SlideShare ist ein Scribd-Unternehmen logo
1 von 85
Downloaden Sie, um offline zu lesen
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 2
KPDS’DE KULLANILAN ÖNEML KEL MELER
majority mıcarıti 3 n Ço unluk (greater part)
The majority of our employees are women.
( çilerimizin ço unlu u kadındır.)
blame bleym 3 v Suçlamak (accuse)
Crime is a complex issue – we can’t simply blame poverty and
unemployment. (Suç karma ık bir meseledir; basitçe fakirlik ve
i sizli i suçlayamayız)
compromise kamprımayz 2 n Uzla ma (agreement)
This deal is the ideal compromise between your needs and
their demands. (Bu anla ma sizin ihtiyaçlarınız ve onların
talepleri arasında ideal bir uzla madır)
confirm kınförm 3 v
Te’yit etmek,
onaylamak, do rulamak
(verify, approve,
ratify)
The doctor may do a test to confirm that you are pregnant.
(Doktor hamileli inizi teyit etmek için bir test yapabilir.)
The organization has confirmed the appointment of Mr Collins
as managing director. (Organizasyon Mr Collins’in idari
yönetici olarak atandı ını do ruladı)
convinced kınvinst 1 adj
kna olmu , emin
(persuaded, certain)
Millions of Filipinos remain convinced of her innocence.
(Milyonlarca Filipinli onun masumiyetinden emin olmaya
devam ediyor.)
corrupt kırapt . v
Bozmak, yozla tırmak
(distort)
In his view, the people have been corrupted by their desire for
wealth. (Ona göre, insanlar servet arzularından dolayı
yozla mı durumdalar)
deal with ST diıl… 3 v
1.halletmek, icabına
bakmak (cope with)
2.ele almak (take care
of)
3.üstesinden gelmek
(manage)
4.ile ticaret yapmak
1.The government must now deal with the problem of high
unemployment. ( imdi hükümet yüksek i sizlik sorununu
halletmeli)
2. We’ll deal with the question of poverty in a moment. (Bir
dakika sonra fakirlik sorununu ele alaca ız)
3. She’s dealing with her father’s death very well. (Babasının
öümünün üstesinden iyi geliyor)
4. We have dealt with the company for years. (Yıllardır bu
irketle ticaret yapmaktayız)
decade dekeyd 3 n 10 yıllık zaman
Prices have risen sharply in the last decade. (Son on yılda
fiyatlar keskin bir ekilde artmı tır.)
distinguished distingui t 1 adj
Seçkin, mütemayiz
(notable)(OPP
undistinguished)
a distinguished career in the diplomatic service (diplomatic
hizmetlerde seçkin bir kariyer)
experience ikspiyıriyıns 3 n tecrübe
You don’t need any experience to work here. (Burada çalı mak
için hiçbir tecrübeye ihtiyacın yok)
experiment iksperimınt 3 n deney (trial, test)
Researchers now need to conduct further experiments.
(Ara tırmacılar imdi daha fazla deney yapmaya ihtiyaç
duyuyorlar)
hand over (to) 3 v
Devretmek, teslim
etmek (ki i, ey veya
yetki) (surrender)
The suspects have now been handed over to the French
authorities. ( u anda üpheliler Fransa otoritelerine teslim
edilmi durumdalar)
innovation inovey in 2 n Yenilik (novelty) the latest technological innovations (son teknolojik yenilikler)
rapid répid 3 adj Hızlı, seri (fast, swift)
We are seeing a rapid growth in the use of the Internet.
( nternet kullanımında hızlı bir büyüme mü ahede etmekteyiz)
supply SB with
ST
sıplay 3 vt
Birisine bir ey temin
etmek (provide)
They revealed that he had supplied terrorist organizations with
weapons. (Onun terörist örgütlere silah temin etti ini
açıkladılar)
supply ST to SB sıplay 3 vt
Birisine bir ey temin
etmek (provide)
Two huge generators supply power to farms in the area. ( ki
devasa jeneratör bölgedeki çiftliklere elektrik temin ediyor)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 3
so far 3
imdiye kadar (up to
now)
So far we have restricted our attention to the local area.
( imdiye kadar dikkatimizi bölgesel alana kısıtladık)
apparently ıpérıntli 3
ad
v
görünü e göre (It seems
that)
Apparently, she resigned because she had an argument with her
boss. (Görünü e gore, patronuyla bir tartı ma yaptı ı için istifa
etmi )
approval ıpruvıl 3 n onaylama
We sent the design to the planning department for approval.
(Çizimi, onaylanması için planlama dairesine gönderdik)
attempt ıtempt 3 n
giri im, te ebbüs
(effort)
The government has made no attempt to avert the crisis.
(Hükümet krizi önlemek için hiç bir giri im yapmadı)
by far
[+superlative]
büyük farkla (by a large
amount)
My time in the navy was by far the most exciting period of my
life. (Donanmadaki yıllarım tüm hayatımın büyük farkla en
heyecanlı dönemiydi.)
commercial kimörjil 3 adj Ticari (marketable)
This property is suitable for domestic or commercial use. (Bu
mal gerek ev içi gerekse ticari kullanım için uygundur)
commercial kimörjil 1 n
radyo-tv-sinemada
yayınlanan reklam
(advertisement on TV)
a shampoo/dog food commercial (bir ampuan / köpek maması
reklamı)
consequence kansikwins 3 n Sonuç (result, outcome)
She said exactly what she felt, without fear of the
consequences. (Sonuçlarından korkmaksızın, ne hissediyorsa
aynen söyledi)
constructive kinstraktiv 1 adj
Yapıcı (OPP
destructive)
constructive criticism/advice (yapıcı ele tiri / ö üt)
depth dept 3 n Derinlik (deepness)
What’s the depth of the water here? (Burada suyun derinli i ne
kadar?)
expert ekspört 3 n Uzman (specialist)
a safety/health/computer expert (bir güvenlik / sa lık /
bilgisayar uzmanı)
mutual myuçi ul 2 adj kar ılıklı, mü terek mutual love, a mutual friend (kar ılıklı a k, mü terek bir dost)
precisely prisaysli 3
ad
v
tam olarak
kesinlikle (exactly,
accurately)
At the end of the war we were in precisely the same financial
position as before. (Sava ın sonunda tam olarak daha önce
oldu umuz iktisadi konumdaydık)
shortage ortic 2 n Eksiklik (lack) a shortage of clean water (bir temiz su noksanlı ı)
tackle tekıl 2 v
1. çözmeye çalı mak
(undertake, deal with)
2. [SB about ST]
yüzle mek (confront)
3. topu kapıp durdurmak
4. devirmek [AmE]
5. sıkıca ba lamak,
tutturmak
1. a new initiative to tackle the shortage of teachers (ö retmen
eksikli ini çözmek için yeni bir giri im)
2. I tackled him about the money he owed me. (Bana borcu
olan para için onunla yüzle tim.)
3. He was tackled just outside the penalty area. (Penaltı
çizgisinin hemen dı ında onu durdurdular)
4. to tackle a thief (bir hırsızı tutup devirmek)
5. The crane operator tackled the heavy blocks of stone. (Vinççi
a ır ta blokları sıkıca ba ladı.)
to be regarded as 3 olarak kabul edilmek
He is generally regarded as the world’s greatest expert in the
field. (Genellikle bu alanda dünyanın en büyük uzmanı olarak
kabul edilir)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 4
recent ri’sınt 3 adj
Son, yeni (zaman)
(new, fresh, current)
There have been many changes in recent years. (Son yıllarda
pekçok de i iklik oldu)
recently ri’sıntli 3 adv son zamanlarda (lately) I haven't seen them recently. (Onu son zamanlarda görmedim)
put forward phr
leri sürmek, önermek
(suggest, propose)
He rejected all the proposals put forward by the committee.
(Komite tarafından ileri sürülen/önerilen tüm teklifleri reddetti)
devise di vayz’ 2 vt
(özellikle yöntem vs)
ke fetmek (think up,
invent)
They’ve devised a scheme to allow students to study part-time.
(Ö rencilerin part-taym çalı malarına olanak sa layacak bir
metot ke fettiler)
establish is teb’li 3 vt
1. kurmak, tesis etmek,
olu turmak (set up,
found)
2. konumunu
sa lamla tırmak
3. yerle tirmek (settle)
4.saptamak (determine,
ascertain)
5. kanıtlamak (prove)
1.Mandela was eager to establish good relations with the
business community. (Mandela i çevreleriyle iyi ili kiler
geli tirmeye çok istekliydi)
2.By then she was established as a star. (O zaman bir yıldız
olarak konumunu sa lamla tırmı tı)
3. Traditions get established over time. (gelenekler zamanla
yerle ir)
4. I was never able to establish whether she was telling the truth.
(Onun do ruyu söyleyip söylemedi ini asla saptayamadım)
5. They have established that his injuries were caused by a fall.
(Yaralarının bir dü meden kaynaklandı ını kanıtladılar)
wise wayz 2 adj
1.bilge, akıllı
2.akıllıca (sıfat) (clever)
1.Sally is a wise and cautious woman. (Sally akıllı ve ihtiyatlı
bir kadındır)
1.Buying those shares was a wise move. (Bu hisseleri almak
akıllıca bir hareketti)
controversial kan’trivör’jıl 2 adj
Tartı malı, çeki meli
(divisive)
A controversial plan to build a new road. (Yeni bir yol yapmak
için tartı malı bir plan)
avoid ı voyd’ 3 vt
1.önlemek (prevent,
avert)
2. –den kurtulmak,
(evade, elude)
3.kaçınmak, sakınmak,
çekinmek (keep away
from)
1. The accident could have been avoided. (Kaza önlenebilirdi)
2. They narrowly avoided defeat in the semi-final. (Yarı finalde
güçbela yenilgiden kurtuldular)
I left early to avoid the rush hour. (Ke meke ten kaçınmak için
erken ayrıldım)
He had to brake hard to avoid hitting the animal. (Hayvana
çarpmamak için frene sert basmak zorundaydı)
interval in’tırvıl 2 n
1.aralık (zaman,zemin)
(gap, pause)
2.ara (zaman,zemin)
The normal interval between our meetings is six weeks.
(Bulu malarımız arasındaki normal ara altı haftadır.)
immigrant i’mig rınt 1 n
Göçmen (migrant)
[yabancı ülkedeki ki i]
an area with a large immigrant population (büyük bir göçmen
nüfusla dolu bir bölge)
emigrant e’mig rınt n
Göçeden [ülkesini
terketmi ki i]
We have to do something to make emigrants come back.
(Göçedenlerin geri gelmesi için bir eyler yapmalıyız)
migrate
emigrate
maygreyt’
e’migreyt
1 vi göçetmek
Some bird migrate south in winter. (Bazı ku lar kı ın güneye
göç ederler)
deliberately dilib’rıtli 2 adv
1.Kasten, bile bile
(intentionally, OPP
accidentally)
2.dikkatli (carefully)
1.Police believe the fire was started deliberately. (Polis
yangının kasıtlı olarak ba latıldı ına inanıyor)
2. He spoke deliberately, considering each word carefully. (Her
sözcü üne dikkatle hesaba katarak, çok dikkatli konu uyordu)
qualified to kwa’li fayd 2 adj
niteli ini haiz,
özelli ine sahip (fit to)
particularly well qualified to give an opinion. (özellikle bir fikir
verecek iyi bir niteli e haiz)
inevitably inevıtıblî 2
ad
v
kaçınılmaz olarak
That kind of success inevitably attracts admirers. (Böylesi bir
ba arı kaçınılmaz olarak hayranlar cezbedecektir)
charge ça:rc 3 v
1. dolmak / doldurmak
(duygu, bardak ve
mermi.)
2. arj etmek
1.Charge the gun because the room was charged with hatred.
(Silahını doldur çünkü oda kinle dolmu tu)
2.Before use, the battery must be charged. (Kullanmadan once
piller doldurulmalı)
charge [for] 3
para istemek (alı veri ,
hizmet vs. sonrası)
Most clubs charge for the use of tennis courts. (Ço u kulüp
tennis kortlarını kullanmak için para ister.)
charge to 3 hesabına geçirmek
They charged the calls to their credit-card account. (Telefon
görü melerini kredi kartı hesabına geçirdiler)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 5
charge SB with ST 3 Suçlamak (accuse) He was charged murder. (Cinayetle suçlandı)
charge SB with ST 3
Sorumlusu yapmak,i
vermek
The committee has been charged with the development of sport
in the region. (Komite bölgede sporu geli tirmekle mükellef
kılındı)
charge at 3 Hücum etmek (attack) We charged at the enemy. (Dü mana hücum ettik)
relief ri lî:f’ 3 n
1. ferahlama, rahatlama
(release)
2. kurtarma (dü mandan)
3. yardım (assist)
4. nöbeti devralan kimse.
5. heykel kabartma,
rölyef.
1.It’s a huge relief to know that everyone is safe. (Herkesin
güvende oldu unu bilmek çok rahatlatıcı)
2.the relief of the town (kasabanın kurtarılması)
3.famine relief / a relief agency (açlık yardımı / bir yardım
ajentası)
4.The next crew relief coming on duty at 9 o’clock (Yeni nöbetçi
ekip göreve 9’da gelecek)
5.The column was decorated in high relief. (Sütun yüksek
kabartmalarla süslendi)
relieve ri li:v’ 2 vt
1 rahatlatmak (ease)
2.azaltmak (olumsuz bir
eyi) (lessen)
3.nöbet devralmak
(replace)
4.i galden kurtarmak
1.to relieve stress (gerilimi hafifletmek)
2.efforts to relieve famine in Africa (Afrikada’ki açlı ı azaltma
çabaları)
3.You’ll be relieved at 6 o’clock. (Nöbetini saat 6’da
devralacalar)
staff stéf 3 n
kadro, personel
(employee)
It is a small hospital with a staff of just over a hundred. (Sadece
100’ün üzerinde personeli ile küçük bir hastenedir)
primitive pri’mıtiv 2 n
ilkel (ancient) (OPP
modern)
a primitive society/tribe (ilkel bir topluluk / kabile)
assassination ısesıney ın 1 n suikast an assassination attempt (bir suikast te ebbüsü)
individual in’divic’yuıl 3 adj
1. bireysel (personel)
(OPP collective)
2. orijinal (original)
1. individual rights/freedom/liberty (bireysel haklar / özgürlük)
2. a highly individual style of dress (epey orijinal elbise stili)
forest fa’rist 3 n orman (jungle, woods)
Acid rain is already destroying large areas of forest and lakes in
northern Europe. (Asit ya murları kuzey Avrupa’daki göl ve
geni orman alanlarını zaten yok ediyor)
confidence kan’fidıns 3 n güven, itimat
I have confidence in your abilities. (Senin yeteneklerine
güveniyorum)
self-confidence n özgüven
refusal rifyu:’zıl 2 n
ret, kabul etmeme
(denial)
She gave a firm refusal. (Ona sert bir ret cevabı verdi)
quarter kwo:r’tır 3 n
1. çeyrek
2. bir 25 sentlik. (a
quarter)
3. yılın dörtte biri, üç
aylık süre.
4. ö retim yılının dörtte
biri.
6. mahalle, semt, civar
7. kesim, grup
1.They arrived at quarter past three. (saat üçü çeyrek geçe
ula tılar)
2.Can you give me a quarter, dude? (Ahbab, bana bir
çeyreklik versene)
3. The company’s profits fell in the third quarter. (Üçüncü
çeyrekte irketin karı dü tü)
6. the Chinese quarter of the city ( ehrin çin mahallesi)
7.He has won support from all quarters. (Bütün gruplardan
destek kazandı)
quarters kwo:r’tırz . n konut, mesken, ikametgâh.
In some quarters, he is not loved so much. (Bazı muhitlerde
çok sevilmez)
attitude e:’tityu:d 3 n
tutum, tavır, yakla ım
(approach, manner)
an unhealthy social environment that encourages negative
attitudes (olumsuz davranı ları cesaretlendiren sa lıksız
bir sosyal çevre)
excessive ikse’siv 2 adj fazla, a ırı (extreme)
The charges seemed a little excessive. ( stenen para biraz
a ırı gözüküyordu)
extensive iksten’siv 2 adj
geni , büyük, kapsamlı
(wide, broad)
She has an extensive knowledge of art history. (Sanat
tarihi hakkında kapsamlı bir bilgisi var)
indispensable indispen’sıbıl . adj
Çok önemli, hayati
(essential, crucial, vital)
International cooperation is indispensable to resolving the
problem of the drug trade. (Uyu turucu ticareti problemini
çözmek için uluslararası i birli i çok önemlidir)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 6
prevent privent’ 3 vt
önlemek, engellemek
(avert)
Regular cleaning may help prevent infection. (Düzenli
temizlik enfeksiyonu engellemeye yardım edebilir)
prevent SB (from) doing ST 3 vt -den alıkoymak.(from)
She was sure the noise would prevent her (from) sleeping
at night. (Gece gürültünün kendisini uyumaktan
alıkoya ından emindi)
scheme (BrE) ski:m 3 n
1. plan, proje (project)
2. düzenek, sistem.
3. düzen, entrika, dolap
(plot)
1. The proposed scheme should solve the parking problem.
(teklif edilen proje park etme problemini çözmeli)
2.a local scheme for recycling newspapers. (gazeteleri
yeniden dönü türmek için yerel bir sistem)
3.a scheme to import illegal foreign goods (yasadı ı
yabancı malları ithal etmek için bir düzen)
appoint (SB to) ıpoynt’ 3 vt
1. [to]-e atamak, tayin
etmek (assign)
2. kararla tırmak (decide
on)
1.We need to appoint a new school secretary. (Yeni bir okul
sekreteri atamamız lazım)
2. Proceedings will be brought to a conclusion at a time
appointed by this committee. (Prosedur bu komitenin
kararla tıraca ı bir zamanda bir sonuca ba lanacaktır)
merge mörc 2 v
1. birle mek(combine);
birle tirmek. (with)
2. içine karı ıp kaybolmak.
(into)
1. Two of Indonesia’s top banks are planning to merge.
(Endonezya’nın en büyük iki bankası birle meyi planlıyor)
2. For her, work and life merge into one another. (Onun
için i ve ya am iç içe geçmi tir)
merger mörcır 1 n
birle me (unification,
combination)
The merger will create the biggest television company in the
country. (Birle me ülkedeki en büyük televizyon irketini
do uracak)
roughly ra:flî 2
ad
v
1.yakla ık olarak
(approximately)
2.kabaca (violently)
1.We’re roughly the same age. (A a ı yukarı aynı ya tayız)
2. He pushed roughly past her and out of the room. (Onu
kabaca itekleyerek odadan çıktı)
rough ra:f 3 adj
1. düz olmayan, pütürlü vs.
(uneven)
2. kaba
3. yakla ık (approximate)
4. zor, sıkıntılı (tough)
5. dalgalı
6. sert (hard, tough,
harsh)
1.The skin on her hands was rough and hard. (Elini
üzerindeki deri pürüzlü ve sertti.)
2.a rough man / a rough old table
3.I have a rough idea of who she is. (Onun kim oldu u
hakkında üç a a ı be yukarı bir fikrim var)
4.a rough night (sıkıntılı bir gece)
5.It was too rough to sail that night. (O gece deniz açılmak
için çok dalgalıydı)
6.a rough wine (sert bir arap)
desire
[SB to do ST]
dizayr’ 3 vt
arzulamak, istemek
(crave, wish for)
We desire you to complete the work within one month of
the start date. (Ba langıçtan sonraki bir ay içinde bu i i
bitirmenizi istiyoruz.)
emerge imö:rc’ 3 vt
1.-den çıkmak,. (from)
(come out)
2.meydana çıkmak (into)
(come into sight/wiev)
1.After a few weeks, the caterpillar emerges from its
cocoon. ( ki hafta sonra, tırtıl kozasındandan çıkar)
2.The doors opened and people began to emerge into the
street. (Kapı açıldı ve insanlar sokakta görünmeye ba ladı)
negotiate nigou’ iyeyt 2 v
Görü me yapmak, pazarlık
yapmak (bargain, talk)
(with)
The airline is negotiating a new contract with the union.
(Havayolları yeni bir kontrat için sendikayla görü me
yapıyor)
profit pra’fit 3 n
1.Kazanç, kâr (zıttı loss)
2. fayda, çıkar (gain,
benefit)
make a profit: Investors have made a 14% profit in just 3
months. (Yatırımcılar sadece üç ay içerisinde %14 kar elde
ettiler)
impress impres’ 2 v
Etkilemek (make an
impact on)
What impressed me was their ability to deal with any
problem. (Beni etkileyen ey onların problem ele alı
kabiliyetleriydi)
impression impre’ ın 3 n izlenim
The report seems to be based entirely on first impressions.
(Raporun tam olarak ilk izlenimlere dayandı ı gözüküyor.)
benefit ben’ıfit 3 n yarar, fayda (advantage)
Consider the potential benefits of the deal for the company
(Anla manin irket için potansiyel faydalarini bir dü ün)
immensely imen’sli . adv
Uçsuz bucaksız, çok büyük
/ çok fazla (hugely)
The visitors enjoyed the game immensely. (Ziyaretçiler
oyundan çok büyük zevk aldılar)
justice 3 n Adalet (fairness)
the struggle for freedom and justice (özgürlük ve adalet
için çaba)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 7
accuse ıkyu:z 3
suçlamak, itham etmek.
(blame)
She claims that her employers accused her of theft.
( çilerinin kendisini hırsızlıkla suçladı ını iddia ediyor)
I do not want to accuse him of telling lies. (Onu yalan
söylemekle uçlmak istemiyorum)
the accused ıkyuzt . sanık
The accused had appropriated the property. (Sanık malı
izinsiz kendi çıkarına kullanmı tı)
aid=help eyd:help 2 Yardım (assist, support)
The UN provided emergency economic aid to the refugees.
(BM mültecilere acil ekonomik yardım sa ladı)
candidate
ken’dıdeyt’
ken’dıdi:t’
3 Aday (nominee)
They needed a location for the film, and the church was the
obvious candidate. (Film için bir yere ihtiyaçları vardı, ve
kilise a ikar adaydı)
desperate des’pırıt 2 adj Ümitsiz (hopeless)
drugs used in a desperate attempt to save his life (ya amını
kurtarmak için ümitsiz bir giri im olarak kullanılan
ilaçlar)
entail in’teyl .
Gerektirmek (require,
necessitate)
-e neden olmak (cause,
lead to)
All mergers entail some job losses. (Tüm irket evlilikleri i
