarihsel ortak bir yönünü
ortaya koymaktadır. Bu da, bu hareketlerin artık İslâm dünya
sının kaderinde önemli bir rol oynayamayacağının görülme-
sidir. Her üç harekette de bunlann ancak -ister askerî, ister eko
nomik, ister kültürel olsun- Batı yaşamının sızamadığı, gerek
arazi, gerek iklim bakımından emin olan bölgelerde köprü
başlan kurabilmişler; Yukarı Nil vadisi ya da Vadai gibi ula
şılması kolay yerlerde uzun süre tutunamadıklan görülmüş
tür. Bu hareketler, Süveyş Kanalı ve Boğazlar gibi uluslarara
sı denizyollannm geçtiği halklan yerleşmiş ve uygar olan Mı-
56
62. sır ve Anadolu'da hiç etki yapamamışlardır. İslâm ulusları, Ba
tı'ya karşı koymak istiyorlarsa; bunu ancak Batı'nın savunma,
diplomasi, yönetim, maliye ve ekonomi metodlarmı uygula
mak gibi rasyonal bir politika ile başarabilirler. Böyle durum
larda, mutaassıpların mistisizmi 'vakıa'larm mantığına o ka
dar karşıttır ki, adı geçen İslâm uluslarının zihinlerinde yer et
mesi şansı çok azdır. Üstelik bu uluslar, çöllerin ve vahaların
halkalarından sayıca ve nüfusça üstün bulunmaktadırlar.
Modern İslâm Dünyasmda "Herodcular" ile "mutaassıp
lar" arasındaki bu çatışmada -hiç olmazsa bu çatışmanın ilk
safhalarında- göze çarpan ilgi çekici bir durum da, ulemanın
Batılılaşma taraftan devlet adamlanna dostane bir tarafsızlık
göstermeleri ve hatta zaman zaman onlan etkin bir biçimde
desteklemeleridir. Bu kısmen şu şekilde açıklanabilir: Batılı
laşma taraftarlanmn ilk çabalan sultanın esir bendelerine kar
şı yönelmiştir. Bu sınıfın üyeleri yerli ve Müslüman olmayan
kaynaklardan gelmişler, din kurumlannın üstüne çıkmışlar ve
Müslüman halk içinde yetişmiş din adamlanna yüksekten bak
mışlardır. Nitekim Fransızlar da 1789-1801 yıllannda Mısır'ı
işgal ettiklerinde ulemayı, İslâm'ın ve Mısır halkının gerçek
temsilcileri olarak gösterip bunlan Osmanlıların esir bende
lerinin bir eşi olan Memlûklara karşı kullanmışlardır.
1805 'te Kahire'deki El Ezher medresesinin öğretim üye
leri, Türklere karşı girişilen ayaklanmada kendilerini Mısır
halk hareketinin önderleri olarak göstermişlerdir. Mehmet Ali
bunlan akıllıca kullanmış ve sultan tarafından gönderilmiş
olan vali paşayı attınp yerine kendim geçirttirmişti. Ulema bu
nu yaparken Osmanlı valisinin toplum sözleşmesini bozduğu
nu ileri sürmüşler; ulema sınıfının, değil bir valiyi, gerektiği
'57
63. zaman sultan halifeyi de tahtından indirme hakkına sahip ol
duğunu söylemişlerdi.