kayıpları-na neden olur/ -nı gerektirir.)
state steyt 3 n
1. durum, vaziyet, hal:
2. devlet.
3. eyalet. (ABD vs için)
1.The country is drifting into a state of chaos. (Ülke bir
kaos ortamına sürükleniyor)
3. Five state elections will be held in March. (Be eyalette
seçimler Mart’ta yapılacak)
in state . (cenaze için) törenle He was buried in state. (Törenle gömüldü)
state steyt 3 vt
ifade etmek, beyan etmek.
(utter)
The candidates stated their case at a series of meetings.
(Adaylar bir dizi toplantıda davalarını anlattılar)
frankly fre:ngkli 1 adv açıkça ,dürüstçe (honestly)
She talks frankly about her unhappy childhood. (Mutsuz
çocuklu undan dürüstçe bahseder)
disguise dis’gayz 1 vi
1.tebdili kıyafet etmek,
gizlenmek
2.gizlemek (hide)
1.The soldiers disguised themselves as ordinary civilians.
(Askerler kendilerini sıradan vatanda lar olarak gizlediler)
2.He didn’t disguise his bitterness about what had
happened. (Olan ey hakkındaki acısını gizlemedi)
gloomy glu mi 1 adv
1.lo , karanlık (dark)
2.sıkıntılı, hüzünlü
(depressed)
1.a gloomy old library (lo eski bir kütüphane)
2.He became very gloomy and depressed. (Çok hüzünlü ve
sıkıntılı hale geldi)
neglect niglekt 2 vt
savsaklamak, ihmal etmek
(OPP care for)
parents who neglect their children (çocuklarını ihmal eden
ebeveynler)
requirement rikwayırmınt 3 n
Gereklilik, zorunluluk
(obligation)
Do these goods comply with our safety requirements? (Bu
e yalar güvenlik zorunlulu umuzla uyumlu mu?)
rescue reskyu: 2 vt Kurtarmak (save, release)
The crew of the tanker were rescued just minutes before it
sank in heavy seas. (Tankerin mürettebatı tanker dalgalı
denizlere gömülmeden az once kurtarıldı)
revolution revılu: ın 3 n Devrim the French/Russian Revolution (Fransız/Rus devrimi)
require rikwayr’ 3 vt
Gerektirmek (entail,
necessiate)
The cause of the accident is still unclear and requires
further investigation. (Kazanın nedeni hala belirsiz ve daha
fazla ara tırma gerektiriyor)
notorious (for) noto:’riyıs 1 adj kötü öhretli
The city is notorious for its traffic jams. (Bu ehir trafik
sıkı ıklı ı ile me hurdur)
recruit rikru:t’ 2 v e almak
We won’t be recruiting again until next year. (Gelecek yıla
kadar i e adam almıyor olaca ız)
reputation repyutey’ in 3 n Nam, öhret
He did not have a good reputation in his home town.
(Kendi kasabasında iyi bir öhreti yoktu)
vote 3 v
1.Oylamak
2.oy kullanmak
3.seçmek
1.The Council will vote on the proposal next Friday.
(Konsey gelecek Cuma öneriyi oylaycak)
2.vote for/in favour of/against: 68 per cent of the union
voted against striking. (Sendikanın % 68’I grevin aleyhine
oy kullandı)
3. She was voted ‘Actress of the Year’ by other Hollywood
stars. (Di er Hollywood yıldızlarınca -yılın aktrisi- seçildi)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 8
diminish dimi’ni 2 v
1.Azalmak (decrease)
2.azaltmak (lessen)
1.The intensity of the sound was diminishing gradually.
(Sesin iddeti yava yava azalıyordu)
2. The delay may have diminished the impact of their
campaign. (Gecikme kampanyalarının etkisini azaltmı
olabilir.)
talent (for) te:’lınt 2 n Yetenek (gift)
She had an obvious talent for music. (Müzi e kar ı açık bir
yetene i vardı)
talented te:lıntid 1 adj Yetenekli (gifted)
a highly talented young designer (epey yetenekli bir genç
çizimci)
depict dipikt’ 2 vt
1.betimlemek (portray)
2.açıklamak (describe)
a painting depicting the Virgin and Child. (Meryem ve
O ul’ u betimleyen bir resim)
conflict kınflikt’ 1 vi Çatı mak, çeli mek
His account conflicted with reports received from other
journalists. (Açıklaması di er gazetecilerden alınan
raporlarla çeli iyor.)
conflict kan’flikt 3 n Çatı ma, anla mazlık
The issue provoked conflicts between the press and the
police. (Yayın, basın ve polis arasındaki çatı mayı
körükledi)
guise gayz . n
Kılık / görünüm
(appearance)
Revolutions come in many guises. (Devrimler pek çok
görünümde gelirler)
recession rıse’ ın 2 n ekonomik durgunluk
The economy was in recession. (Ekonomi
durgundu/kötüydü.)
award / reward ıword / riword’ 3 n ödül, mükâfat (prize)
She won the Player of the Year award. (Yılın Oyuncusu
ödülünü kazandı)
reward riword’ 2 vt Ödüllendirmek (award)
He always believed that the company would reward him
for his efforts. (Herzaman irketin çabalarından dolayı
kendisini ödüllendirece ine inanırdı)
free will .
özgür irade
(independence)
It is a result of my own free will. (Bu benim kendi özgür
irademin bir sonucu)
budget bac’it 3 n bütçe
Two-thirds of their budget goes on labour costs.
(Bütçelerinin üçte biri i çi masraflarına gidiyor)
restriction ristrik’ ın 1 n
Kısıtla(n)ma, sınırla(n)ma
(limitation, restraint)
trade/travel/speed/parking restrictions
(ticaret/seyahat/hız/parketme kısıtlamaları)
survive sırvayv’ 3 v
1.Sa kalmak / çıkmak
(sava , hastalık, kazadan
sonra)
2.ayakta/hayatta kalmak
3.(zor bir eyle) ba a
çıkmak, idare etmek
1.Just eight passengers survived the plane crash. (Sadece
sekiz yolcu uçak kazasından sa çıktı)
2. The organization cannot survive unless we make some
major changes. (Bazı temel de i iklikleri yapmadı ımız
müddetçe organizasyon/örgüt ayakta kalamaz.)
3. I don’t know how I ever survived school. (Okulla nasıl
olup da ba a çıktım bilmiyorum)
Don’t worry about Molly – she’ll survive. (Molly için
endi elenme; ba a çıkacaktır.)
survive (on ST) 3 v
Az bir eyle geçinmek /
ya amak
Many of the peasants survive on tiny plots of corn.
(Köylülerin ço u küçücük mısır tarlalarıyla geçinirler)
surviving sırvay’ving . adj Kalan, kurtulan (existing)
the surviving works of Sophocles (Sofokles’in kurtulan
çalı maları)
burden bördın 2 n
Yük (load) (responsibility)
(trouble)
When an elderly relative falls ill, you should not have to
shoulder the burden alone. (Ya lı bir akraba hasta
dü tü ünde, yükü tek ba ına omuzlamak zorunda
kalmamalısın)
determined Ditör’mind 2 adj Azimli, kararlı a strong, determined woman (güçlü ve kararlı bir kadın)
recycle ri:say’kıl 1 vt geri dönü türmek
Japan recycles 40% of its waste. (Japonlar atıklarının
%40’ını geri dönü türüyorlar)
admit (to) ıdmit’ 3 v
1.Kabul etmek
2. itiraf etmek (confess)
3.(içeri, kulübe) almak
4.hastaneye kaldırmak
1.She admits to being strict with her children.
(Çocuklarına kar ı sert oldu unu kabul etti)
2.He refused to admit to the other charges. (Di er
suçlamaları itiraf etmeyi reddetti)
3.The narrow windows admit little light into the room.
(Dar pencereler odaya çok az ı ık alıyor.)
4.Two crash victims were admitted to the local hospital.
( ki kaza kurbanı yerel hastaneye kaldırıldı)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 9
account ıkaunt 3 n
1-2-3. hesap (banka hesabı,
para sayımı, dükkan ücreti)
4. rapor, açıklama
(explanation, report)
1.There was only £50 in his bank account. (Banka
hesabında yalnızca 50 pound var)
2. The accounts showed a loss of £498 million.
(Hesaplamalar 498 milyon poundluk bir kaybı gösterdi)
3. I have an account with Marks and Spencer. (Marks and
Spencer dükkanında hesabım var.)
4. a brief account of the meeting (toplantının kısa bir
açıklaması)
account Ikaunt’ 3 v
varsaymak, hesaba katmak,
kabul etmek
In English law, a person is accounted innocent until they
are proved guilty. ( ngiliz hukukunda ki i suçu
kanıtlanıncaya kadar masum kabul edilir)
account for ST 3 n
1.bir eyin nedenini
açıklamak
2.bir eyin bir kısmını
olu turmak
1.A number of factors account for the differences
between the two scores. (Bir dizi faktör iki skor arasındaki
farkın nedenini açıklıyor)
2.The Japanese market accounts for 35% of the
company’s revenue. (Japon piyasası irketin gelirinin
%35’ini olu turuyor)
imply mplay’ 3 vt ma / i aret etmek
The presence of stairs in the ruins implies an upper floor.
(Harabedeki basamakların varlı ı bir üst katı i aret ediyor)
infer (from) inför 1 vt
Çıkarım yapmak, sonuç
çıkarmak,
Her appearance led them to infer that she was very wealthy..
(Görünü ü onun çok varlıklı oldu u çıkarımını yapmalarına
neden oldu)
inference infırıns 1 n çıkarım
It’s impossible to make inferences from such a small
sample.(Böylesi küçük bir örnekten çıkarım yapmak
imkansız)
cope with koup 3 vt Tackle, deal with
electronic safety systems designed to cope with engine
failure (motor hatalarını halletmek üzere tasarlanmı olan
elektronik güvenlik sistemleri)
detect didekt’ 2 vt
1.Te his etmek
2.ke fetmek,
meydana/açı a çıkarmak
(discover, determine)
1.The technology is capable of detecting the smallest earth
tremors. (Teknoloji en küçük yer sarsıntısını te his etme
kabiliyetine sahiptir.)
2. I thought I detected a hint of irony in her words.
(Sözlerinde bir alay emaresi ke fetti imi sandım)
resignation rezigney ın 2 n istifa a letter of resignation (bir istifa mektubu)
allegation e:lıgey ın 2 n ddia (claim) She denied the latest allegations. (Son iddiaları reddetti.)
allege Ilec’ 2 vt ddia etmek (claim)
It is alleged that he mistreated the prisoners. (Onun
mahkumlara kötü muamele etti i iddia ediliyor.)
alleged Ilecd’ 2 adj ddia olunan (supposed) Alleged attacker (öyle oldu u söylenen saldırgan)
sincerity Sinse’rıti . n içtenlik, samimiyet.
The sincerity of his beliefs is unquestionable.
( nançlarındaki içtenli i tartı ma götürmez.)
display displey 3 vt
1.sergilemek (exhibit)
2.sergilemek (his,
davranı , nitelik)
3.göstermek (bilgisayar)
1.Could you display this poster in your window? (Bu
posteri vitrininizde sergileyebilir misiniz?)
2. From an early age he displayed a talent for singing
(Küçüklü ünden beri arkı söyleme hususunda bir beceri
sergilerdi)
3. An error message is displayed if invalid information is
entered. (Geçersiz bir bilgi girilirse yanlı mesajı görünür)
display display 3 n
1.sergi (exhibition)
2.gösteri (show)
3.sergileme (davranı ,
his, nitelik)
4. bilgisayar göstergesi
1.a unique display of ancient artifacts (e siz bir antik el
yapımı e yaları sergisi)
The costumes were placed on display at the museum.
(Kostümler müzede sergide yer aldı)
2. a thrilling display of footballing skills (futbol
maharetlerinin heyecanlandırıcı bir gösterisi)
3.Displays of emotion disgusted her. (Hissiyat
sergilemeleri onu i rendirir.)
sophisticated Sıfis’tikeytid 2 adj Entelektüelce geli mi
Consumers are getting more sophisticated and more
demanding. (Mü teriler gün geçtikçe daha geli mi /ince
zevkli ve daha talepkar oluyorlar.)
sophistication Sıfistikey ın n Zihnen geli mi lik
computer users with a high degree of sophistication (daha
yüksek dereceli zeka/anlayı sahibi bilgisayar
kullanıcıları)
sophisticate sıfistikeyt n Anlayı ça geli mi ki i
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 10
amend ımend’ 2 vt
Düzeltmek, de i tirmek
(doküman vs.)
A law amending the Chilean constitution was approved on
22nd
January. ( ili anayasasını de i tiren bir kanun 22
Ocak’ta onaylandı)
amendment ımendmınt’ 2 n Düzeltme, de i iklik
I have made several amendments to the script. (Metinde
birkaç düzeltme yaptım)
make amends v Durumu düzeltmek
I wish I could make amends somehow. (Ke ke durumu bir
ekilde düzeltebilseydim)
casualty ke:juılti n Ölü-yaralı, zayiat
There were no reports of casualties from the attack.
(Saldırıda ölü-yaralı oldu una dair hiçbir rapor yok)
demonstration demınstrey ın 2 n
1.gösterge
2.gösteri
1.This is a powerful demonstration of what can be
achieved with new technology. (Bu, yeni teknoloji ile
neyin ba arılabilece inin kuvvetli bir göstergesidir.)
2. Angry students held demonstrations in the university
square. (Kızgın ö renciler üniversite meydanında bir
gösteri düzenlediler)
one another 2 pn
birbiri, birbirleri
(Hep çekimli bir ekilde
kullanılır.)
You must get along with one another. (Birbirinizle iyi
geçinmelisiniz)
each other 2 pn
birbiri, birbirleri
(Hep çekimli bir ekilde
kullanılır.)
They talk to each other on the phone every night. (Her
gece telefonda birbirleriyle konu urlar)
another ınatdhır 3 fw Bir di er, di er bir
I hope this isn’t another of Donald’s silly tricks. (Umarım
bu Donald’ın aptal oyunlarından bir di eri de ildir)
We’re doing a big concert tomorrow night and another one
on Saturday. (Yarın büyük bir konser verece iz, bir
di erini de cumartesi)
explore iksplo:r 3 v
1.Ke if yolculu una
çıkmak
2.ara tırmak, tartı mak
1.companies exploring for oil (petrol arayan irketler)
2. It is worth exploring other ways of dealing with this
problem. (Bu problemi çözmenin ba ka yollarını
ara tırmaya de er.)
exploration eksplırey ın 2 n Ke if, ke if yolculu u
Exploration of the solar system began in the 19th
century.
(Güne sisteminin ke if yolculu u 19. asırda ba ladı)
save seyv 3 v
1.biriktirmek (put aside)
2.kurtarmak (rescue)
3.kaçınmak (avoid)
4.kaydetmek
1.I am not very good at saving. (Para biriktirmede pek iyi
de ilim)
2.Doctors were unable to save her. (Doktorlar onu
kurtarmaya muvaffak olamadılar.)
3.She did it herself to save argument. (Tartı madan
kaçınmak için kenki kendine öyle yaptı.)
4.Save data frequently (Bilgileri sık sık kaydet)
save, save for,
save that
seyv . prep
hariç (except ,
except for, except that)
No one, save perhaps his wife, knows where he is. (Hiç
kimse, belki hanımı hariç, nerede oldu unu bilmiyor)
The room was completely dark, save for one candle burning
in the corner. (Oda, kö ede yanan bir lamba dı ında,
tamamen karanlıktı)
We know little about his childhood, save that his family
was poor. (Ailesinin fakir oldu u dı ında çocuklu u
hakkında çok az ey biliyoruz)
gain geyn 3 v
1.kazanmak, elde etmek
2.artmak
1.She gained a first in her French degree. (Fransızca
derecesinde bir birincilik elde etti / kazandı)
2.The Nikkei index gained 45 points. (Nikkei indeksi 45
puan arttı)
gain geyn 2 n Kazanç, artı , kâr
The Green Party made big gains in the local elections.
(Ye iller Partisi yerel seçimlerde büyük kazanç/artı
sa ladı.)
seek/sought/
sought
si:k / so:t 3 vt
1.istemek (ask for)
2.aramak
1. Seek medical advice if symptoms last more than a week.
(Belirtiler bir haftadan daha fazla sürerse doktora görün
/tıbbi yardım iste)
seek compensation/damages/redress: The boy’s parents
are seeking damages from the health authority. (Çocu un
ebeveyni sa lık yetkililerinden tazminat talep ediyor)
2. Many single people are seeking that special someone.
(Birçok bekar o- özel birisi-ni arıyor)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 11
wholehearted houlha:rtıd . adj Tüm kalbiyle, tamamiyle
We would like to express our wholehearted support for the
campaign. (Kampanyaya canı gönülden deste imizi
saygıyla ifade etmek isteriz.)
acute Ikyu:t’ . adj
1.Önemli, kritik
2.dar açı (900
den küçük)
1. an acute shortage of medical supplies (tıbbi stoklarda
önemli bir eksiklik)
asset E:set 2 n
1.kazanç (benefit)
2.malvarlı ı, mal
1. I’m sure she’ll be an asset to the team. (Eminim ki
takıma bir kazanç olacak.)
2. Her assets include shares in the company and a house in
France. (Malvarlı ı fabrikadaki hisseleri ve Fransa’da bir
evi kapsıyor)
surely urli: 3 adv Kesinlikle (certainly)
You surely realized we were in when you saw the lights
on. (I ıkların açık oldu unu gördü ünde kesinlikle bizim
içerde oldu umuzu farkettin)
abduct E:bdakt vt Adam kaçırmak (kidnap)
He attempted to abduct two children. ( ki çocu u
kaçırmaya te ebbüs etti)
facilitate fısi’lıteyt 1 vt Kolayla tırmak (ease)
The counselor may be able to facilitate communication
between the couple. (Danı man belki çift arasındaki
ileti imi kolayla tırmayı ba arabilir)
famine Fe:min 1 n Açlık (food shortage)
The threat of widespread famine in Africa (Afrika’daki
yaygın kıtlık tehditi)
profound prıfaund’ 2 adj
1. Derin (deep)
2. büyük (intense)
1. profound questions (derin sorular)
2. a profound change in the climate of the Earth (Dünya
ikliminde büyük bir de i iklik)
condemn kın’dem 2 vt Kınamak (criticize)
Politicians have condemned the attacks. (Politikacılar
saldırıları kınadılar)
widespread Wayd’spred 2 adj
Yaygın (extensive,
common)
the widespread use of antibiotics (antibiyoti in yaygın
kullanımı)
strike gold / oil strayk 3 v
(Kazı veya sondaj sonucu)
maden bulmak
He seems to have struck gold with his first film. ( lk
filmiyle altın madeni bulmu gibi gözüküyor)
strike strayk 2 n
1. grev
2. saldırı (attack)
3. maden bulma
1. Workers have been out on strike since Friday. ( çiler
Cuma gününden beri dı arıda grevdeler.)
a 15-day strike over pay and poor safety conditions (ücret
ve kötü güvenlik ko ulları gerekçeli 15 günlük bir grev)
2. the threat of nuclear strikes (nükleer saldırı tehditi)
3. the Lena goldfields strike of 1912 (1912’de bulunan
Lena altın yatakları)
dominate da’mineyt 2 v
1.Kontrol etmek (control)
2.hakim olmak (rule)
3.hakim olmak, tepeden
bakmak (overlook)
1. Don’t allow the computer to dominate your child’s life.
(Bilgisayarın çocu unun ya amına hükmetmesine izin
verme)
2. Barcelona completely dominated the first half of the
match. (Barselona maçın ilk yarısına tamamıyla hakimdi.)
3. a picturesque city dominated by the cathedral tower.
(Katedral kulesinin hakim oldu u tablosal bir ehir)
response rispans 3 n Yanıt, kar ılık (reply)
Her response was to leave the room and slam the door.
(Yanıtı odayı terk edip kapıyı çarpmak oldu)
In response to complaints, the company reviewed its safety
procedures. ( ikayetlere kar ılık olarak irket güvenlik
prosedürlerini yeniden gözden geçirdi)
complaint
[about ST]
kımpleynt 3 n
1. ikayet
2. ikayet dilekçesi
1. The main complaint was the noise. (Ana ikayet
gürültüydü)
2.Customers lodged a formal complaint about the way
they were treated. (Mü teriler kendilerine yapılan
muamele biçimi hakkında resmi bir ikayet dilekçesi
sundular)
aggravate e:g’rıveyt . vt Kötüle tirmek (worsen)
His headache was aggravated by all that noise. (Tüm o
gürültüyle ba a rısı daha da kötüle ti)
vacancy veykınsi 1 n
1. (job) bo -açık kadro
2.bo oda (otel)
3.bo luk (emptiness)
4. anlayı sızlık, bo luk
1.There are always plenty of vacancies for bar staff. (Bar
personeli için her zaman bir sürü bo kadro vardır)
2. We have no vacancies at all during July. (Temmuz
müddetince hiç bo yerimiz yok)
3.The vacancy of her expression. (Yüz ifadesindeki bo luk)
4.vacancy and vanity (anlayı sızlık ve kibir)
Participate (in) Pa:rtisipeyt 2 v Katılmak (join, attend)
The rebels have agreed to participate in the peace talks.
(Asiler barı görü melerine katılmaya karar verdiler)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 12
unique Yu:ni:k 3 adj E siz (sole, exceptional)
You will be given the unique opportunity to study with
one of Europe’s top chefs. (Size Avrupa’nın en üst
eflerinden biriyiyle çalı mak [gibi] e siz bir fırsat
verilecek.)
debt det 3 n
Borç (money owing) (OPP
credit)
By this time, we have debts of over £15,000. ( u an
itibariyle, borcumuz 15.000 poundu a ıyor)
abolish ıbali 2 vt Kaldırmak, fesh etmek This tax should be abolished. (Bu vergi kaldırılmalı)
disorder diso:rdır 2 n
1.(Tıbbi) rahatsızlık
(ailment, sickness,
complaint)
2.karı ıklık, karga a
(chaos, mess)
3.darmada ın (in) (mess)
1.He had treated her for a stomach disorder. (Bir mide
rahatsızlı ı için onu tedavi etti)
2. The main problem is public disorder associated with
late-night drinking. (Ana problem gece geç vakti içmekten
kaynaklanan kamusal karga a)
3. Everything was in disorder, but nothing seemed to have
been taken. (Her ey karmakarı ıktı, ama hiç bir ey
alınmı gözükmüyordu.)
wane weyn vt
Sönmek, azalmak
(diminish, fade)
His enthusiasm was waning fast. ( evki hızla sönüyordu)
withdraw /
withdrew /
withdrawn
widhdro: 2 v Geri çekilmek (pull out)