1826'da, Sultan Mahmut II. yeniçerileri ortadan kaldı
rırken ulemanın desteğini görmüştü. 1876'da, liberal reform
cu Mithat Paşa, Sultan Aziz'e karşı bir parlamento ve ana
yasa fikrini savunurken istanbul medreselerinin öğrencileri
bu fikri desteklemek için ayaklanmışlardı. 1906'daki İran ih
tilâlinde Şiî ulema da aynı şekilde hareket etmişti. Batılılaş
ma hareketi, esir bendeler sınıfım ortadan kaldırıp Batı kül
türü ile yetişmiş yeni bir yönetici sımfı yaratıncaya ve bu ye
ni sınıfın din müesseselerine el atmaya başlamasına kadar
olan gelişmesinde ulema smıfı açıkça Batılılaşma taraftarla
rının yanında olmuştur. Bu durum, 1908'de Abdülhamit yö
netiminin devrilmesine kadar bir politika sorunu olmamış,
1922'de milliyetçilerin zaferi kazanmalarına kadar da had
bir biçim almamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun en başta gelen iki Müslüman
ülkesi olan Türkiye ve Mısır'da; Batılılaşma hareketi, çok güç
şartlar içinde olağanüstü yetenekleri bulunan iki Türk devlet
adamı -Sultan Mahmut II. ve Mehmet Ali Paşa- tarafından baş
latılmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi ordunun Batılılaştı-
nlması her ikisinin de hareket noktası olmuştur. 1798-1801 yıl
larındaki Fransız işgalinin derin bir iz bırakmış olduğu Mı
sır'da, Mehmet Ali, 1815'ten soma Albay Seve ve diğerleri gi
bi eski Napolyon subaylarım öğretmen olarak ordusuna almış
tı. Türkiye'de, 1830'larda bir Prusya askerî heyeti, Mehmet
Ali'den öç almak için orduyu hazırlamakla görevlendirilmiş
ti. Batılılaşma yolunda efendilerinden daha önce davranmış
olan Mehmet Ali, Suriye'yi onlardan koparmaya heveslenmiş-
58
64. ti. Bu Prusya askerî heyetinde ünlü von Moltke de bulunuyor
ve askerlik mesleğinde çıraklığını yapıyordu.
Dr. John Browning'in yazdığı mektuplardan ve 1839 yı
lında Mısn'la ilgili Lord Palmerston' a verdiği bir rapordan as
kerî Batılılaşmanın her iki ülke üzerinde yaptığı etkilerin de
recesini anlayabiliriz. Bu mektuplar ve rapordan, bir Batı bu
luşu olan askere alma sisteminin nasıl bir ekonomik yük mey
dana getirdiğini ve nasıl insanları acılara sürüklediğim öğreni
yoruz. Batıda bu sistem, etkili bir sağlık sistemi, kısa hizmet
süresi gibi yardımcı şartlarla birlikte geliştirilmiştir. Buna kar
şılık iki ülkede uygulanmasına başlanan yeni askerî sistem ka
mu güvenliğim artırmış, vergi toplamayı hızlandırmış, Batılı
etkilerin başka alanlara da sızmasına imkân vermiştir. Sözge
lişi Browning'in bildirdiğine göre; İskenderiye'deki tersanenin
yanında buna bağlı bir doğumevi açılmıştır. Birbiri ile hiçbir
ilişiği olmayan bu iki kurumun yanyana gelmesinin nedeni,
Mehmet Ali'nin tersaneyi örgütlendirmek için davet ettiği Ba
tılı uzmanların, memurlar ve işçiler için sağlık kurumlan açıl
masında ısrar etmiş olmalandır. Böylece Batılı doktorlar bir
hastahane açmışlar ve sivil halkın da buraya hücum etmesi ve
doğum hizmetlerinin diğer bütün tıbbî hizmetlerden çok iste
nir olması üzerine kuruluş, bir doğumevi haline getirilmişti. Da
ha 1839'da Müslüman kadınların 'kafir' Frenk doktorlarının
nezaretinde doğum yapmaya hazır olmaları, Batıyla ilgili ön
yargıların ne kadar hızla yıkıldığını göstermektedir.
Batıldaşma için Müslümanların giriştikleri bu ilk teşeb
büste en önemli devre, Osmanlı İmparatorluğu'nu korumak için
Fransa ve İngiltere'nin Rusya'ya açtıklan savaştan soma im
zalanan 1856 antlaşmasını izleyen yirmi yıl olmuştur. Osman-
59