The injury has forced him to withdraw from the
competition. (Yarası onu müsabakadan çekilmeye zorladı)
before long
Birazdan, çok geçmeden
(soon, shortly)
See you before long (Birazdan görü ürüz)
alliance ılayıns 2 n
ttifak (coalition) (pact,
agreement) (partnership)
An alliance between the Liberal Democrats and the
Nationalists (Milliyetçiler ve Liberal demokratlar arasında
bir ittifak)
Successive French governments maintained the alliance
with Russia. (Ba arılı Fransız hükümeti Rusya ile ittifakı
sürdürdü.)
regard rigard 3 vt
1.bakmak (stare, gaze at)
2.dü ünmek (consider,
think, take into account)
Cathy regarded the photo thoughtfully. (Cathy foto rafa
dü ünceli dü ünceli baktı)
She regarded London as her base. (Londra’yı kendi temeli
olarak dü ünür)
regarding rigarding 2 prep
hakkında, -e ili kin (about,
concerning)
She said nothing regarding your request. (Ricanla ilgili
hiçbir ey söylemedi)
EU regulations regarding the labelling of food (yiyecekleri
etiketlemeye ili kin AB düzenlemeleri)
regardless of 2 prep
umursamaksızın ( sim ve
cümleden önce)
(irrespective of)
The clup welcomes all new members regardless of age.
(Kulüp ya sınırı gözetmeksizin tüm yeni üyeleri kabul
ediyor)
regardless rigardlis 2 adv
her eye ra men; ne olursa
olsun. (in spite of, despite)
(anyhow)
It seemed an impossible task at times, but we carried on,
regardless. (Defalarca imkansız gibi gözüken bir görevdi,
ama biz devam ettik, aldırmayarak.)
expand ikspe:nd 3 v
1.geni lemek (enlarge)
2.büyümek (increase,
develop)
3.detaylı açıklamak (on)
4.açıp yaymak (open out)
1. We live in an expanding universe. (Geni leyen bir
evrende ya ıyoruz)
2. The rapidly expanding IT sector (hızla büyüyen IT
sektörü)
3. I refuse to expand any further on my earlier statement.
(Önceki ifadem hususunda daha fazla detay vermeyi
reddediyorum.)
4. The hawk expanded its wings. ( ahin kanatlarını açtı)
expanse ikspe:ns . n
Düzlük (tarla, gökyüzü,
deniz vs) (vastnes)
Vast expanses of farmland (çiftlik alanının geni
düzlükleri)
expansion ikspe:n ın .
geni leme (growth,
increase, development)
We plan to continue our expansion programme.
(Geni letme programımıza devam etmeyi planlıyoruz)
expansionary ikspe.n’ ınıri . n
Büyümeyi sa layıcı,
büyütücü
This budget will have an expansionary affect on the
economy. (Bu bütçe ekonomi üzerinde büyütücü bir etkiye
sahip olacak)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 13
handle hendıl 3 vt
1. halletmek, ile u ra mak
(deal with)
2.ticaretini yapmak
(özellikle yasadı ı)
The government was criticized for the way it handled the
crisis. (Hükümet krizle mücadele yöntemi nedeniyle
ele tirildi)
The newer computers can handle massive amounts of data.
(Daha yeni olan bilgisayarlar devasa miktardaki bilgiyle
u ra abiliyorlar)
2. He denied burglary but admitted handling stolen goods.
(Hırsızlı ı reddetti ama çalıntı altın ticareti yaptı ını
kabul etti.)
impact impe:kt 3 n
1.etki (affect)
2.çarpı ma (crash)
1.Her paper discusses the likely impact of global warming.
(Makalesi global ısınmanın olası etkilerini tartı ıyor)
2.The missile does not explode on impact. (Roket
çarpı mayla patlamıyor.)
impulse impals 1 n güdü, dürtü (drive)
Jenny felt a sudden impulse to play some music. (Jenny
biraz müzik çalmak için ani bir dürü hissetti)
Acting on impulse, he knocked on her door. ( çgüdüsel bir
hareketle, kapıyı çaldı)
participate in partisipeyt 2 v Katılmak (join)
The rebels have agreed to participate in the peace talks.
(Asiler barı görü melrine katılmaya karar verdiler)
participation partisipey ın 2 n Katılma, dahil olma
We would like to see more participation by younger
people. (Genç insanların daha fazla katılımını görmekten
memnun oluruz)
fake feyk . adj
1.sahte (false)
2.yapmacık, sahte
(pretend)
1.fake passport/visa/document (sahte pasaport/vize/ belge)
2. a fake smile, fake emotion (sahte bir gülümseme, yapay
his)
gather ge:dhır 3 v
1.toplanmak (meet)
2.toplamak (collect)
3.anlamak (understand)
4.katlamak (fold)
1.A crowd gathered outside the hotel. (Bir kalabalık otelin
dı ında toplandı)
2. I gather up the prescription and follow him to the door.
(Reçeteyi alır onu kapıya kadar takip ederim)
3.From what I can gather, she’s madly in love with him.
(Anlayabildi im kadarıyla ona deliler gibi a ık)
4. Gathering her robe around her, Maria ran upstairs. (Maria
kaftanini toparlayarak yukarı ko tu)
involve inva:lv 3 v
1.gerektirmek, istemek
2. (in) -e karı tırmak, -e
bula tırmak, -e sokmak
3. içermek, kapsamak
1.Expertise involves practice (Ustalık pratik ister.)
2.Don't involve me in your illegal activities. (Beni yasadı ı
i lerine bula tırma.)
3.This problem involves other problems. (Bu sorun ba ka
sorunları içeriyor.)
to be involved in V
1.-e karı mak
2. ile me gul olmak, ile
u ra mak
1.She was once involved in a scandal. (Bir zamanlar bir
skandala karı mı tı)
2. He's involved in a new project. (Yeni bir projeyle me gul.)
to be involved with v ile a k ili kisi olmak
Angela told me that she was involved with someone else.
(Angela bana ba ka birisiyle ili kisi oldu unu söyledi)
involvement invalvmınt 3 n 1.ili ki (ba lı)
He was imprisoned for his involvement in a plot to
overthrow the government. (Hükümeti devirmek için bir
entrika ile ili kisi oldu undan tutuklandı)
genuine cenyuin 2 adj
1.gerçek, otantik, sahte de il
(authentic)
2.samimi, içten (sincere)
1. It was undoubtedly a genuine 18th century desk. (O
üphesiz gerçek bir 18 yüzyıl çalı ma masasıydı)
2.Morley looked at her with genuine concern. (Morley ona
samimi bir ilgi ile baktı)
authentic o:thentik 1 adj gerçek (Genuine, true)
The letter is certainly authentic. (Mektup kesinlikle orjinal)
The restaurant serves authentic Italian meals (Lokanta
otantik talyan yemeklerini sunuyor)
boom bu:m 2 n
1. artı , patlama
2.patlama sesi
the economic boom of the 1980s (1980’lerin ekonomik
patlaması) boom years (ekonomik patlamanın oldu u yıllar)
legislation lecısley ın 3 n Yasa veya bir dizi yasa
Under current legislation, factories must keep noise to a
minimum. (Hali hazırdaki yasalar gere ince, fabrikalar
gürültü miktarını bir minimumda tutmalılar)
prosperity prasperıti 1 n Refah (wealth) a time of national prosperity (bir milli refah zamanı)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 14
expertise ekspırti:z 2 n Uzmanlık (proficiency)
The company is keen to develop its own expertise in the
area of computer programming. ( irket bilgisayar
programlama alanındaki uzmanlı ını geli tirmeye çok
hevesli)
assume ısyu:m 3 v
1.Varsaymak (suppose)
2.ba latmak (take on)
3.devralmak, ele geçirmek
(seize)
1.I’m assuming everyone here has an email address.
(Burada herkesin bir elektronik postası oldu unu
varsayıyorum)
2. She has been invited to assume the role of mentor.
(Rehber hoca rolünü ba latmak için davet edildi)
3. He assumed full responsibility for all organizational
work. (Tüm örgütsel çalı maların tam sorumlulu unu
devraldı)
assuming ısyu:ming 1 conj Varsayarsak (if)
Assuming your calculations are correct, we should travel
northeast. (Hesaplarınızın do ru oldu unu varsayarsak,
kuzeydo uya yol almalıyız)
assumption ısamp ın 2 n
Varsayımn (hypothesis,
supposition)
Your argument is based on a completely false assumption.
(Argümanların tamamıyla yanlı bir varsayım üzerine
kurulmu )
nationwide ney ınveyd 1 adv Ülke çapında a nationwide protest/strike (ülke çapında bir protesto / grev)
infant infınt 2 n bebek infant care / behaviour (çocuk bakımı / davranı ı)
vaccination ve:ksıney ın . n A ı, a ılama a measles/polio vaccination (bir kızamık/çocuk felci a ısı)
combat kambe:t 1 n sava
These enzymes are important in the combat against bacteria. (Bu
enzimler bakterilere kar ı sava ta önemli)
supplementary saplimentri: . adj Ek (additional)
Supplementary information / income / budget package (Ek bilgi / gelir
/ bütçe paketi)
eventually ivençuıli 3 adv
Eninde sonunda, nihayet
(finally)
We’re hoping, eventually, to create 500 new jobs. (Eninde sonunda
500 yeni meslek olu turmayı ümit ediyoruz)
‘Did they ever pay you?’ ‘Eventually, yes.’ (Sana hiç para ödediler
mi? Sonunda, evet)
eventual ivençu ıl 1 adj
Nihai, en son (ultimate,
final)
his eventual capture and imprisonment (en son yakalanması ve
mahkumiyeti)
erode iro d 1 v
1. [jeol] a ınmak,
a ındırmak
2. azaltmak / azalmak
(reduce)
1. High tides are eroding the coast. (Gel-git geli leri sahili a ındırıyor)
a plan to plant more trees before the soil erodes even further (toprak
daha fazla a ınmadan daha fazla a aç dikmek için bir plan)
2. It is feared that international institutions may erode national
sovereignty. (Uluslararası müesseselerin ulusal egemenli i
azaltaca ından korkuluyor.)
Western support for Yeltsin was slowly eroding. (Batının Yeltsine
deste i yava yava eriyor / azalıyor)
plunge planc 2 v
1.dü mek (fall, drop)
2.azalmak, dü mek (fiyat,
sıcaklık vs)
3.kontrolsüzce ve aniden
fırlamak, zıplamak,
hareket etmek
1.It was still dark when the helicopter plunged 500 feet into the sea.
(Helikopter 500 fitten denize çakıldı ında hala karanlıktı)
2. The temperature is expected to plunge below zero degrees
overnight. (Sıcaklı ın gece boyu sıfır derecenin altına dü mesi
bekleniyor)
3. The horse plunged and reared. (At aha kalktı ve ki nedi)
He plunged towards the door and wrenched it open. (Kapıya do ru
fırladı ve çekerek açtı)
plunge into 2 v
1.bir i e dalmak
2.daldırmak, sokmak
3.-e gömülmek, gark
olmak
4.suya vs. dalmak
1. This was not the time to be plunging into some new business
venture. (Yeni bir i te ebbüsüne dalıyor olmanın hiç de vakti de ildi)
2. He plunged his arm into the sack once more. (Kolunu bir kez daha
çuvala daldırdı)
3.The city was plunged into total darkness when the entire electrical
system failed. (Bütün elektrik sistemi çökünce, ehir tümden karanlı a
gömüldü)
The country is plunging into recession once more. (Ülke bir kez daha
ekonomik sıkıntıya gark oldu)
4. Four police officers plunged into freezing water to rescue a man
yesterday. (Dün dört polis memuru bir adamı kurtarmak için
dondurucu suya atladı.)
plunge n 1.dalma 2.dü me, azalma
1.the plane’s plunge into the sea (uça ın denize dü ü ü)
2.the plunge in oil prices (petrol fiyatlarındaki dü ü )
take the plunge v Cesur bir adım atmak
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 15
plain pleyn 2 n Düzlük, ova
the Serengeti Plains in East Africa (Do u Afrika’daki Serengeti
düzlükleri)
plain pleyn 2 adj
1.açık, anla ılabilir (clear,
simple, basic)
2.sıradan, sade (ordinary, not
beautiful)
3.dobra (obvious)
1. Hugh’s message was short, but the meaning was plain enough.
(Hugh’sın mesajı kısaydı ama anlamı yeterince açıktı.)
2. a plain wooden table (basit/sade bir tahta masa)
3. a plain answer (dobra / dürüst bir cevap)
terms törms 3 n
art, ko ul (conditions,
provisions)
1.He had little choice but to accept their terms. ( artlarını kabul
etmekten ba ka hemen hiç seçene i yoktu)
opportunity apırçiu:nıti 3 n
1.fırsat (chance)
2.i imkanı
1.She went to visit him in hospital at every opportunity. (Her
fırsatta onu ziyarete hastaneye gitti)
2.There are good opportunities in the hotel business. (Otel
sektöründe iyi i imkanları var)
thorough Tharo /tharı 1 adj
1.Tam (complete)
2.sistematik (methodical)
1. It’s all a thorough nuisance. (O tam bir ba belası)
2.She has a thorough understanding of the business. (Sistematik
bir i anlayı ına sahip)
Interfere with intırfi ır 2 vt
1.karı mak
2.kurcalamak
1.I don’t think your mother has the right to interfere in our affairs.
(Annenin i lerimize karı maya hakkı oldu unu sanmıyorum)
2. I saw him interfering with the smoke alarm. (Onu duman alarmını
kurcalarken gördüm)
interference intırfi ırıns 2 n Müdahele (intervention)
They expressed resentment at outside interference in their domestic
affairs. ( çi lerine dı arıdan müdahele edilmesi hususundaki öfkelerini
beyan ettiler.)
intervene ntırvi:n 1 vt
1.araya girmek (occur,
happen)
2.-e karı mak, müdahele
etmek (interfere)
1. My brother was studying to be a church minister, but the Second
World War intervened. (Karde im bir ba rahip olmak için
çalı ıyordu, fakat II. Dünya sava ı araya girdi.)
Several months intervened before we met again. (Yeniden
kar ıla madan once bir kaç ay geçti / araya girdi)
2. Police had to intervene when protesters blocked traffic.
(Protestocular trafi i kapayınca polis araya girdi/müdahele etti)
intervention intırven ın 1 n Müdahele (interference)
We do not need further government intervention. (Daha fazla hükümet
müdahelesine ihtiyacımız yok)
quarrel kwarıl 1 n
Tartı ma, kavga (argument,
dispute, fight)
We had the usual family quarrel about who should take the dog out.
(Köpe i kimin dı arı çıkaraca ı hakkında geleneksel bir aile kavgamız
vardı)
address ıdres 2 v
1. konu mak, konu ma yapmak
2.yönlendirmek
3. yollamak, yazmak
1. He turned his head to address me. (Bana hitap etmek için kafasını
çevirdi)
2. All enquiries should be addressed to head office. (Tüm sorular idari
ofise yönlendirilmeli)
3. This letter is addressed to Alice McQueen. (Bu mektup Alice
McQuenn’e yazılmı
address ıdres 3 n 1.adres 2.konu ma, demeç
2. The president is to deliver a televised address to the country.
(Ba kan ülkeye hitaben bir televizyon konu ması yapacak)
unfavorable anfeyvırıbıl . adj
1.olumsuz, ters (adverse)
2.elveri siz, uygun olmayan
1.The report makes unfavourable comparisons with the system used in
France. (Rapor Fransa’da kullanılan sisteme ili kin istenmeyen
kar ıla tırmalar yapıyor)
2. They had finally gained independence, but on very unfavourable
terms. (Nihayet ba ımsızlıklarını kazandılar, ama çok elveri siz
ko ullarla)
presume prizyu:m 1 v varsaymak (assume)
Your argument presumes that everyone understands the issue.
(Argümanınız herkesin meseleyi anlamı oldu unu varsayıyor.)
presumption prizamp ın . n
1.varsayım (assumption)
2.kendini be enmi lik
1. a presumption of innocence (bir masumiyet varsayımı)
2. She was enraged at his presumption (Kibirli tavırlarına çok
sinirlendi)
foresee Forsi: . v Önceden görmek (predict)
Who could have foreseen such problems? (Kim böylesi problemleri
önceden tahmin edebilirdi / ki?)
deprive SO of diprayv 1 vt -den mahrum etmek
The courts cannot deprive me of the right to see my child. (Mahkeme
beni, çocu umu görmek hakkından mahrum edemez)
deprived diprayvt 1 adj Yoksun, mahrum people living in deprived area (yoksun bölgelerde ya ayan halk)
efficiency ifi ınsi 2 n
Yetkinlik, verimlilik
(competence)
The inspectors were impressed by the speed and efficiency of the new
system. (Müfetti ler yeni sistemin hız ve verimlili nden etkilendiler)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 16
dam De:m . n
1.baraj, set, su bendi
2.anne at, anne koyun
1. Build a dam across the river (Nehrin önüne bir set yap)
possess pızes 3 vt
sahip olmak, -si olmak:
(have, own)
He possesses two cars. ( ki arabası var.)
They do not possess the necessary technical knowledge. (Gerekli
teknik bilgiye sahip de iller.)
temper tempır 2 n
1.çabuk öfkelenme huyu
2.hava, huy
3.anlık öfke, öfke krizi
4.sertlik esneklik derecesi
(demir vs için)
1. That temper of yours is going to get you into trouble. (Senin bu
çabuk öfkelenme huyun ba ını belaya sokacak)
2. He seems to be in a good temper. (Havasında gözüküyor)
3. be in a temper: He doesn’t mean what he says when he’s in a
temper (Öfke nöbetine girdi inde söylediklerinde aslında öyle demek
istemiyordur)
have a short temper: He’s not a bad boss, but he has a short temper.
(Kötü bir patron de il ama çabuk öfkeleniyor)
get/fly into a temper: When she refused to help, he flew into a temper.
(Yardım etmeyi reddedince öfke krizine girdi)
She hardly ever lost her temper. (Hiç öfkeye kapılmaz)
temper tempır v
1.dengelemek, nötralize etm.
etkisini azaltmak
2.akort etmek
1.Their idealism is tempered with realism. ( dealizmleri realism ile
dengeleniyor) hot, sunny days tempered by a light breeze (hafif bir
rüzgarla etkisi azalmı sıcak, güne li günler)
out of temper Öfkeden deliye dönmü He was out of temper. (Öfkeden deliye dönmü tü)
bad-tempered adj
Asabi, uzla maz, huysuz
(irritable, complaining,
disagreeable)
In a heatwave many people become increasingly bad-tempered. (Bir
sıcak hava dalgasında ço u insan ziyadesiyle huysuzla ır)
expense ikspens 3 n
1.harcama (expenditure)
2.eder, paha, fiyat (cost)
3.harcama, gider (ço ul, -s)
(expenditure)
1. Rent is our biggest expense. (Kira en büyük harcamamız)
2. A powerful computer is worth the expense if you use it regularly.
(Kuvvetli bir bilgisayar, e er düzenli kullanıyorsan, fiyatına de er)
3. The company pays all our expenses.( irket tüm harcamaları
kar ılamaktadır)
conclusive kınklu:siv 1 adj kesin, kat’i, son, nihai
a conclusive proof that he was the murderer (Katilin o oldu una ili kin
kesin bir kanıt) conclusive evidence (kesin / nihai kanıt)
rainfall reynfo:l . n Ya ı miktarı
Annual rainfall was lower last year than ever before. (Yıllık dü en
ya ı miktarı geçen yıl daha önce olmadı ı kadar azdı)
afford ıford 3 vt
1.güç yetirebilmek (ekonomik)
2.sa lamak, temin etmek
1. I’m not sure how they are able to afford such expensive holidays.
(Böylesi pahalı tatillere nasıl güç yetirebiliyorlar emin de ilim)
2. The vaccination also affords protection against polio. (A ı aynı
zamanda çocuk felcine kar ı koruma sa lar)
acquire ıkwayr 2 vt
1. elde etmek, edinmek,
almak, kapmak.
2. kazanmak
acquire a bad reputation (kötü bir öhret kazanmak.)
Any drug user who shares a needle is at risk of acquiring AIDS. (Tek
i neyi payla an herhangi bir uyu turucu kullanıcısı AIDS kapma riski
altındadır)
carry out 3 phv
Uygulamak, tatbik etmek
(do, perform, accomplish)
1.She carried out a new scheme. (Yeni bir projeyi tatbik etti)
vanish veni 2 vi
1.Gözden kaybolmak
(disappear)
2.yok olmak
(become extinct)
1.One moment she was there, the next she got vanished. (Bir an
oradaydı, sonra yok oluverdi)
2. Humanitarian ideals seem to have totally vanished. ( nsancıl
idealler tümüyle yok olmu gözüküyor)
deteriorate ditiriyıreyt 1 vt Kötüle mek (worsen)
The weather deteriorated rapidly so the game was abandoned. (Hava
hızla bozdu/kötüle ti bu yüzden oyun terkedildi)
commit kımit’ 3 v
1.bir suç vs i lemek
2.söz vermek
3.zorlamak, mecbur etmek
(oblige, compel)
4.uzun vadeli bir ili kiye
kara vermek
5.cezaevine/hastaneye/tımar-
haneye yollamak […SB to
SW]
1.Commit a crime / suicide / murder / a robbery (Bir suç i lemek /
intihar etmek / cinayet i lemek / bir soygun yapmak),
2. I do not want to commit to any particular date. (Herhangi bir tarih
için söz vermek istemiyorum)
3.The agreement commits them to a minimum number of
performances per year. (Anla ma onları her yıl minimum bir rakama
mecbur diyor)
4.He’s not ready to commit. (Henüz ciddi bir ili kiye karar vermeye
hazır de il)
5. The judge committed the men to prison for contempt of court.
(Yargıç adamları mahkemeye saygısızlıklarından dolayı hapse yolladı)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 17
lack of ST 3 n
Bir eyin noksanlı ı,
eksikli i / -sizlik
lack of support (destek yoksunlu u) lack of interest (Ilgisizlik)
submit sıbmit 3 v
1. teslim etmek (put forward,
present)
2. teslim olmak (surrender,
give in)
3. (kanun vs) uymak
4. ifade vermek (mahkeme vs)
1. The plans will be submitted next week. (Planlar gelecek hafta teslim
edilecek)
2. In the end, they submitted to the Americans. (Sonunda Amerikalılara
teslim oldular)
3. All countries in the European Union must submit to its laws.
(Avrupa Birli indeki tüm ülkeler onun kanunlarına uymak zorundadır)
find out 3 v
1.ö renmek, farketmek
(realize, learn, discover)
2 ortaya çıkarmak (reveal,
expose, uncover, unmask)
1. We may never find out the truth about what happened. (Ne oldu u
hakkındaki gerçe i asla ö renemeyebiliriz.)
2. It was only a matter of time before someone found him out. (Birisinin
onun ne menem birisi oldu unu ortaya çıkarması artık sadece bir an
meselesiydi)
retirement ritayırmınt 1 n emeklilik
Bob plans to take retirement at age 50. (Bob 50 ya ında emekli
olmayı planlıyor)
board bo:rd 3 n
1.tahta
2.ilan tahtası (pano)
3.(yönetim) kurulu
4.yemek (otel vs gibi
yerlerde)
2.The train station has an electronic board showing all departure times.
(Tren istasyonu tüm kalkı ları gösteren elektronik bir ilan panosuna
sahip)
3.The local school board is trying to raise teachers’ salaries. (Yerel
okul yönetim kurulu ö retmenlerin maa larını arturmaya çalı ıyor)
4. She gets £70 a week plus board and lodging. (Haftada 70 Sterlin
alıyor, artı yemek ve yatacak )
adequate e:dikvıt 3 adj
yeterli, kafi (enough,
sufficient)
The big house is perfectly adequate for just the two of us. (Büyük ev
sadece ikimize tam anlamıyla kafi gelir)
approximately ıpraksimıtli 2 adv Yakla ık (roughly)
Approximately 60000 people filled the stadium. (Yakla ık 60000 insan
stadyumu doldurdu)
vague veig 2 adj
1.belirsiz, net olmayan,
bulanık, üpheli
Witnesses gave only a vague description of the driver. (Tanıklar
sürücünün sadece belirsiz bir e kalini verdiler.)
audience O diıns 3 n Dinleyici, seyirci vs.
She would be addressing an audience of three thousand teachers. (Üç
bin ö retmenden olu an bir dinleyici grubuna hitap ediyor olacaktı)
target audience 3 ph Hedef kitle
Our target audience has always been the affluent under 30s. (Bizim
hedef kitlemiz her zaman 30 ya ın altındaki varlıklı insanlar olmu tur)
imperative imperıtiv . adj
1.zorunlu, çok önemli (vital,
crucial, essential,
necessary)
2.emredici (grammar vs)
Long-term investing is risky, and careful planning is imperative. (Uzun
vadeli yatırım yapmak riskli, ve dikkatli planlama yapmak zorunludur.)
imperative imperıtiv . n zorunluluk
Solidarity between rich and poor nations is a moral imperative.
(Zengin ve yoksul arasındaki dayanı ma bir ahlaki zorunluluktur.)
draft dra:ft 2 n
1.taslak, müsvedde (outline)
2.askere alma (conscription)
3.içki
I showed David a draft of the letter and he suggested a few changes.
(Mektubun tasla ını David’e gösterdim, bir kaç de i iklik tavsiye etti)
draft 2 v
1.taslak çıkarmak
2.askere almak (into)
1.The government’s first task was to draft a new constitution for the
country. (Hükümetin ilk i i ülke için yeni bir anayasa tasla ı
hazırlamak oldu)
2.He was drafted into the army in 1942. (Orduya 1942’de alındı)
scholarship skalır ip 1 n
1.burs
2.ilim, akademik çalı ma
1. She won a scholarship to Oxford. (Oxford için bir burs kazandı)
2. The universities have a tradition of specialized scholarship.
(Üniversiteler ihtisasla mı ilmi çalı ma gelene ine sahiptirler)
redundant ridandınt 2 adj
Fazlalık (superflous),
gere inden fazla, gereksiz
(unnecessary)
Computers have made our paper records redundant. (Bilgisayarlar
ka ıt kayıtlarımızı gereksiz yaptı)
redundant workers (fazlalık olan i çiler)
to be made redundant 2 ten çıkarılmak
5,000 miners were made redundant when the tin market collapsed.
(Teneke piyasası çökünce 5000 madenci i ten çıkarıldı)
compensation kampınsey ın 2 n tazminat (damages)
Victims of the world’s largest industrial accident were paid $470
million compensation. (Dünyanın en büyük endüstri kazasının
kurbanlarına 470 milyon dolar tazminat ödendi)
flexible fleksıbıl 2 adj
1.elastik, esnek
2.esnek, uyum sa lar
1.a flexible rubber strip (esnek bir plastik/silgi dilimi)
2.A more flexible approach to childcare arrangements is needed.
(Çocuk bakıcılı ı düzenlemelerine daha esnek bir yakla ım gerekmekte)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 18
take measures Önlem almak
Stronger measures have to be taken to bring down unemployment.
( sizli i azaltmak için daha kuvvetli tedbirler alınmak zorunda)
contribution kantribyu ın 3 n
1.Katkı
2.gazete’de makale vs.
This programme could not have been successful without Ken’s valuable
contribution. (Bu program Ken’in kıymetli katkıları olmaksızın –
muhtemelen- ba arılı olmazdı.)
contributions kantribyu ın 3 n
Kesinti, sonraki bir yarar için
düzenli ödenen para
Pension contributions have risen steadily over the last few years.
(Emeklilik kesintileri son yıllarda düzenli olarak yükselmi tir)
scenery si:nıri 1 n
1.do al manzara
2.tiyatro dekor
1. Switzerland has some spectacular scenery. ( sviçre bazı harikulade
manzaralara sahiptir)
threat thret 3 n
1.tehdit (warning, menace)
2.tehlike (danger, hazard)
1. He had received death threats. (Ölüm tehditleri almı tı)
2.a threat to freedom/democracy (demokrasiye / özgürlü e bir
tehdit/tehlike) He saw the other man as a real threat to his marriage.
(Di er adamı evlili i için bir tehdit/tehlike olarak görüyordu)
construction kınstrak ın 3 n
1. yapı, in aat.
2. yorum, tefsir.
3. dilbilgisi yapı
4. geometri çizim.
1. He works in construction. ( n aat i inde çalı ıyor) The dam is still
under construction. (Baraj hala in a halinde/yapım a amasında) The
cathedral is a fantastic modern construction. Katedral harika bir
modern yapı)
2. We both heard what he said, but she put quite a different
construction on it. ( kimiz de ne dedi ini i ittik ama o (bayan) sözü
epey farklı bir yorumladı.)
3. difficult grammatical constructions (zor gramatik yapılar)
concrete kankri:t 2 adj
1. somut.
2. beton.
1. Do you have any concrete evidence to support these allegations?
(Bu varsayımları desteklemek için herhangi bir somut kanıtınız var
mı?)
2. ugly concrete tower blocks (çirkin beton kule eklinde bloklar)
willing willing 3 adj
1.gönüllü, hevesli (keen)
2.içten (ready)
1.Try not to seem too willing to help. (Yardım etmeye çok hevesli
de ilmi sin gibi gözükmeye çalı )
2. a willing helper/partner/volunteer (içten bir yardımcı/ortak/gönüllü)
overtake ovırteyk 1 v
1.geçmek, sollamak (pass)
2.geçmek
1.That’s a dangerous place to overtake. (Sollamak için tehlikeli bir yer)
2. The women students seem to be overtaking the men. (Bayan
ö renciler erkekleri geçmi gözüküyor)
Sales look like overtaking last year’s total. (Satı lar geçen yılın
toplamını sollamı gibi gözüküyor)
take over teyk ovır
1.kontrolünü almak
(conquest)
2.yerini almak, devralmak
1. Gibraltar was taken over by Spain in 1462. (Gibraltar’ın kontrolü
1462’de spanya’nın eline geçti)
2. Can you take over the cooking while I walk the dog? (Ben köpe i
gezdirirken sen pi irme i ini devralır mısın?)
undertake andırteyk 2 v
1.üzerine almak, üstlenmek
2.bir i e ba lamak
3.söz vermek
1. The court will undertake a serious examination of the case.
(Mahkeme davanın ciddi bir incelenmesini üstlenecek)
2. It is one of the largest dam projects ever undertaken. (Bu imdiye
kadar ba lanan en geni baraj/set projelerden biri)
3. To join the club, you have to undertake to buy a minimum of six
books a year. (Kulübe katılmak için, yılda en az 6 kitap almayı taahhüt
etmelisin)
evolution i:vulu: ın 2 n Evrim (development)
The new fossil finds may tell us more about human evolution. (Yeni
fosil bulguları bize insanlı ın evrimi hakkında daha fazla bir eyler
söyleyebilir)
outcome 3 n Sonuç (result, ending)
A second game will be played to determine the outcome. ( kinci bir
oyun sonucu saptamak için oynanacak)
on account of 3
-den dolayı, yüzünden
(owing to, because of, due
to, through)
She can’t work much on account of the children. (Çocuklar-ı yüzünden
çok çalı amıyor)
on no account 3
asla, katiyen (by no means,
under no circumstances, in
no way)
On no account should the soldiers be blamed for what happened.
(Hiçbir surette askerler olanlardan dolayı suçlanmamalı)
basin beysin 2 n
1. le en [BrE]
2. liman, havuz.
3. havza.
4. çukur, havza (sink)
2.a yacht basin (bir yat limanı)
3.the Amazon Basin (Amazon Havzası)
4.the Pacifik Basin (Pasifik Havzası / Çukuru)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 19
chamber çembır 2 n
1. oda (room)
2. kamara, yasama meclisi
(assembly room)
3. makine,insan, bitki vs.
yatak, bo luk, bölme (hollow)
4. kapalı bo luk (hollow)
5. yatak odası, özel oda [eski]
1.a burial chamber (bir defin odası) gas chamber (gaz odası)
2. The members left the council chamber. (Üyeler konsey kamarasını
terkettiler) The senate / House chamber (Senato /Meclis Kamarası)
3. the chambers of the heart (kalp bo lu u) the chamber of a gun (bir
silahın mermi yata ı) the rocket’s combustion chamber (roketin yanma
bo lu u/odası)
4.They found themselves in a vast underground chamber. (Kendilerini
geni bir yer altı bo lu unda buldular)
chiefly çi:fli 1 adv
ba lıca, ço unlukla, daha çok
(primarily, mainly)
We are chiefly concerned with improving educational standards. (Biz
ço unlukla e itim standartlarını geli tirmeyle ilgileniyoruz)
adjust ıcast 2 v
ayar etmek, ayarlamak
(regulate)
Watch out for sharp bends and adjust your speed accordingly. (Keskin
virajlara dikkat et ve hızını duruma göre ayarla)
adjust to ST / doing ST 2 v
[bir eye, bir ey yapmaya]
alı mak (get used to, become
accustomed to)
It took her a while to adjust to living alone after the divoce.
(Bo anmadan sonra yalnız ya amaya alı ması biraz zaman aldı)
alter oltır 2 v
1. de i tirmek (change,
modify)
2. de i mek.
1. Nothing can alter the fact that we are to blame. (Hiçbir ey bizim
suçlanmamız gerekti i gerçe ini de i tiremez)
2. Property price did not significantly alter during 1999. (Emlak
fiyatları 1999 yılı müddetince önemli bir miktar de i medi.)
degrade digreyd . v
1. a a ılamak (disgrace)
2. bozmak (decay)
3.bile enlerine ayırmak
[kimya]
1.This poster is offensive and degrades women. (Bu poster saldırgan
ve kadınları a a ılıyor.)
2. Under no circumstances can the quality of nursing be allowed to be
degraded. (Hiçbir ko ulda hem ireli in kalitesinin bozulmasına izin
verilemez)
competence
[+in]
kampitıns 2 n
1. yeterlik, kifayet
2. yetenek.
3. ehliyet, yetki.
1.to gain a high level of competence in English ( ngilizce’de yüksek
bir seviyede yeterlik kazanmak)
2.The syllabus lists the knowledge and competences required at this
level. (Özet, bu seviyede gerekli olan bilgi ve yetene i listelemektedir.)
3.the competence of the court (mahkemenin yetkisi / ehliyeti)
consistent kınsistınt 2 adj tutarlı.
She is not very consistent in the way she treats her children.
(Çocuklarına davranı biçiminde tutarlı de il)
catastrophe kıte:strıfi . n afet, felaket (disaster)
Early warnings of rising water levels prevented another major
catastrophe. (Su seviyesi yükselmesi hususndaki erken uyarı di er bir
büyük felaketi engelledi)
exceed iksi:d 2 v geçmek, a mak. The price will not exceed $100. (Fiyat 100$ a mamalı)
exceedingly iksi:dingli . adv
fazlasıyla, çok, son derece
(extremely)
You are extremely old. (Sen son derece ya lısın)
entirely intayırli: 3 adv
büsbütün, tamamıyla,
tamamen. (completely)
That’s an entirely different matter. (Bu tamamiyle ba ka bir mesele)
divide divayd 3 v
1. bölmek, ayırmak (split,
separate)
2. bölünmek, ayrılmak
1.The issue has divided the country. (Mesele ülkeyi böldü)
2.The cells began to divide rapidly. (Hücreler hızla bölünmeye
ba ladı)
divide ST up/out 3 v
[+between/among SB]
payla tırmak, üle tirmek,
taksim etmek (share)
Jack divided up the rest of the cash. (Jack paranın geri kalanını
payla tırdı / da ıttı)
We divided the work between us. ( i aramızda payla tık)
persuade pırsweyd 3 v kna etmek Please try to persuade him. (Lütfen çabala ve onu ikna et)
struggle stragıl 2 v
1.çabalamak [+for]
2.güçlükle ilerlemek
3.ile/kar ı mücadele etmek
(with/against)
1. A country struggling for independence (ba ımsızlık için çabalayan
bir ülke)
2. Paul struggled out of his wheelchair. (Paul çabalayarak tekerlekli
sandalyesinden çıktı)
3. He struggled against cancer for two years. ( ki yıl boyunca kanserle
mücadele etti / kansere kar ı sava tı)
struggle stragıl 2 n
1.çaba, mücadele [+for]
2.güçlük, zorluk
1.a struggle for freedom (bir özgürlük mücadelesi)
2.It was a real struggle to be ready on time. (Zamanında hazır olmak
gerçek bir zorluktu)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 20
appropriate ıproupriıt 2 adj
Uygun (suitable) [+for]
(OPP inappropriate)
Jeans are not appropriate for a formal party. (Kot resmi bir parti için
uygun de ildir)
appropriate ıproupriyeyt . v
1.Kendi çıkarına kullanmak
2.ayırmak, tahsis etmek
1.He was accused of appropriating club funds. (Klüp parasını kendi
çıkarına kullanmakla suçlanıyor.)
2.Five million dollars has been appropriated for research into the
disease. (Be milyon dolar hastalık hakkındaki ara tırmaya tahsis
edilmi tir.)
intuition intyu ın . n
1.Sezgi, iç güdü (instinct)
2.his
1.Intuition told her that he had spoken the truth. (Sezgileri adamın
do ruyu söyledi ini söylüyordu)
2.I had an intuition that something awful was about to happen. ( çimde
kötü bir eyler olmak üzere oldu una dair bir his vardı)
reluctant rilaktınt 2 adj gönülsüz, isteksiz.
She was reluctant to discuss the case in any detail. (Meseleyi herhangi
bir ekilde teferruatıyla tartı mak hususunda isteksizdi)
implement implımınt 2 vt
yerine getirmek, uygulamak,
yapmak (carry out, do)
(yasa, karar v.b.'ni)
yürürlü e koymak (put into
practise)
Attempts to implement change have met with strong opposition.
(De i iklik yapma te ebbüsleri sert muhalefetle kar ıla tı)
The agreement was signed but its recommendations were never
implemented. (Anla ma imzalandı ama tavsiyeleri asla yerine
getirilmedi)
burn börn 3 v
yanmak; yakmak (be on fire)
; (destroy by fire)
Demonstrators burned flags outside the embassy. (Göstericiler elçilik
önünde bayrak yaktı)
delighted with dilaytid 3 adj
-e çok sevinmi , ile mutlu (+
with) (+ to do)
We’re delighted with our new grandson. (Yeni torunumuza çok
sevindik)
I was delighted to see my old friends again. (Eski arkada larımı
yeniden görmekten dolayı mutluydum.)
assess ıses 2 vt
1. de er biçmek, kıymet
takdir etmek (measure)
2. (para miktarını) tayin
etmek, hesaplamak
3. de erlendirmek, bir eyin
niteli ini tayin etmek
(evaluate, judge)
1.He assessed their house at ten thousand dollars. (Evlerine on bin
dolar de er biçti.)
2.Have you assessed the amount of the damage? (Zararın miktarını
hesapladınız mı?)
3. We tried to assess his suitability for the job. ( e uygunlu unu
de erlendirmeye çalı tık)
integrate intigreyt 2 v
1. bütünlemek/bütünle mek
2. [+with] ile birle tirmek.
3. [+into] -e katmak
1.They have not made any effort to integrate the local community.
(Yerel topluluk ile bütünle mek için hiç bir çaba göstermediler)
2.These programs can be integrated with your software. (Bu
programlar senin yazılımın ile birle tirilebilir.)
3.He integrated the letters into his book. (Mektupları kitabına kattı.)
considerate kınsidırıt . adj Dü ünceli, nazik (thoughtful)
It was very considerate of you to include me. (Beni dahil etmen çok
dü üncelice bir davranı tı.)
existence igzistıns 3 n
1. varlık, varolu .
2. hayat, ya am.
1.The tests confirm the existence of a brain tumour. (Testler bir beyin
tümörünün varlı ını do ruluyor.)
2. We led a poor but happy enough existence as children. (Biz
çocukken fakir fakat yeterince mutlu bir ya am sürdük)
absence e:bsıns 3 n yokluk; bulunmama
We felt her absence. (Yoklu unu hissettik.)
He returned after an absence of five months. (Be aylık bir aradan
sonra döndü.)
confront kınfrant 2 vt
1. [with] belgeleri gösterip
yanıt istemek
2. kar ısına çıkmak; önünü
kesmek.
3. yüzle mek (deal with)
1. When confronted with the documents, Hunter admitted the charges
against him.(Belgeler kendisine sunulunca, Hunter aleyhine yapılan
suçlamaları kabul etti)
2. The guard on duty was confronted by an armed man.(Görevli
korumanın silahlı bir adam tarafından önü kesildi)
3. Can you confront such dangers? (Böyle tehlikelerle yüzle ebilir
misin?) The problems confronting the church (Kiliseyi bekleyen
problemler-kilisenin yüzyüze oldu u sorunlar)
anxious engk ıs 2 adj
1.endi eli, gergin, tasalı.
2.sabırsız, çok istiyor (eager)
3.tedirgin (nervous)
1. We had an anxious few moments while the results were coming
through. (Sonuçlar gelmeye ba ladı ında endi eli bir kaç dakika
ya adık)
2. We’re anxious to hear from anyone who can help. (Sabırsızlıkla
yardım edebilecek birinden haber bekliyoruz)
3. His silence made me anxious. (Sessizli i beni tedirgin etti)
heaven hevın 2 n
1.Cennet (Tanrı ve
meleklerin ya adı ı yer)
2. literary Tanrı
3.plural gökler
1. Christians believe that Jesus ascended into Heaven. (Hristiyanlar
Hz. sa’nın cennete/gö e yükseldi ine inanırlar.)
2. I pray to Heaven. (Allah’a ibadet/dua ederim)
3. The heavens shook with thunder. (Gökler gökgürlemesiyle sarsıldı)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 21
rebel rebıl r n Asi (mutineer)
Fighting between the rebels and government troops continues in the
north. (Hükümet birlikleri ile asiler rasındaki çatı ma kuzeyde devam
ediyor)
rebel rebıl adj Asi, isyan etmi , isyankar
a rebel leader/general (isyan etmi bir lider / general)
rebel forces/troops (isyan kuvvetleri / birlikleri)
The town fell into rebel hands. (Kasaba asilerin eline geçti)
rebel ribel . v
[against] syan etmek (rise
up)
When senior army officers rebelled, the President was forced to flee
the country. (Kıdemli ordu subayları isyan edince, ba kan ülkeden
kaçmaya mecbur oldu)
mine mayn 1 n
1. maden, maden oca ı.
2. hazine, kaynak.
3. askeri mayın.
2. The Internet is a mine of information on gardening. ( nternet
bahçıvanlık bilgisi hakkında (adeta) bir madendir)
mine [mining] 1 v
1. madencilik kazıp
çıkarmak.
2. askeri mayın dö emek,
mayınlamak.
1.People still mine for coal in this area. ( nsanlar bu alanda hala
kömür madencili i yapıyorlar/kömür madeni için kazı yapıyorlar.)
2.The road was heavily mined. (Yol yo un biçimde mayınlanmı .)
influence influıns 3 n etki, tesir, nüfuz (effect)
Without his famous father’s influence, he would never have got the
job. (Me hur babasının nüfuzu olmasaydı, bu i i asla alamazdı)
influence 3 v
etkilemek, tesir etmek
(affect)
Research has shown that the weather can influence people’s behaviour
(Ara tırmalar havanın insan davranı larını etkileyebildi ini
göstermi tir)
recognize rekıgnayz 3 v
1. tanımak
2. kabul etmek, haklı
bulmak. (önemini,
gerçekli ini, de erini)
anlamak. (accept)
3. onaylamak, tanımak.
4. takdir etmek
1. I hardly recognized you with a beard! (Seni sakallı tanıyamadım)
2. The importance of Michael’s contribution is generally recognized.
(Michael’ın katkılarının önemi genellikle kabul edilir)
3. Many countries refused to recognize Macedonia. (Pek çok ülke
Makedonya’yı tanımayı reddetti)
4. Today, her achievement was recognized with a civic reception.
(Bugün, onun ba arısı bir halk töreni ile takdir edildi)
aircraft eırkra:ft 2 n uçak; uçaklar. (plane) military/commercial aircraft (askeri / ticari uçak)
germinate cörmıneyt . v
(tohum) çimlenmek; (bitki)
tohum verme
It’s been too cold for seeds to germinate properly. (Hava tohumların
çimlenmesi için çok so uk)
-LITERARY- A sense of unease began to germinate in the group.
(Grupta bir huzursuzluk hissi ye ermeye ba ladı)
literal lit(ı)rıl 1 adj
kelimesi kelimesine, harfi
harfine, lafzî
1. He is clearly not using the word ‘dead’ in its literal sense. (Açık ki
“ölü” sözcü ünü kelime anlamıyla kullanmıyor)
a literal translation (bir kelimesi kelimesine çeviri)
literature litrıçır 3 n yazın, edebiyat.
She is studying German language and literature. (Alman dili ve
edebiyatında okuyor)
literary litrıri 2 adj
yazınsal, edebi. / edebiyata
ait
a respected literary critic (saygın bir edebiyat ele tirmeni)
She is not a literary writer. (O bir edebiyat yazarı de il)
literate litırıt . adj okuryazar. (OPP illiterate)
Only 20 per cent of women in the country are literate. (Ülkedeki
kadınların sadece %20’si okur yazar)
appraisal ıpreyzıl 1 n
de erlendirme, kıymet takdir
etme. (assessment,
evaluation)
a critical appraisal of the government’s economic strategy (hükümetin
ekonomik stratejisinin önemli bir de erlendirmesi)
crucial kru: ıl 3 adj çok önemli, can alıcı, kritik.
Experience is, of course, a crucial factor in deciding who would be the
best person for the job. (Tecrübe, tabii ki, kimin i e en uygun ki i
oldu una karar vermede çok önemli bir etken)
estimate estimıt 3 n
1. tahmin, kestirme (guess)
2. tahmini hesap (costing)
The figure mentioned is a very rough estimate. (Zikredilen rakam hayli
kabaca bir tahmin)
2. The committee are currently getting estimates for repairs to the
stonework. (Komite u anda ta i çili inin tamirinin tahmini hesabını
yapıyor)
estimate estimeyt 3 v
tahmin etmek, kestirmek.
(guess, assess)
It’s difficult to estimate the cost of making your house safe. (Evini
güvenli yapmanın maliyetini tahmin etmek güç.)
common kamın 3 adj
1. mü terek, ortak; beraber
yapılan (shared)
2. yaygın, sıkça rastlanan
(widespread, usual)
3.adi, baya ı, basit
4.sıradan, normal
(ordinary)
1.common defense (ortak savunma) common enemy
(ortak dü man) common grave (ortak mezar)
common prayer (cemaat namazı / ibadeti, toplu dua)
2.a common sentiment (yaygın bir his)
3.There was something common about her. (Onda baya ı/basit bir
eyler vardı.)
4. This is true both for the philosopher and the common man. (Bu hem
filozof hem de sıradan insan için do rudur/geçerlidir)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 22
in common 3
Ortak, mü terek, benzer,
gibi
Britain, in common with other European countries, has abolished the
death penalty. (Britanya, di er Avrupa ülkeleri gibi, idam cezasını
kaldırmı tır) I have nothing in common with him. (Onunla ortak
hiçbir eyim yok.)
abrupt ıbrapt Adj
1. ani; beklenmedik.
(sudden)
2. ani ve nezaketsiz. (rude)
3. dik, sarp. (sharp)
1.Our friendship came to an abrupt end. (Arkada lı ımız ani bir sona
geldi)
2.The sales clerks were abrupt and impatient with the customers.
(Satıcı tezgahtarlar mü teriler kar ı nezaketsiz / dik ve sabırsızlar)
grasp gra:sp 2 v
1.sıkıca tutmak
2.anlamak, kavramak
1. He grasped her firmly by the shoulders. (Onu omuzlarından sıkıca
tuttu)
2. He was finding it difficult to grasp the rules of the game. (Oyunun
kurallarını kavramak ona zor geliyordu)
fortress fortrıs . n kale
The fortress commands the shortest Channel crossing. (Kale en kısa
kanal geçidine nazır durumda / bakıyor / hakim)
post poust 3 n
1.Posta, mektup (mail)
2.direk, kazık
(goalpost=kale dire i)
3.memuriyet-makam (job)
4.karakol, polis noktası,
ordugah vs.
5.biti (at yarı ı)
1.There was no post for you today. (Sana bugün posta yoktu)
The letter I was waiting for wasn’t in the first post. (Bekledi im
mektup ilk postada yoktu)
2. His first shot hit the post. ( lk atı ı direkte patladı / dire e çarptı)
3. The Prime Minister appointed her to the post of ambassador.
(Ba bakan onu büyükelçilik makamına atadı)
4. a police/customs/military post (bir polis/gümrük/ordu karakolu)
5. winning post (biti noktası/dire i)
post poust 2 v
1.mektup postalamak
2.afi asmak, ilan etmek
(post up)
3.konumlandırmak (station)
2. The menu and prices are posted outside the door. (Menü ve fiyatlar
kapının dı ında ilan ediliyor)
3. Extra guards were posted at the border crossing. (Fazladan
korumalar sınır geçidine yerle tirildiler)
discharge
from
disçarc 2 v
1.terhis, taburcu etmek
(release)
2.dı arı vermek / açı a
çıkmak (gaz, sıvı vs)
3.silah ate almak
4.elek. de arj olmak
5.görevini yapmak
1.The child was discharged from hospital. (Çocuk hastaneden taburcu
oldu)
2.The mercury discharged from a local chemical plant. (Civa yerel bir
kimyasal fabrikadan açı a çıktı)
ratify re:tifay . vt Onaylamak (approve)
The treaty still has to be ratified by EU heads of state. (Anla ma hala
AB ülke ba kanları tarafından onaylanmak zorunda)
ratification re.tifikey ın . n Onaylama / onaylanma Ratification of a law (bir yasanın onaylanması)
partial par ıl 2 adj
1.kısmen, kısmi
2.yanlı, taraflı
1.a partial withdrawal from enemy territory (dü man hattından kısmî
bir çekili )
2. The referee was clearly partial towards the other side. (Hakem
açıkça di er takım lehine taraflıydı)
impartial impar ıl . adj Yansız, tarafsız Judges need to be impartial. (Yargıçlar yansız olmalı)
wage / wages weyc 3 n Ücret (i çiye verilen para) daily/hourly/weekly wage (günlük/saatlik/haftalık ücret)
wage v Sava ba latmak / sürdürmek
The government has pledged to wage war on drugs. (Hükümet
uyu turucu konusunda bir sava ba lataca ına söz verdi)
settle setıl 3 v
1.çözüme kavu turmak
2.tüm borçlarını ödemek
3.kesin karar vermek
(decide)
4.yere dü mek-temas etmek
5.bir yere yerle mek (stay)
6.yava yava batmak (sink)
7. rahatlatmak/rahatlatmak
8.yatı tırmak, sakinle tirmek
(DOWN) (relax)
9.koymak, yerle tirmek
10.etkili olmak
(OVER,ON,IN)
11.konmak
12.bakı ları kilitlenmek
1. We are going to settle our differences. (Farklılıklarımızı çözüme
kavu turaca ız)
2. The notice says he has 30 days to settle his bill. ( hbarname,
faturasını ödemesi için 30 günü var diyor)
3. It was settled that they would leave before dark. (Karanlıktan önce
ayrılmalarına / gitmelerine karar verildi)
4. Flakes of snow settled on the windscreen ( nce kar tabakası ön
cama dü tü)
5. Her relatives had come to America and settled in Boston.
(Akrabaları Amerikaya gelmi ve Boston’a yerle mi ler.)
7. I settled back into a comfortable chair and waited. (Rahat bir
sandalyeye kurulup bekledim)
8. Let your stomach settle before having anything to eat. (Bırak da
miden bir ey yemeden önce yatı sın)
9. He settled her pack on her back (Paketini sırtına koydu)
10. Fear settled over her heart. (Korku kalbini etkiledi)
11. A large fly settled on the bread. (Büyük bir sinek ekme e kondu)
12. Her eyes settled on the man in the corner (Gözleri kö edeki
adamda kilitlendi)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 23
extent ikstent . n Derece, boyut, radde
We were shocked by the extent of the damage. (Zararın boyutuyla
oke olduk)
to some/a certain/a limited extent Kısmen, bir dereceye kadar To a certain extent, I was relieved. (Bir dereceye kadar, rahatladım)
to a large/great extent Ço unlukla, büyük oranda
The complaints were to a large extent valid. ( ikayetler büyük oranda
do ru/yerinde)
to a lesser/greater extent Daha az/çok oranda
A child’s values come from its parents and, to a lesser extent, from its
schooling. (Çocu un de erleri ebeveyninden, daha küçük bir oranda
da, okulundan kaynaklanır)
vapo(u)r veypır . n buhar (steam)
Tom rubbed the vapour from the window. (Tom pencereden buharı
sildi)
deputy depyuti 3 n
1. yardımcı, muavin
2. milletvekili (Fransa’da)
1. the deputy ambassador to Sweden ( sveç’e büyükelçi muavini)
as yet 3
henüz, imdilik, imdiye
kadar
A deal is still being worked out, but as yet nothing is finalized. (Bir
anla ma üzerinde hala çalı ılıyor, fakat imdilik hiçbir ey
sonuçlandırılmadı)
liaison lieyzın 1 n
1.ba lantı, irtibat
2.gizli cinsel ili ki
1.There needs to be closer liaison between the various departments.
(De i ik departmanlar arasında daha yakın bir irtibata ihtiyaç var)
destructive distraktiv adj
Yıkıcı, zararlı (zıttı
constructive)
the destructive effect of unemployment on individuals (i sizli in
bireyler üzerindeki yıkıcı etkisi)
appeal ıpi:l 3 n
1. cazibe (charm)
2. yalvarı , istek, talep
(plea) (make request)
3. hukuk temyiz
1. How do you explain the appeal of horror films? (Korku filmlerinin
cazibesini nasıl açıklıyorsun?)
2.The police have renewed their appeal for help from the public. (Polis
te kilatı halktan yardım talebini yineledi)
3. Jones has been released on bail until there is an appeal. (Jones bir
temyiz oluncaya kadar kefaletle serbest bırakıldı)
appeal ıpi:l 3 vt
1.yardım istemek, ça rıda
bulunmak
2.çekici gelmek (appeal to)
3.temyize gitmek
1.Police have appealed for witnesses to the accident. (Polis kaza
tanıkları/dan yardım talep etti/ için ça rıda bulundu)
As the crisis grew worse, local community leaders appealed for unity.
(Kriz kötüle ince, yerel toplum liderleri birlik ça rısında bulundu)
She appealed to her former husband to return their baby son. (Önceki
kocasına, bebelerini iade etmesi için ça rıda bulundu)
2. The show’s direct approach will appeal to children. (Gösterinin
do rudan yakla ımı çocuklara çekici gelecek)
3.Green’s family say they will appeal against the verdict. (Green ailesi
mahkeme kararının aleyhine temyize gidecek.)
for all ST -e ra men (despite ST)
For all his complaining, I think he actually liked the party. (Tüm
sızlanmalarına ra men, sanırım partiden gerçekten ho landı)
essence esıns 2 n Öz, esas
The essence of their argument is that life cannot be explained by
science. (Tartı malarının özü u; ya am bilimle açıklanamaz)
in essence 2 n Özünde, esas itibariyle
What she is saying, in essence, is that the law does not protect against
this type of abuse. (Esas itibariyle dedi i ey u ki, kanun bu çe it kötü
muameleye kar ı -bireyi- korumaz.)
generous cenırıs 2 adj cömert a generous gift (cömert bir hediye)
tie tay 3 v
1.ba lamak
2.berabere kalmak
1.teaching how to tie a tie. (bir kravatı nasıl ba layaca ını ö retmek)
This series ties together events from the past and present. (Bu dizi
olayları geçmi ten günümüze ba lıyor) to be tied to the home and
children. (ev ve çocuklara ba lanmı olmak)
2.The game was tied 1–1 after extra time. (Ek süreden sonra maç 1-1
berabere bitti)
lead li:d 3 v
1.önü çekmek, önde gitmek
2.önde olmak (oy, maç vs)
3.yönetmek
1.She led and the rest of us followed. (O önü çekti ve biz kalanlar –
onu- takip ettik)
2.The polls show Labour leading with only 10 days left until the
election. (Anketler seçime sadece 10 gün kala çi Partisinin önde
oldu unu gösteriyor)
3. She led the software development team during the project. (Proje
boyunca yazılım geli tirme takımını yönetti)
lead SO to do ST
kna etmek, neden olmak, -e
sürüklemek / götürmek
The undersecretary said differences over foreign policy had led him to
resign. ( kinci sekreter dı politikadaki de i ikliklerin onu istifaya
götürdü ünü söyledi)
I am easily led. (Kolay ikna edilirim)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 24
lead a … life
... bir ya am sürmek
lead a happy life: mutlu bir
ya am sürmek
He had always led a quiet life until he met Emma. (Emma’yla
tanı ıncaya dek hep sakin bir ya am sürmü tü)
customs kastımz 1 n 1.gümrük 2.gümrük vergisi A customs officer (bir gümrük memuru)
civilization sivılızey ın 1 n Uygarlık, medeniyet the benefits of civilization (uygarlı ın faydaları)
contemporary kıntemprıri 3 adj Ça da , modern, ça cıl contemporary urban society (ça da kent toplumu)
diagnose dayıgnouz 1 vt Te his etmek, tanılamak
These questions help doctors diagnose personality disorders. (Bu
sorular doktorlara ki ilik bozukluklarını te histe yardımcı oluyor)
Scanning software can diagnose general disk faults. (Yazılımı taramak
genel disk hatalarını bulabilir / te his edebilir)
to be in touch taç
Temasta olmak, görü meye
devam etmek vs.
Are you still in touch with any friends from university? (Hala
üniversiteden arkada larınla temas halinde misin?)
get in touch Ba lantıya geçmek
I must get in touch with the bank and arrange an overdraft. (Bankayla
temasa geçmeli ve bir açık hesap düzenlemeliyim)
keep / stay in touch Görü meye devam etmek
They moved away five years ago, but we still keep in touch. (Onlar
be yıl önce uza a gittiler ama biz hala temastayız/görü üyoruz)
lose touch Artık görü memek
She moved to France and we lost touch with each other. (Fransa’ya
ta ındı ve biz birbirimizle ba lantımızı yitirdik)
invade inveyd 1 v
1.a. i gal etmek
b. -e girmek, i gal etmek
2.rahatsız etmek, saldırmak
1.a. When did the Romans invade Britain? (Romalılar Britanya’yı ne
zaman i gal ettiler?)
1.b. Demonstrators invaded the government buildings.
(Göstericiler/Protestocular hükümet binalarını i gal ettiler)
2. Do the press have the right to invade her privacy in this way?
(Basının onun mahremiyetine bu ekilde saldırmaya hakkı var mı?
evacuate ive:kyueyt 1 v
1. (bir yeri insanlardan vs)
bo altmak, tahliye etmek
2. (ba ırsakları) bo altmak
1. If the alarm sounds, all students should evacuate immediately.
(Alarm çaldı ında tüm ö renciler derhal binayı bo altmalı)
We were all evacuated because of a bomb scare. (Bomba korkusuyla
hepimiz binadan çıkartıldık)
Police evacuated nearby buildings. (Polis civar binaları bo alttı.)
dwell dwell v
Bir yerde ya amak/ikamet
etmek (reside)
For ten years she dwelled among the nomads of North America. (On
yıl Kuzey Amerika göçebeleri arasında ya adı.)
dwell on/upon ST PhV
Bir konu üzerinde
durmak/konu mak/dü ünmek
So you made a mistake, but there’s no need to dwell on it. (Öyleyse bir
hata yaptın, ama üzerinde durmaya gerek yok)
dweller dwelır n Sakin, bir yerde ikamet eden apartment dweller (apartman sakinleri)
significant signifikınt
3
adj
1.Önemli, kayda de er, hatırı
sayılır (important)
2.manidar, anlamlı
(meaningful)
1.a highly significant discovery. (epey önemli bir ke if)
Isn’t it significant that he changed his will only two days before his
death. (Vasiyetnamesini ölümünden iki gün önce de i tirmi olması
kayda de er de il mi?)
2. a significant smile/look (manidar bir gülümseyi /bakı )
will will 3 n
1.irade
2.vasiyetname
1.to have a strong will (kuvvetli bir iradeye sahip olmak)
2. My father left me the house in his will. (Babam vasiyetnamesinde
evi bana bıraktı)
-willed ... iradeli
A strong-willed young woman (iradesi güçlü genç bir kadın)
A week-willed greedy people (zayıf iradeli açgözlü insanlar)
poverty Pa:vırti 2 n
1.yoksulluk, fakirlik
2.yoksunluk, noksanlık (lack)
1.Many elderly people live in poverty. (Birçok yeti kin insan fakirlik
içinde ya amaktadır)
2.There is a poverty of colour in her work. (Çalı malarında bir renk
fakirli i var)
dilemma Di/day lemı 2 n kilem, çeli ki
to be in dilemma (bir ikilemde olmak) to face a dilemma (bir ikilemle
yüz yüze kalmak)
voyage voyıc 1 n Uzun yolculuk (deniz, uzay) An around-the-world voyage (Bir dünya turu yolculu u)
racism reysizım 1 n ırkçılık a victim of racism (bir ırkçılık kurbanı)
religion rilicın 3 n din
the Christian/Hindu/Muslim religion (Hıristiyan / Hindu / Müslüman
dini)
concerning kınsörning 2 pre
Hakkında (about, regarding,
related to)
a newspaper article concerning the problems of overcrowded cities
(a ırı kalabalık ehirlerin problemleriyle alakalı bir gazete makalesi)
by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com
www.seyfihoca.com 25
odd ad 2 adj
1.acayip, tuhaf (strange)
2.seyrek (occasional)
3.çe itli
4.tek sayılar (OPP even)
5.bir çiftin teki
6.yakla ık (rough)
1.Harry’s behaviour did seem a little odd. (Harry’nin davranı ları
biraz tuhaftı)
2. The weather will remain cloudy with odd showers here and there.
(Hava sa da solda seyrek sa anak ya ı larla birlikte bulutlu olacak)
3. The file was stuffed with notes and odd bits of paper. (Dosya notlar
ve çe itli ka ıt parçacıklarıyla tıka basa doluydu)
4. 1,3,5,7 are odd numbers. (1,3,5,7 tek sayılardır.)
5.odd socks/shoes/gloves (tekeç çoraplar/ayakkabılar/eldivenler)
6. He must be sixty odd. (Yakla ık altmı olmalı)
applaud ıplo:d . v alkı lamak (clap)
They have been applauded for their humanitarian work in Ethiopia.
(Etiyopya’daki insancıl çalı malarından dolayı alkı landılar)
applause ıplo:z . n alkı
Her speech drew enthusiastic applause. (Konu ması çılgın bir alkı
aldı)
onward/s anwırdz 2 adv
-den buyana, -den sonra
[time/event+onward(s)]
From then onwards, everything between them changed. (O zamandan
bu yana, aralarındaki her ey de i ti)
Most nights are busy from about 7 pm onwards (Ço u geceler yakla ık
19:00 ‘dan sonra yer yok / yo un)
diversity dayvörsıti 2 n çe itlilik, farklılık.
A great/wide/rich diversity of opinion (Geni / zengin bir fikir
çe itlili i)
client klayınt 3 n mü teri.
She advises clients on their investments. (Mü terilere yatırımları
hususunda tavsiyelerde bulunur)
intelligence intelicıns 2 n
1. akıl, zekâ, anlayı .
2. haber, bilgi.
3. istihbarat.
1. a person of average intelligence (ortalama zekada bir insan)
2. The satellite could also be used to gather intelligence. (Uydu aynı
zamanda bilgi toplamak içinde kullanılabilir)
3. the chief of military intelligence (askeri istihbaratın efi)
fasten fa:sın 1 v
ba lamak; tutturmak;
ba lanmak; tutturulmak.
Please keep your seatbelts fastened while the seatbelt light is on.
(Lütfen emniyet kemeri lambası açık oldu u müddetçe emniyet
kemerlerinizi ba lı tutunuz)
loosen lu:sın . v gev etmek
The country will loosen currency controls to encourage spending
abroad. (Ülke yurdı ı harcamalarını artırmak için para kontrolünü
gev etecek)
I’d eaten so much I had to loosen my belt. (O kadar yemi tim ki
kemerimi gev etmek zorunda kaldım)
mandatory mendıtıri 1 adj
zorunlu, gerekli.(imperative)
(opp voluntary)
It’s mandatory to wear a seat belt in the UK ( ngiltere’de emniyet
kemeri takmak mecburidir)
uneasy an i zi 1 adj gergin, endi e verici
There has always been an uneasy relationship between workers and
management. ( çiler ve idareciler arasında her zaman gergin bir ili ki
vardır)
ridiculous ridikyulıs 2 adj
1. gülünç.
2. tuhaf, saçma
1.She looks absolutely ridiculous in that hat.(Bu apkayla kesinlikle
çok gülünç gözüküyor)
2. Don't be ridiculous!(Gülünç olma!=Saçmalama!)
fragile frecıl 1 adj
kolay kırılan, kırılgan.
(breakable)
2.hassas (delicate)
1. Most of the exhibits are too fragile to be sent abroad. (Sergilerin
ço u yurtdı ına gönderilemeyecek kadar kırılgan)
2.A fragile ceasefire is now in place. ( imdi hassas bir ate kes var)
recover rikavır 3 v
1. yeniden ele geçirmek,
geri almak, yeniden
bulmak.
2. telafi etmek.
3. iyile mek.
4. kendine gelmek,
toparlanmak
1. The thieves were caught, but many of the items were never
recovered. (Hırsızlar yakalandı ama bir çok mal asla geri alınamadı)
2.They need to sell a million copies to recover their costs.
(Harcamalarını telafi etmek için bir milyon kopya satmaları lazım)
3.I haven’t fully recovered from that flu I had. (Daha kaptı ım
nezleden tam iyile medim)
4. The housing market appears to be recovering from the recession.
(Emlak piyasası ekonomik durgunluktan kurtuluyor gözüküyor)
cure kyu r 2 n
1. tedavi, sa altım.
2. çare, derman, ilaç.
Doctors say there are several possible cures. (Doktorlar bir kaç
muhtemel tedavi var diyorlar)
cure kyu r 1 n
1. iyile tirmek, tedavi etmek
2. –e çare / derman olmak
3. tütsülemek; tuzlamak;
kurutmak. (balık, et vs)
(smoke, dry, salt, preserve)
1.Many formerly fatal diseases can now be cured. (Daha once ölümcül
olan pek çok hastalık imdi tedavi edilebiliyor)
2. Better quality control might cure our production problems. (Daha iyi
kalite kontrolü üretim problemlerimize çare/derman olabilir)
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds
96053100 kpds

Weitere ähnliche Inhalte

Andere mochten auch

Andere mochten auch (7)

Elt different methods & approaches
Elt different methods & approachesElt different methods & approaches
Elt different methods & approaches
 
A Brief Outline of english literature
A Brief Outline of english literatureA Brief Outline of english literature
A Brief Outline of english literature
 
English literature
English literatureEnglish literature
English literature
 
Language Teaching Approaches and Methods
Language Teaching Approaches and MethodsLanguage Teaching Approaches and Methods
Language Teaching Approaches and Methods
 
Ages of English Literature
Ages of English LiteratureAges of English Literature
Ages of English Literature
 
A short history of english literature
A short history of english literatureA short history of english literature
A short history of english literature
 
Methods, approaches and techniques of teaching english
Methods, approaches and techniques of teaching englishMethods, approaches and techniques of teaching english
Methods, approaches and techniques of teaching english
 

Mehr von gkmilao7

üDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvüDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvgkmilao7
 
üDs kelime
üDs kelimeüDs kelime
üDs kelimegkmilao7
 
üDs kelime
üDs kelimeüDs kelime
üDs kelimegkmilao7
 
üDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvüDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvgkmilao7
 
üDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvüDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvgkmilao7
 
üDs kelime
üDs kelimeüDs kelime
üDs kelimegkmilao7
 
üDs kelime
üDs kelimeüDs kelime
üDs kelimegkmilao7
 
üDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvüDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvgkmilao7
 
üDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvüDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvgkmilao7
 
üDs kelime
üDs kelimeüDs kelime
üDs kelimegkmilao7
 

Mehr von gkmilao7 (11)

üDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvüDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snv
 
üDs kelime
üDs kelimeüDs kelime
üDs kelime
 
üDs kelime
üDs kelimeüDs kelime
üDs kelime
 
üDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvüDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snv
 
üDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvüDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snv
 
üDs kelime
üDs kelimeüDs kelime
üDs kelime
 
Adsız
AdsızAdsız
Adsız
 
üDs kelime
üDs kelimeüDs kelime
üDs kelime
 
üDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvüDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snv
 
üDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snvüDs sg16 dnm snv
üDs sg16 dnm snv
 
üDs kelime
üDs kelimeüDs kelime
üDs kelime
 

96053100 kpds

  • 1.
  • 2. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 2 KPDS’DE KULLANILAN ÖNEML KEL MELER majority mıcarıti 3 n Ço unluk (greater part) The majority of our employees are women. ( çilerimizin ço unlu u kadındır.) blame bleym 3 v Suçlamak (accuse) Crime is a complex issue – we can’t simply blame poverty and unemployment. (Suç karma ık bir meseledir; basitçe fakirlik ve i sizli i suçlayamayız) compromise kamprımayz 2 n Uzla ma (agreement) This deal is the ideal compromise between your needs and their demands. (Bu anla ma sizin ihtiyaçlarınız ve onların talepleri arasında ideal bir uzla madır) confirm kınförm 3 v Te’yit etmek, onaylamak, do rulamak (verify, approve, ratify) The doctor may do a test to confirm that you are pregnant. (Doktor hamileli inizi teyit etmek için bir test yapabilir.) The organization has confirmed the appointment of Mr Collins as managing director. (Organizasyon Mr Collins’in idari yönetici olarak atandı ını do ruladı) convinced kınvinst 1 adj kna olmu , emin (persuaded, certain) Millions of Filipinos remain convinced of her innocence. (Milyonlarca Filipinli onun masumiyetinden emin olmaya devam ediyor.) corrupt kırapt . v Bozmak, yozla tırmak (distort) In his view, the people have been corrupted by their desire for wealth. (Ona göre, insanlar servet arzularından dolayı yozla mı durumdalar) deal with ST diıl… 3 v 1.halletmek, icabına bakmak (cope with) 2.ele almak (take care of) 3.üstesinden gelmek (manage) 4.ile ticaret yapmak 1.The government must now deal with the problem of high unemployment. ( imdi hükümet yüksek i sizlik sorununu halletmeli) 2. We’ll deal with the question of poverty in a moment. (Bir dakika sonra fakirlik sorununu ele alaca ız) 3. She’s dealing with her father’s death very well. (Babasının öümünün üstesinden iyi geliyor) 4. We have dealt with the company for years. (Yıllardır bu irketle ticaret yapmaktayız) decade dekeyd 3 n 10 yıllık zaman Prices have risen sharply in the last decade. (Son on yılda fiyatlar keskin bir ekilde artmı tır.) distinguished distingui t 1 adj Seçkin, mütemayiz (notable)(OPP undistinguished) a distinguished career in the diplomatic service (diplomatic hizmetlerde seçkin bir kariyer) experience ikspiyıriyıns 3 n tecrübe You don’t need any experience to work here. (Burada çalı mak için hiçbir tecrübeye ihtiyacın yok) experiment iksperimınt 3 n deney (trial, test) Researchers now need to conduct further experiments. (Ara tırmacılar imdi daha fazla deney yapmaya ihtiyaç duyuyorlar) hand over (to) 3 v Devretmek, teslim etmek (ki i, ey veya yetki) (surrender) The suspects have now been handed over to the French authorities. ( u anda üpheliler Fransa otoritelerine teslim edilmi durumdalar) innovation inovey in 2 n Yenilik (novelty) the latest technological innovations (son teknolojik yenilikler) rapid répid 3 adj Hızlı, seri (fast, swift) We are seeing a rapid growth in the use of the Internet. ( nternet kullanımında hızlı bir büyüme mü ahede etmekteyiz) supply SB with ST sıplay 3 vt Birisine bir ey temin etmek (provide) They revealed that he had supplied terrorist organizations with weapons. (Onun terörist örgütlere silah temin etti ini açıkladılar) supply ST to SB sıplay 3 vt Birisine bir ey temin etmek (provide) Two huge generators supply power to farms in the area. ( ki devasa jeneratör bölgedeki çiftliklere elektrik temin ediyor)
  • 3. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 3 so far 3 imdiye kadar (up to now) So far we have restricted our attention to the local area. ( imdiye kadar dikkatimizi bölgesel alana kısıtladık) apparently ıpérıntli 3 ad v görünü e göre (It seems that) Apparently, she resigned because she had an argument with her boss. (Görünü e gore, patronuyla bir tartı ma yaptı ı için istifa etmi ) approval ıpruvıl 3 n onaylama We sent the design to the planning department for approval. (Çizimi, onaylanması için planlama dairesine gönderdik) attempt ıtempt 3 n giri im, te ebbüs (effort) The government has made no attempt to avert the crisis. (Hükümet krizi önlemek için hiç bir giri im yapmadı) by far [+superlative] büyük farkla (by a large amount) My time in the navy was by far the most exciting period of my life. (Donanmadaki yıllarım tüm hayatımın büyük farkla en heyecanlı dönemiydi.) commercial kimörjil 3 adj Ticari (marketable) This property is suitable for domestic or commercial use. (Bu mal gerek ev içi gerekse ticari kullanım için uygundur) commercial kimörjil 1 n radyo-tv-sinemada yayınlanan reklam (advertisement on TV) a shampoo/dog food commercial (bir ampuan / köpek maması reklamı) consequence kansikwins 3 n Sonuç (result, outcome) She said exactly what she felt, without fear of the consequences. (Sonuçlarından korkmaksızın, ne hissediyorsa aynen söyledi) constructive kinstraktiv 1 adj Yapıcı (OPP destructive) constructive criticism/advice (yapıcı ele tiri / ö üt) depth dept 3 n Derinlik (deepness) What’s the depth of the water here? (Burada suyun derinli i ne kadar?) expert ekspört 3 n Uzman (specialist) a safety/health/computer expert (bir güvenlik / sa lık / bilgisayar uzmanı) mutual myuçi ul 2 adj kar ılıklı, mü terek mutual love, a mutual friend (kar ılıklı a k, mü terek bir dost) precisely prisaysli 3 ad v tam olarak kesinlikle (exactly, accurately) At the end of the war we were in precisely the same financial position as before. (Sava ın sonunda tam olarak daha önce oldu umuz iktisadi konumdaydık) shortage ortic 2 n Eksiklik (lack) a shortage of clean water (bir temiz su noksanlı ı) tackle tekıl 2 v 1. çözmeye çalı mak (undertake, deal with) 2. [SB about ST] yüzle mek (confront) 3. topu kapıp durdurmak 4. devirmek [AmE] 5. sıkıca ba lamak, tutturmak 1. a new initiative to tackle the shortage of teachers (ö retmen eksikli ini çözmek için yeni bir giri im) 2. I tackled him about the money he owed me. (Bana borcu olan para için onunla yüzle tim.) 3. He was tackled just outside the penalty area. (Penaltı çizgisinin hemen dı ında onu durdurdular) 4. to tackle a thief (bir hırsızı tutup devirmek) 5. The crane operator tackled the heavy blocks of stone. (Vinççi a ır ta blokları sıkıca ba ladı.) to be regarded as 3 olarak kabul edilmek He is generally regarded as the world’s greatest expert in the field. (Genellikle bu alanda dünyanın en büyük uzmanı olarak kabul edilir)
  • 4. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 4 recent ri’sınt 3 adj Son, yeni (zaman) (new, fresh, current) There have been many changes in recent years. (Son yıllarda pekçok de i iklik oldu) recently ri’sıntli 3 adv son zamanlarda (lately) I haven't seen them recently. (Onu son zamanlarda görmedim) put forward phr leri sürmek, önermek (suggest, propose) He rejected all the proposals put forward by the committee. (Komite tarafından ileri sürülen/önerilen tüm teklifleri reddetti) devise di vayz’ 2 vt (özellikle yöntem vs) ke fetmek (think up, invent) They’ve devised a scheme to allow students to study part-time. (Ö rencilerin part-taym çalı malarına olanak sa layacak bir metot ke fettiler) establish is teb’li 3 vt 1. kurmak, tesis etmek, olu turmak (set up, found) 2. konumunu sa lamla tırmak 3. yerle tirmek (settle) 4.saptamak (determine, ascertain) 5. kanıtlamak (prove) 1.Mandela was eager to establish good relations with the business community. (Mandela i çevreleriyle iyi ili kiler geli tirmeye çok istekliydi) 2.By then she was established as a star. (O zaman bir yıldız olarak konumunu sa lamla tırmı tı) 3. Traditions get established over time. (gelenekler zamanla yerle ir) 4. I was never able to establish whether she was telling the truth. (Onun do ruyu söyleyip söylemedi ini asla saptayamadım) 5. They have established that his injuries were caused by a fall. (Yaralarının bir dü meden kaynaklandı ını kanıtladılar) wise wayz 2 adj 1.bilge, akıllı 2.akıllıca (sıfat) (clever) 1.Sally is a wise and cautious woman. (Sally akıllı ve ihtiyatlı bir kadındır) 1.Buying those shares was a wise move. (Bu hisseleri almak akıllıca bir hareketti) controversial kan’trivör’jıl 2 adj Tartı malı, çeki meli (divisive) A controversial plan to build a new road. (Yeni bir yol yapmak için tartı malı bir plan) avoid ı voyd’ 3 vt 1.önlemek (prevent, avert) 2. –den kurtulmak, (evade, elude) 3.kaçınmak, sakınmak, çekinmek (keep away from) 1. The accident could have been avoided. (Kaza önlenebilirdi) 2. They narrowly avoided defeat in the semi-final. (Yarı finalde güçbela yenilgiden kurtuldular) I left early to avoid the rush hour. (Ke meke ten kaçınmak için erken ayrıldım) He had to brake hard to avoid hitting the animal. (Hayvana çarpmamak için frene sert basmak zorundaydı) interval in’tırvıl 2 n 1.aralık (zaman,zemin) (gap, pause) 2.ara (zaman,zemin) The normal interval between our meetings is six weeks. (Bulu malarımız arasındaki normal ara altı haftadır.) immigrant i’mig rınt 1 n Göçmen (migrant) [yabancı ülkedeki ki i] an area with a large immigrant population (büyük bir göçmen nüfusla dolu bir bölge) emigrant e’mig rınt n Göçeden [ülkesini terketmi ki i] We have to do something to make emigrants come back. (Göçedenlerin geri gelmesi için bir eyler yapmalıyız) migrate emigrate maygreyt’ e’migreyt 1 vi göçetmek Some bird migrate south in winter. (Bazı ku lar kı ın güneye göç ederler) deliberately dilib’rıtli 2 adv 1.Kasten, bile bile (intentionally, OPP accidentally) 2.dikkatli (carefully) 1.Police believe the fire was started deliberately. (Polis yangının kasıtlı olarak ba latıldı ına inanıyor) 2. He spoke deliberately, considering each word carefully. (Her sözcü üne dikkatle hesaba katarak, çok dikkatli konu uyordu) qualified to kwa’li fayd 2 adj niteli ini haiz, özelli ine sahip (fit to) particularly well qualified to give an opinion. (özellikle bir fikir verecek iyi bir niteli e haiz) inevitably inevıtıblî 2 ad v kaçınılmaz olarak That kind of success inevitably attracts admirers. (Böylesi bir ba arı kaçınılmaz olarak hayranlar cezbedecektir) charge ça:rc 3 v 1. dolmak / doldurmak (duygu, bardak ve mermi.) 2. arj etmek 1.Charge the gun because the room was charged with hatred. (Silahını doldur çünkü oda kinle dolmu tu) 2.Before use, the battery must be charged. (Kullanmadan once piller doldurulmalı) charge [for] 3 para istemek (alı veri , hizmet vs. sonrası) Most clubs charge for the use of tennis courts. (Ço u kulüp tennis kortlarını kullanmak için para ister.) charge to 3 hesabına geçirmek They charged the calls to their credit-card account. (Telefon görü melerini kredi kartı hesabına geçirdiler)
  • 5. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 5 charge SB with ST 3 Suçlamak (accuse) He was charged murder. (Cinayetle suçlandı) charge SB with ST 3 Sorumlusu yapmak,i vermek The committee has been charged with the development of sport in the region. (Komite bölgede sporu geli tirmekle mükellef kılındı) charge at 3 Hücum etmek (attack) We charged at the enemy. (Dü mana hücum ettik) relief ri lî:f’ 3 n 1. ferahlama, rahatlama (release) 2. kurtarma (dü mandan) 3. yardım (assist) 4. nöbeti devralan kimse. 5. heykel kabartma, rölyef. 1.It’s a huge relief to know that everyone is safe. (Herkesin güvende oldu unu bilmek çok rahatlatıcı) 2.the relief of the town (kasabanın kurtarılması) 3.famine relief / a relief agency (açlık yardımı / bir yardım ajentası) 4.The next crew relief coming on duty at 9 o’clock (Yeni nöbetçi ekip göreve 9’da gelecek) 5.The column was decorated in high relief. (Sütun yüksek kabartmalarla süslendi) relieve ri li:v’ 2 vt 1 rahatlatmak (ease) 2.azaltmak (olumsuz bir eyi) (lessen) 3.nöbet devralmak (replace) 4.i galden kurtarmak 1.to relieve stress (gerilimi hafifletmek) 2.efforts to relieve famine in Africa (Afrikada’ki açlı ı azaltma çabaları) 3.You’ll be relieved at 6 o’clock. (Nöbetini saat 6’da devralacalar) staff stéf 3 n kadro, personel (employee) It is a small hospital with a staff of just over a hundred. (Sadece 100’ün üzerinde personeli ile küçük bir hastenedir) primitive pri’mıtiv 2 n ilkel (ancient) (OPP modern) a primitive society/tribe (ilkel bir topluluk / kabile) assassination ısesıney ın 1 n suikast an assassination attempt (bir suikast te ebbüsü) individual in’divic’yuıl 3 adj 1. bireysel (personel) (OPP collective) 2. orijinal (original) 1. individual rights/freedom/liberty (bireysel haklar / özgürlük) 2. a highly individual style of dress (epey orijinal elbise stili) forest fa’rist 3 n orman (jungle, woods) Acid rain is already destroying large areas of forest and lakes in northern Europe. (Asit ya murları kuzey Avrupa’daki göl ve geni orman alanlarını zaten yok ediyor) confidence kan’fidıns 3 n güven, itimat I have confidence in your abilities. (Senin yeteneklerine güveniyorum) self-confidence n özgüven refusal rifyu:’zıl 2 n ret, kabul etmeme (denial) She gave a firm refusal. (Ona sert bir ret cevabı verdi) quarter kwo:r’tır 3 n 1. çeyrek 2. bir 25 sentlik. (a quarter) 3. yılın dörtte biri, üç aylık süre. 4. ö retim yılının dörtte biri. 6. mahalle, semt, civar 7. kesim, grup 1.They arrived at quarter past three. (saat üçü çeyrek geçe ula tılar) 2.Can you give me a quarter, dude? (Ahbab, bana bir çeyreklik versene) 3. The company’s profits fell in the third quarter. (Üçüncü çeyrekte irketin karı dü tü) 6. the Chinese quarter of the city ( ehrin çin mahallesi) 7.He has won support from all quarters. (Bütün gruplardan destek kazandı) quarters kwo:r’tırz . n konut, mesken, ikametgâh. In some quarters, he is not loved so much. (Bazı muhitlerde çok sevilmez) attitude e:’tityu:d 3 n tutum, tavır, yakla ım (approach, manner) an unhealthy social environment that encourages negative attitudes (olumsuz davranı ları cesaretlendiren sa lıksız bir sosyal çevre) excessive ikse’siv 2 adj fazla, a ırı (extreme) The charges seemed a little excessive. ( stenen para biraz a ırı gözüküyordu) extensive iksten’siv 2 adj geni , büyük, kapsamlı (wide, broad) She has an extensive knowledge of art history. (Sanat tarihi hakkında kapsamlı bir bilgisi var) indispensable indispen’sıbıl . adj Çok önemli, hayati (essential, crucial, vital) International cooperation is indispensable to resolving the problem of the drug trade. (Uyu turucu ticareti problemini çözmek için uluslararası i birli i çok önemlidir)
  • 6. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 6 prevent privent’ 3 vt önlemek, engellemek (avert) Regular cleaning may help prevent infection. (Düzenli temizlik enfeksiyonu engellemeye yardım edebilir) prevent SB (from) doing ST 3 vt -den alıkoymak.(from) She was sure the noise would prevent her (from) sleeping at night. (Gece gürültünün kendisini uyumaktan alıkoya ından emindi) scheme (BrE) ski:m 3 n 1. plan, proje (project) 2. düzenek, sistem. 3. düzen, entrika, dolap (plot) 1. The proposed scheme should solve the parking problem. (teklif edilen proje park etme problemini çözmeli) 2.a local scheme for recycling newspapers. (gazeteleri yeniden dönü türmek için yerel bir sistem) 3.a scheme to import illegal foreign goods (yasadı ı yabancı malları ithal etmek için bir düzen) appoint (SB to) ıpoynt’ 3 vt 1. [to]-e atamak, tayin etmek (assign) 2. kararla tırmak (decide on) 1.We need to appoint a new school secretary. (Yeni bir okul sekreteri atamamız lazım) 2. Proceedings will be brought to a conclusion at a time appointed by this committee. (Prosedur bu komitenin kararla tıraca ı bir zamanda bir sonuca ba lanacaktır) merge mörc 2 v 1. birle mek(combine); birle tirmek. (with) 2. içine karı ıp kaybolmak. (into) 1. Two of Indonesia’s top banks are planning to merge. (Endonezya’nın en büyük iki bankası birle meyi planlıyor) 2. For her, work and life merge into one another. (Onun için i ve ya am iç içe geçmi tir) merger mörcır 1 n birle me (unification, combination) The merger will create the biggest television company in the country. (Birle me ülkedeki en büyük televizyon irketini do uracak) roughly ra:flî 2 ad v 1.yakla ık olarak (approximately) 2.kabaca (violently) 1.We’re roughly the same age. (A a ı yukarı aynı ya tayız) 2. He pushed roughly past her and out of the room. (Onu kabaca itekleyerek odadan çıktı) rough ra:f 3 adj 1. düz olmayan, pütürlü vs. (uneven) 2. kaba 3. yakla ık (approximate) 4. zor, sıkıntılı (tough) 5. dalgalı 6. sert (hard, tough, harsh) 1.The skin on her hands was rough and hard. (Elini üzerindeki deri pürüzlü ve sertti.) 2.a rough man / a rough old table 3.I have a rough idea of who she is. (Onun kim oldu u hakkında üç a a ı be yukarı bir fikrim var) 4.a rough night (sıkıntılı bir gece) 5.It was too rough to sail that night. (O gece deniz açılmak için çok dalgalıydı) 6.a rough wine (sert bir arap) desire [SB to do ST] dizayr’ 3 vt arzulamak, istemek (crave, wish for) We desire you to complete the work within one month of the start date. (Ba langıçtan sonraki bir ay içinde bu i i bitirmenizi istiyoruz.) emerge imö:rc’ 3 vt 1.-den çıkmak,. (from) (come out) 2.meydana çıkmak (into) (come into sight/wiev) 1.After a few weeks, the caterpillar emerges from its cocoon. ( ki hafta sonra, tırtıl kozasındandan çıkar) 2.The doors opened and people began to emerge into the street. (Kapı açıldı ve insanlar sokakta görünmeye ba ladı) negotiate nigou’ iyeyt 2 v Görü me yapmak, pazarlık yapmak (bargain, talk) (with) The airline is negotiating a new contract with the union. (Havayolları yeni bir kontrat için sendikayla görü me yapıyor) profit pra’fit 3 n 1.Kazanç, kâr (zıttı loss) 2. fayda, çıkar (gain, benefit) make a profit: Investors have made a 14% profit in just 3 months. (Yatırımcılar sadece üç ay içerisinde %14 kar elde ettiler) impress impres’ 2 v Etkilemek (make an impact on) What impressed me was their ability to deal with any problem. (Beni etkileyen ey onların problem ele alı kabiliyetleriydi) impression impre’ ın 3 n izlenim The report seems to be based entirely on first impressions. (Raporun tam olarak ilk izlenimlere dayandı ı gözüküyor.) benefit ben’ıfit 3 n yarar, fayda (advantage) Consider the potential benefits of the deal for the company (Anla manin irket için potansiyel faydalarini bir dü ün) immensely imen’sli . adv Uçsuz bucaksız, çok büyük / çok fazla (hugely) The visitors enjoyed the game immensely. (Ziyaretçiler oyundan çok büyük zevk aldılar) justice 3 n Adalet (fairness) the struggle for freedom and justice (özgürlük ve adalet için çaba)
  • 7. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 7 accuse ıkyu:z 3 suçlamak, itham etmek. (blame) She claims that her employers accused her of theft. ( çilerinin kendisini hırsızlıkla suçladı ını iddia ediyor) I do not want to accuse him of telling lies. (Onu yalan söylemekle uçlmak istemiyorum) the accused ıkyuzt . sanık The accused had appropriated the property. (Sanık malı izinsiz kendi çıkarına kullanmı tı) aid=help eyd:help 2 Yardım (assist, support) The UN provided emergency economic aid to the refugees. (BM mültecilere acil ekonomik yardım sa ladı) candidate ken’dıdeyt’ ken’dıdi:t’ 3 Aday (nominee) They needed a location for the film, and the church was the obvious candidate. (Film için bir yere ihtiyaçları vardı, ve kilise a ikar adaydı) desperate des’pırıt 2 adj Ümitsiz (hopeless) drugs used in a desperate attempt to save his life (ya amını kurtarmak için ümitsiz bir giri im olarak kullanılan ilaçlar) entail in’teyl . Gerektirmek (require, necessitate) -e neden olmak (cause, lead to) All mergers entail some job losses. (Tüm irket evlilikleri i kayıpları-na neden olur/ -nı gerektirir.) state steyt 3 n 1. durum, vaziyet, hal: 2. devlet. 3. eyalet. (ABD vs için) 1.The country is drifting into a state of chaos. (Ülke bir kaos ortamına sürükleniyor) 3. Five state elections will be held in March. (Be eyalette seçimler Mart’ta yapılacak) in state . (cenaze için) törenle He was buried in state. (Törenle gömüldü) state steyt 3 vt ifade etmek, beyan etmek. (utter) The candidates stated their case at a series of meetings. (Adaylar bir dizi toplantıda davalarını anlattılar) frankly fre:ngkli 1 adv açıkça ,dürüstçe (honestly) She talks frankly about her unhappy childhood. (Mutsuz çocuklu undan dürüstçe bahseder) disguise dis’gayz 1 vi 1.tebdili kıyafet etmek, gizlenmek 2.gizlemek (hide) 1.The soldiers disguised themselves as ordinary civilians. (Askerler kendilerini sıradan vatanda lar olarak gizlediler) 2.He didn’t disguise his bitterness about what had happened. (Olan ey hakkındaki acısını gizlemedi) gloomy glu mi 1 adv 1.lo , karanlık (dark) 2.sıkıntılı, hüzünlü (depressed) 1.a gloomy old library (lo eski bir kütüphane) 2.He became very gloomy and depressed. (Çok hüzünlü ve sıkıntılı hale geldi) neglect niglekt 2 vt savsaklamak, ihmal etmek (OPP care for) parents who neglect their children (çocuklarını ihmal eden ebeveynler) requirement rikwayırmınt 3 n Gereklilik, zorunluluk (obligation) Do these goods comply with our safety requirements? (Bu e yalar güvenlik zorunlulu umuzla uyumlu mu?) rescue reskyu: 2 vt Kurtarmak (save, release) The crew of the tanker were rescued just minutes before it sank in heavy seas. (Tankerin mürettebatı tanker dalgalı denizlere gömülmeden az once kurtarıldı) revolution revılu: ın 3 n Devrim the French/Russian Revolution (Fransız/Rus devrimi) require rikwayr’ 3 vt Gerektirmek (entail, necessiate) The cause of the accident is still unclear and requires further investigation. (Kazanın nedeni hala belirsiz ve daha fazla ara tırma gerektiriyor) notorious (for) noto:’riyıs 1 adj kötü öhretli The city is notorious for its traffic jams. (Bu ehir trafik sıkı ıklı ı ile me hurdur) recruit rikru:t’ 2 v e almak We won’t be recruiting again until next year. (Gelecek yıla kadar i e adam almıyor olaca ız) reputation repyutey’ in 3 n Nam, öhret He did not have a good reputation in his home town. (Kendi kasabasında iyi bir öhreti yoktu) vote 3 v 1.Oylamak 2.oy kullanmak 3.seçmek 1.The Council will vote on the proposal next Friday. (Konsey gelecek Cuma öneriyi oylaycak) 2.vote for/in favour of/against: 68 per cent of the union voted against striking. (Sendikanın % 68’I grevin aleyhine oy kullandı) 3. She was voted ‘Actress of the Year’ by other Hollywood stars. (Di er Hollywood yıldızlarınca -yılın aktrisi- seçildi)
  • 8. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 8 diminish dimi’ni 2 v 1.Azalmak (decrease) 2.azaltmak (lessen) 1.The intensity of the sound was diminishing gradually. (Sesin iddeti yava yava azalıyordu) 2. The delay may have diminished the impact of their campaign. (Gecikme kampanyalarının etkisini azaltmı olabilir.) talent (for) te:’lınt 2 n Yetenek (gift) She had an obvious talent for music. (Müzi e kar ı açık bir yetene i vardı) talented te:lıntid 1 adj Yetenekli (gifted) a highly talented young designer (epey yetenekli bir genç çizimci) depict dipikt’ 2 vt 1.betimlemek (portray) 2.açıklamak (describe) a painting depicting the Virgin and Child. (Meryem ve O ul’ u betimleyen bir resim) conflict kınflikt’ 1 vi Çatı mak, çeli mek His account conflicted with reports received from other journalists. (Açıklaması di er gazetecilerden alınan raporlarla çeli iyor.) conflict kan’flikt 3 n Çatı ma, anla mazlık The issue provoked conflicts between the press and the police. (Yayın, basın ve polis arasındaki çatı mayı körükledi) guise gayz . n Kılık / görünüm (appearance) Revolutions come in many guises. (Devrimler pek çok görünümde gelirler) recession rıse’ ın 2 n ekonomik durgunluk The economy was in recession. (Ekonomi durgundu/kötüydü.) award / reward ıword / riword’ 3 n ödül, mükâfat (prize) She won the Player of the Year award. (Yılın Oyuncusu ödülünü kazandı) reward riword’ 2 vt Ödüllendirmek (award) He always believed that the company would reward him for his efforts. (Herzaman irketin çabalarından dolayı kendisini ödüllendirece ine inanırdı) free will . özgür irade (independence) It is a result of my own free will. (Bu benim kendi özgür irademin bir sonucu) budget bac’it 3 n bütçe Two-thirds of their budget goes on labour costs. (Bütçelerinin üçte biri i çi masraflarına gidiyor) restriction ristrik’ ın 1 n Kısıtla(n)ma, sınırla(n)ma (limitation, restraint) trade/travel/speed/parking restrictions (ticaret/seyahat/hız/parketme kısıtlamaları) survive sırvayv’ 3 v 1.Sa kalmak / çıkmak (sava , hastalık, kazadan sonra) 2.ayakta/hayatta kalmak 3.(zor bir eyle) ba a çıkmak, idare etmek 1.Just eight passengers survived the plane crash. (Sadece sekiz yolcu uçak kazasından sa çıktı) 2. The organization cannot survive unless we make some major changes. (Bazı temel de i iklikleri yapmadı ımız müddetçe organizasyon/örgüt ayakta kalamaz.) 3. I don’t know how I ever survived school. (Okulla nasıl olup da ba a çıktım bilmiyorum) Don’t worry about Molly – she’ll survive. (Molly için endi elenme; ba a çıkacaktır.) survive (on ST) 3 v Az bir eyle geçinmek / ya amak Many of the peasants survive on tiny plots of corn. (Köylülerin ço u küçücük mısır tarlalarıyla geçinirler) surviving sırvay’ving . adj Kalan, kurtulan (existing) the surviving works of Sophocles (Sofokles’in kurtulan çalı maları) burden bördın 2 n Yük (load) (responsibility) (trouble) When an elderly relative falls ill, you should not have to shoulder the burden alone. (Ya lı bir akraba hasta dü tü ünde, yükü tek ba ına omuzlamak zorunda kalmamalısın) determined Ditör’mind 2 adj Azimli, kararlı a strong, determined woman (güçlü ve kararlı bir kadın) recycle ri:say’kıl 1 vt geri dönü türmek Japan recycles 40% of its waste. (Japonlar atıklarının %40’ını geri dönü türüyorlar) admit (to) ıdmit’ 3 v 1.Kabul etmek 2. itiraf etmek (confess) 3.(içeri, kulübe) almak 4.hastaneye kaldırmak 1.She admits to being strict with her children. (Çocuklarına kar ı sert oldu unu kabul etti) 2.He refused to admit to the other charges. (Di er suçlamaları itiraf etmeyi reddetti) 3.The narrow windows admit little light into the room. (Dar pencereler odaya çok az ı ık alıyor.) 4.Two crash victims were admitted to the local hospital. ( ki kaza kurbanı yerel hastaneye kaldırıldı)
  • 9. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 9 account ıkaunt 3 n 1-2-3. hesap (banka hesabı, para sayımı, dükkan ücreti) 4. rapor, açıklama (explanation, report) 1.There was only £50 in his bank account. (Banka hesabında yalnızca 50 pound var) 2. The accounts showed a loss of £498 million. (Hesaplamalar 498 milyon poundluk bir kaybı gösterdi) 3. I have an account with Marks and Spencer. (Marks and Spencer dükkanında hesabım var.) 4. a brief account of the meeting (toplantının kısa bir açıklaması) account Ikaunt’ 3 v varsaymak, hesaba katmak, kabul etmek In English law, a person is accounted innocent until they are proved guilty. ( ngiliz hukukunda ki i suçu kanıtlanıncaya kadar masum kabul edilir) account for ST 3 n 1.bir eyin nedenini açıklamak 2.bir eyin bir kısmını olu turmak 1.A number of factors account for the differences between the two scores. (Bir dizi faktör iki skor arasındaki farkın nedenini açıklıyor) 2.The Japanese market accounts for 35% of the company’s revenue. (Japon piyasası irketin gelirinin %35’ini olu turuyor) imply mplay’ 3 vt ma / i aret etmek The presence of stairs in the ruins implies an upper floor. (Harabedeki basamakların varlı ı bir üst katı i aret ediyor) infer (from) inför 1 vt Çıkarım yapmak, sonuç çıkarmak, Her appearance led them to infer that she was very wealthy.. (Görünü ü onun çok varlıklı oldu u çıkarımını yapmalarına neden oldu) inference infırıns 1 n çıkarım It’s impossible to make inferences from such a small sample.(Böylesi küçük bir örnekten çıkarım yapmak imkansız) cope with koup 3 vt Tackle, deal with electronic safety systems designed to cope with engine failure (motor hatalarını halletmek üzere tasarlanmı olan elektronik güvenlik sistemleri) detect didekt’ 2 vt 1.Te his etmek 2.ke fetmek, meydana/açı a çıkarmak (discover, determine) 1.The technology is capable of detecting the smallest earth tremors. (Teknoloji en küçük yer sarsıntısını te his etme kabiliyetine sahiptir.) 2. I thought I detected a hint of irony in her words. (Sözlerinde bir alay emaresi ke fetti imi sandım) resignation rezigney ın 2 n istifa a letter of resignation (bir istifa mektubu) allegation e:lıgey ın 2 n ddia (claim) She denied the latest allegations. (Son iddiaları reddetti.) allege Ilec’ 2 vt ddia etmek (claim) It is alleged that he mistreated the prisoners. (Onun mahkumlara kötü muamele etti i iddia ediliyor.) alleged Ilecd’ 2 adj ddia olunan (supposed) Alleged attacker (öyle oldu u söylenen saldırgan) sincerity Sinse’rıti . n içtenlik, samimiyet. The sincerity of his beliefs is unquestionable. ( nançlarındaki içtenli i tartı ma götürmez.) display displey 3 vt 1.sergilemek (exhibit) 2.sergilemek (his, davranı , nitelik) 3.göstermek (bilgisayar) 1.Could you display this poster in your window? (Bu posteri vitrininizde sergileyebilir misiniz?) 2. From an early age he displayed a talent for singing (Küçüklü ünden beri arkı söyleme hususunda bir beceri sergilerdi) 3. An error message is displayed if invalid information is entered. (Geçersiz bir bilgi girilirse yanlı mesajı görünür) display display 3 n 1.sergi (exhibition) 2.gösteri (show) 3.sergileme (davranı , his, nitelik) 4. bilgisayar göstergesi 1.a unique display of ancient artifacts (e siz bir antik el yapımı e yaları sergisi) The costumes were placed on display at the museum. (Kostümler müzede sergide yer aldı) 2. a thrilling display of footballing skills (futbol maharetlerinin heyecanlandırıcı bir gösterisi) 3.Displays of emotion disgusted her. (Hissiyat sergilemeleri onu i rendirir.) sophisticated Sıfis’tikeytid 2 adj Entelektüelce geli mi Consumers are getting more sophisticated and more demanding. (Mü teriler gün geçtikçe daha geli mi /ince zevkli ve daha talepkar oluyorlar.) sophistication Sıfistikey ın n Zihnen geli mi lik computer users with a high degree of sophistication (daha yüksek dereceli zeka/anlayı sahibi bilgisayar kullanıcıları) sophisticate sıfistikeyt n Anlayı ça geli mi ki i
  • 10. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 10 amend ımend’ 2 vt Düzeltmek, de i tirmek (doküman vs.) A law amending the Chilean constitution was approved on 22nd January. ( ili anayasasını de i tiren bir kanun 22 Ocak’ta onaylandı) amendment ımendmınt’ 2 n Düzeltme, de i iklik I have made several amendments to the script. (Metinde birkaç düzeltme yaptım) make amends v Durumu düzeltmek I wish I could make amends somehow. (Ke ke durumu bir ekilde düzeltebilseydim) casualty ke:juılti n Ölü-yaralı, zayiat There were no reports of casualties from the attack. (Saldırıda ölü-yaralı oldu una dair hiçbir rapor yok) demonstration demınstrey ın 2 n 1.gösterge 2.gösteri 1.This is a powerful demonstration of what can be achieved with new technology. (Bu, yeni teknoloji ile neyin ba arılabilece inin kuvvetli bir göstergesidir.) 2. Angry students held demonstrations in the university square. (Kızgın ö renciler üniversite meydanında bir gösteri düzenlediler) one another 2 pn birbiri, birbirleri (Hep çekimli bir ekilde kullanılır.) You must get along with one another. (Birbirinizle iyi geçinmelisiniz) each other 2 pn birbiri, birbirleri (Hep çekimli bir ekilde kullanılır.) They talk to each other on the phone every night. (Her gece telefonda birbirleriyle konu urlar) another ınatdhır 3 fw Bir di er, di er bir I hope this isn’t another of Donald’s silly tricks. (Umarım bu Donald’ın aptal oyunlarından bir di eri de ildir) We’re doing a big concert tomorrow night and another one on Saturday. (Yarın büyük bir konser verece iz, bir di erini de cumartesi) explore iksplo:r 3 v 1.Ke if yolculu una çıkmak 2.ara tırmak, tartı mak 1.companies exploring for oil (petrol arayan irketler) 2. It is worth exploring other ways of dealing with this problem. (Bu problemi çözmenin ba ka yollarını ara tırmaya de er.) exploration eksplırey ın 2 n Ke if, ke if yolculu u Exploration of the solar system began in the 19th century. (Güne sisteminin ke if yolculu u 19. asırda ba ladı) save seyv 3 v 1.biriktirmek (put aside) 2.kurtarmak (rescue) 3.kaçınmak (avoid) 4.kaydetmek 1.I am not very good at saving. (Para biriktirmede pek iyi de ilim) 2.Doctors were unable to save her. (Doktorlar onu kurtarmaya muvaffak olamadılar.) 3.She did it herself to save argument. (Tartı madan kaçınmak için kenki kendine öyle yaptı.) 4.Save data frequently (Bilgileri sık sık kaydet) save, save for, save that seyv . prep hariç (except , except for, except that) No one, save perhaps his wife, knows where he is. (Hiç kimse, belki hanımı hariç, nerede oldu unu bilmiyor) The room was completely dark, save for one candle burning in the corner. (Oda, kö ede yanan bir lamba dı ında, tamamen karanlıktı) We know little about his childhood, save that his family was poor. (Ailesinin fakir oldu u dı ında çocuklu u hakkında çok az ey biliyoruz) gain geyn 3 v 1.kazanmak, elde etmek 2.artmak 1.She gained a first in her French degree. (Fransızca derecesinde bir birincilik elde etti / kazandı) 2.The Nikkei index gained 45 points. (Nikkei indeksi 45 puan arttı) gain geyn 2 n Kazanç, artı , kâr The Green Party made big gains in the local elections. (Ye iller Partisi yerel seçimlerde büyük kazanç/artı sa ladı.) seek/sought/ sought si:k / so:t 3 vt 1.istemek (ask for) 2.aramak 1. Seek medical advice if symptoms last more than a week. (Belirtiler bir haftadan daha fazla sürerse doktora görün /tıbbi yardım iste) seek compensation/damages/redress: The boy’s parents are seeking damages from the health authority. (Çocu un ebeveyni sa lık yetkililerinden tazminat talep ediyor) 2. Many single people are seeking that special someone. (Birçok bekar o- özel birisi-ni arıyor)
  • 11. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 11 wholehearted houlha:rtıd . adj Tüm kalbiyle, tamamiyle We would like to express our wholehearted support for the campaign. (Kampanyaya canı gönülden deste imizi saygıyla ifade etmek isteriz.) acute Ikyu:t’ . adj 1.Önemli, kritik 2.dar açı (900 den küçük) 1. an acute shortage of medical supplies (tıbbi stoklarda önemli bir eksiklik) asset E:set 2 n 1.kazanç (benefit) 2.malvarlı ı, mal 1. I’m sure she’ll be an asset to the team. (Eminim ki takıma bir kazanç olacak.) 2. Her assets include shares in the company and a house in France. (Malvarlı ı fabrikadaki hisseleri ve Fransa’da bir evi kapsıyor) surely urli: 3 adv Kesinlikle (certainly) You surely realized we were in when you saw the lights on. (I ıkların açık oldu unu gördü ünde kesinlikle bizim içerde oldu umuzu farkettin) abduct E:bdakt vt Adam kaçırmak (kidnap) He attempted to abduct two children. ( ki çocu u kaçırmaya te ebbüs etti) facilitate fısi’lıteyt 1 vt Kolayla tırmak (ease) The counselor may be able to facilitate communication between the couple. (Danı man belki çift arasındaki ileti imi kolayla tırmayı ba arabilir) famine Fe:min 1 n Açlık (food shortage) The threat of widespread famine in Africa (Afrika’daki yaygın kıtlık tehditi) profound prıfaund’ 2 adj 1. Derin (deep) 2. büyük (intense) 1. profound questions (derin sorular) 2. a profound change in the climate of the Earth (Dünya ikliminde büyük bir de i iklik) condemn kın’dem 2 vt Kınamak (criticize) Politicians have condemned the attacks. (Politikacılar saldırıları kınadılar) widespread Wayd’spred 2 adj Yaygın (extensive, common) the widespread use of antibiotics (antibiyoti in yaygın kullanımı) strike gold / oil strayk 3 v (Kazı veya sondaj sonucu) maden bulmak He seems to have struck gold with his first film. ( lk filmiyle altın madeni bulmu gibi gözüküyor) strike strayk 2 n 1. grev 2. saldırı (attack) 3. maden bulma 1. Workers have been out on strike since Friday. ( çiler Cuma gününden beri dı arıda grevdeler.) a 15-day strike over pay and poor safety conditions (ücret ve kötü güvenlik ko ulları gerekçeli 15 günlük bir grev) 2. the threat of nuclear strikes (nükleer saldırı tehditi) 3. the Lena goldfields strike of 1912 (1912’de bulunan Lena altın yatakları) dominate da’mineyt 2 v 1.Kontrol etmek (control) 2.hakim olmak (rule) 3.hakim olmak, tepeden bakmak (overlook) 1. Don’t allow the computer to dominate your child’s life. (Bilgisayarın çocu unun ya amına hükmetmesine izin verme) 2. Barcelona completely dominated the first half of the match. (Barselona maçın ilk yarısına tamamıyla hakimdi.) 3. a picturesque city dominated by the cathedral tower. (Katedral kulesinin hakim oldu u tablosal bir ehir) response rispans 3 n Yanıt, kar ılık (reply) Her response was to leave the room and slam the door. (Yanıtı odayı terk edip kapıyı çarpmak oldu) In response to complaints, the company reviewed its safety procedures. ( ikayetlere kar ılık olarak irket güvenlik prosedürlerini yeniden gözden geçirdi) complaint [about ST] kımpleynt 3 n 1. ikayet 2. ikayet dilekçesi 1. The main complaint was the noise. (Ana ikayet gürültüydü) 2.Customers lodged a formal complaint about the way they were treated. (Mü teriler kendilerine yapılan muamele biçimi hakkında resmi bir ikayet dilekçesi sundular) aggravate e:g’rıveyt . vt Kötüle tirmek (worsen) His headache was aggravated by all that noise. (Tüm o gürültüyle ba a rısı daha da kötüle ti) vacancy veykınsi 1 n 1. (job) bo -açık kadro 2.bo oda (otel) 3.bo luk (emptiness) 4. anlayı sızlık, bo luk 1.There are always plenty of vacancies for bar staff. (Bar personeli için her zaman bir sürü bo kadro vardır) 2. We have no vacancies at all during July. (Temmuz müddetince hiç bo yerimiz yok) 3.The vacancy of her expression. (Yüz ifadesindeki bo luk) 4.vacancy and vanity (anlayı sızlık ve kibir) Participate (in) Pa:rtisipeyt 2 v Katılmak (join, attend) The rebels have agreed to participate in the peace talks. (Asiler barı görü melerine katılmaya karar verdiler)
  • 12. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 12 unique Yu:ni:k 3 adj E siz (sole, exceptional) You will be given the unique opportunity to study with one of Europe’s top chefs. (Size Avrupa’nın en üst eflerinden biriyiyle çalı mak [gibi] e siz bir fırsat verilecek.) debt det 3 n Borç (money owing) (OPP credit) By this time, we have debts of over £15,000. ( u an itibariyle, borcumuz 15.000 poundu a ıyor) abolish ıbali 2 vt Kaldırmak, fesh etmek This tax should be abolished. (Bu vergi kaldırılmalı) disorder diso:rdır 2 n 1.(Tıbbi) rahatsızlık (ailment, sickness, complaint) 2.karı ıklık, karga a (chaos, mess) 3.darmada ın (in) (mess) 1.He had treated her for a stomach disorder. (Bir mide rahatsızlı ı için onu tedavi etti) 2. The main problem is public disorder associated with late-night drinking. (Ana problem gece geç vakti içmekten kaynaklanan kamusal karga a) 3. Everything was in disorder, but nothing seemed to have been taken. (Her ey karmakarı ıktı, ama hiç bir ey alınmı gözükmüyordu.) wane weyn vt Sönmek, azalmak (diminish, fade) His enthusiasm was waning fast. ( evki hızla sönüyordu) withdraw / withdrew / withdrawn widhdro: 2 v Geri çekilmek (pull out) The injury has forced him to withdraw from the competition. (Yarası onu müsabakadan çekilmeye zorladı) before long Birazdan, çok geçmeden (soon, shortly) See you before long (Birazdan görü ürüz) alliance ılayıns 2 n ttifak (coalition) (pact, agreement) (partnership) An alliance between the Liberal Democrats and the Nationalists (Milliyetçiler ve Liberal demokratlar arasında bir ittifak) Successive French governments maintained the alliance with Russia. (Ba arılı Fransız hükümeti Rusya ile ittifakı sürdürdü.) regard rigard 3 vt 1.bakmak (stare, gaze at) 2.dü ünmek (consider, think, take into account) Cathy regarded the photo thoughtfully. (Cathy foto rafa dü ünceli dü ünceli baktı) She regarded London as her base. (Londra’yı kendi temeli olarak dü ünür) regarding rigarding 2 prep hakkında, -e ili kin (about, concerning) She said nothing regarding your request. (Ricanla ilgili hiçbir ey söylemedi) EU regulations regarding the labelling of food (yiyecekleri etiketlemeye ili kin AB düzenlemeleri) regardless of 2 prep umursamaksızın ( sim ve cümleden önce) (irrespective of) The clup welcomes all new members regardless of age. (Kulüp ya sınırı gözetmeksizin tüm yeni üyeleri kabul ediyor) regardless rigardlis 2 adv her eye ra men; ne olursa olsun. (in spite of, despite) (anyhow) It seemed an impossible task at times, but we carried on, regardless. (Defalarca imkansız gibi gözüken bir görevdi, ama biz devam ettik, aldırmayarak.) expand ikspe:nd 3 v 1.geni lemek (enlarge) 2.büyümek (increase, develop) 3.detaylı açıklamak (on) 4.açıp yaymak (open out) 1. We live in an expanding universe. (Geni leyen bir evrende ya ıyoruz) 2. The rapidly expanding IT sector (hızla büyüyen IT sektörü) 3. I refuse to expand any further on my earlier statement. (Önceki ifadem hususunda daha fazla detay vermeyi reddediyorum.) 4. The hawk expanded its wings. ( ahin kanatlarını açtı) expanse ikspe:ns . n Düzlük (tarla, gökyüzü, deniz vs) (vastnes) Vast expanses of farmland (çiftlik alanının geni düzlükleri) expansion ikspe:n ın . geni leme (growth, increase, development) We plan to continue our expansion programme. (Geni letme programımıza devam etmeyi planlıyoruz) expansionary ikspe.n’ ınıri . n Büyümeyi sa layıcı, büyütücü This budget will have an expansionary affect on the economy. (Bu bütçe ekonomi üzerinde büyütücü bir etkiye sahip olacak)
  • 13. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 13 handle hendıl 3 vt 1. halletmek, ile u ra mak (deal with) 2.ticaretini yapmak (özellikle yasadı ı) The government was criticized for the way it handled the crisis. (Hükümet krizle mücadele yöntemi nedeniyle ele tirildi) The newer computers can handle massive amounts of data. (Daha yeni olan bilgisayarlar devasa miktardaki bilgiyle u ra abiliyorlar) 2. He denied burglary but admitted handling stolen goods. (Hırsızlı ı reddetti ama çalıntı altın ticareti yaptı ını kabul etti.) impact impe:kt 3 n 1.etki (affect) 2.çarpı ma (crash) 1.Her paper discusses the likely impact of global warming. (Makalesi global ısınmanın olası etkilerini tartı ıyor) 2.The missile does not explode on impact. (Roket çarpı mayla patlamıyor.) impulse impals 1 n güdü, dürtü (drive) Jenny felt a sudden impulse to play some music. (Jenny biraz müzik çalmak için ani bir dürü hissetti) Acting on impulse, he knocked on her door. ( çgüdüsel bir hareketle, kapıyı çaldı) participate in partisipeyt 2 v Katılmak (join) The rebels have agreed to participate in the peace talks. (Asiler barı görü melrine katılmaya karar verdiler) participation partisipey ın 2 n Katılma, dahil olma We would like to see more participation by younger people. (Genç insanların daha fazla katılımını görmekten memnun oluruz) fake feyk . adj 1.sahte (false) 2.yapmacık, sahte (pretend) 1.fake passport/visa/document (sahte pasaport/vize/ belge) 2. a fake smile, fake emotion (sahte bir gülümseme, yapay his) gather ge:dhır 3 v 1.toplanmak (meet) 2.toplamak (collect) 3.anlamak (understand) 4.katlamak (fold) 1.A crowd gathered outside the hotel. (Bir kalabalık otelin dı ında toplandı) 2. I gather up the prescription and follow him to the door. (Reçeteyi alır onu kapıya kadar takip ederim) 3.From what I can gather, she’s madly in love with him. (Anlayabildi im kadarıyla ona deliler gibi a ık) 4. Gathering her robe around her, Maria ran upstairs. (Maria kaftanini toparlayarak yukarı ko tu) involve inva:lv 3 v 1.gerektirmek, istemek 2. (in) -e karı tırmak, -e bula tırmak, -e sokmak 3. içermek, kapsamak 1.Expertise involves practice (Ustalık pratik ister.) 2.Don't involve me in your illegal activities. (Beni yasadı ı i lerine bula tırma.) 3.This problem involves other problems. (Bu sorun ba ka sorunları içeriyor.) to be involved in V 1.-e karı mak 2. ile me gul olmak, ile u ra mak 1.She was once involved in a scandal. (Bir zamanlar bir skandala karı mı tı) 2. He's involved in a new project. (Yeni bir projeyle me gul.) to be involved with v ile a k ili kisi olmak Angela told me that she was involved with someone else. (Angela bana ba ka birisiyle ili kisi oldu unu söyledi) involvement invalvmınt 3 n 1.ili ki (ba lı) He was imprisoned for his involvement in a plot to overthrow the government. (Hükümeti devirmek için bir entrika ile ili kisi oldu undan tutuklandı) genuine cenyuin 2 adj 1.gerçek, otantik, sahte de il (authentic) 2.samimi, içten (sincere) 1. It was undoubtedly a genuine 18th century desk. (O üphesiz gerçek bir 18 yüzyıl çalı ma masasıydı) 2.Morley looked at her with genuine concern. (Morley ona samimi bir ilgi ile baktı) authentic o:thentik 1 adj gerçek (Genuine, true) The letter is certainly authentic. (Mektup kesinlikle orjinal) The restaurant serves authentic Italian meals (Lokanta otantik talyan yemeklerini sunuyor) boom bu:m 2 n 1. artı , patlama 2.patlama sesi the economic boom of the 1980s (1980’lerin ekonomik patlaması) boom years (ekonomik patlamanın oldu u yıllar) legislation lecısley ın 3 n Yasa veya bir dizi yasa Under current legislation, factories must keep noise to a minimum. (Hali hazırdaki yasalar gere ince, fabrikalar gürültü miktarını bir minimumda tutmalılar) prosperity prasperıti 1 n Refah (wealth) a time of national prosperity (bir milli refah zamanı)
  • 14. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 14 expertise ekspırti:z 2 n Uzmanlık (proficiency) The company is keen to develop its own expertise in the area of computer programming. ( irket bilgisayar programlama alanındaki uzmanlı ını geli tirmeye çok hevesli) assume ısyu:m 3 v 1.Varsaymak (suppose) 2.ba latmak (take on) 3.devralmak, ele geçirmek (seize) 1.I’m assuming everyone here has an email address. (Burada herkesin bir elektronik postası oldu unu varsayıyorum) 2. She has been invited to assume the role of mentor. (Rehber hoca rolünü ba latmak için davet edildi) 3. He assumed full responsibility for all organizational work. (Tüm örgütsel çalı maların tam sorumlulu unu devraldı) assuming ısyu:ming 1 conj Varsayarsak (if) Assuming your calculations are correct, we should travel northeast. (Hesaplarınızın do ru oldu unu varsayarsak, kuzeydo uya yol almalıyız) assumption ısamp ın 2 n Varsayımn (hypothesis, supposition) Your argument is based on a completely false assumption. (Argümanların tamamıyla yanlı bir varsayım üzerine kurulmu ) nationwide ney ınveyd 1 adv Ülke çapında a nationwide protest/strike (ülke çapında bir protesto / grev) infant infınt 2 n bebek infant care / behaviour (çocuk bakımı / davranı ı) vaccination ve:ksıney ın . n A ı, a ılama a measles/polio vaccination (bir kızamık/çocuk felci a ısı) combat kambe:t 1 n sava These enzymes are important in the combat against bacteria. (Bu enzimler bakterilere kar ı sava ta önemli) supplementary saplimentri: . adj Ek (additional) Supplementary information / income / budget package (Ek bilgi / gelir / bütçe paketi) eventually ivençuıli 3 adv Eninde sonunda, nihayet (finally) We’re hoping, eventually, to create 500 new jobs. (Eninde sonunda 500 yeni meslek olu turmayı ümit ediyoruz) ‘Did they ever pay you?’ ‘Eventually, yes.’ (Sana hiç para ödediler mi? Sonunda, evet) eventual ivençu ıl 1 adj Nihai, en son (ultimate, final) his eventual capture and imprisonment (en son yakalanması ve mahkumiyeti) erode iro d 1 v 1. [jeol] a ınmak, a ındırmak 2. azaltmak / azalmak (reduce) 1. High tides are eroding the coast. (Gel-git geli leri sahili a ındırıyor) a plan to plant more trees before the soil erodes even further (toprak daha fazla a ınmadan daha fazla a aç dikmek için bir plan) 2. It is feared that international institutions may erode national sovereignty. (Uluslararası müesseselerin ulusal egemenli i azaltaca ından korkuluyor.) Western support for Yeltsin was slowly eroding. (Batının Yeltsine deste i yava yava eriyor / azalıyor) plunge planc 2 v 1.dü mek (fall, drop) 2.azalmak, dü mek (fiyat, sıcaklık vs) 3.kontrolsüzce ve aniden fırlamak, zıplamak, hareket etmek 1.It was still dark when the helicopter plunged 500 feet into the sea. (Helikopter 500 fitten denize çakıldı ında hala karanlıktı) 2. The temperature is expected to plunge below zero degrees overnight. (Sıcaklı ın gece boyu sıfır derecenin altına dü mesi bekleniyor) 3. The horse plunged and reared. (At aha kalktı ve ki nedi) He plunged towards the door and wrenched it open. (Kapıya do ru fırladı ve çekerek açtı) plunge into 2 v 1.bir i e dalmak 2.daldırmak, sokmak 3.-e gömülmek, gark olmak 4.suya vs. dalmak 1. This was not the time to be plunging into some new business venture. (Yeni bir i te ebbüsüne dalıyor olmanın hiç de vakti de ildi) 2. He plunged his arm into the sack once more. (Kolunu bir kez daha çuvala daldırdı) 3.The city was plunged into total darkness when the entire electrical system failed. (Bütün elektrik sistemi çökünce, ehir tümden karanlı a gömüldü) The country is plunging into recession once more. (Ülke bir kez daha ekonomik sıkıntıya gark oldu) 4. Four police officers plunged into freezing water to rescue a man yesterday. (Dün dört polis memuru bir adamı kurtarmak için dondurucu suya atladı.) plunge n 1.dalma 2.dü me, azalma 1.the plane’s plunge into the sea (uça ın denize dü ü ü) 2.the plunge in oil prices (petrol fiyatlarındaki dü ü ) take the plunge v Cesur bir adım atmak
  • 15. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 15 plain pleyn 2 n Düzlük, ova the Serengeti Plains in East Africa (Do u Afrika’daki Serengeti düzlükleri) plain pleyn 2 adj 1.açık, anla ılabilir (clear, simple, basic) 2.sıradan, sade (ordinary, not beautiful) 3.dobra (obvious) 1. Hugh’s message was short, but the meaning was plain enough. (Hugh’sın mesajı kısaydı ama anlamı yeterince açıktı.) 2. a plain wooden table (basit/sade bir tahta masa) 3. a plain answer (dobra / dürüst bir cevap) terms törms 3 n art, ko ul (conditions, provisions) 1.He had little choice but to accept their terms. ( artlarını kabul etmekten ba ka hemen hiç seçene i yoktu) opportunity apırçiu:nıti 3 n 1.fırsat (chance) 2.i imkanı 1.She went to visit him in hospital at every opportunity. (Her fırsatta onu ziyarete hastaneye gitti) 2.There are good opportunities in the hotel business. (Otel sektöründe iyi i imkanları var) thorough Tharo /tharı 1 adj 1.Tam (complete) 2.sistematik (methodical) 1. It’s all a thorough nuisance. (O tam bir ba belası) 2.She has a thorough understanding of the business. (Sistematik bir i anlayı ına sahip) Interfere with intırfi ır 2 vt 1.karı mak 2.kurcalamak 1.I don’t think your mother has the right to interfere in our affairs. (Annenin i lerimize karı maya hakkı oldu unu sanmıyorum) 2. I saw him interfering with the smoke alarm. (Onu duman alarmını kurcalarken gördüm) interference intırfi ırıns 2 n Müdahele (intervention) They expressed resentment at outside interference in their domestic affairs. ( çi lerine dı arıdan müdahele edilmesi hususundaki öfkelerini beyan ettiler.) intervene ntırvi:n 1 vt 1.araya girmek (occur, happen) 2.-e karı mak, müdahele etmek (interfere) 1. My brother was studying to be a church minister, but the Second World War intervened. (Karde im bir ba rahip olmak için çalı ıyordu, fakat II. Dünya sava ı araya girdi.) Several months intervened before we met again. (Yeniden kar ıla madan once bir kaç ay geçti / araya girdi) 2. Police had to intervene when protesters blocked traffic. (Protestocular trafi i kapayınca polis araya girdi/müdahele etti) intervention intırven ın 1 n Müdahele (interference) We do not need further government intervention. (Daha fazla hükümet müdahelesine ihtiyacımız yok) quarrel kwarıl 1 n Tartı ma, kavga (argument, dispute, fight) We had the usual family quarrel about who should take the dog out. (Köpe i kimin dı arı çıkaraca ı hakkında geleneksel bir aile kavgamız vardı) address ıdres 2 v 1. konu mak, konu ma yapmak 2.yönlendirmek 3. yollamak, yazmak 1. He turned his head to address me. (Bana hitap etmek için kafasını çevirdi) 2. All enquiries should be addressed to head office. (Tüm sorular idari ofise yönlendirilmeli) 3. This letter is addressed to Alice McQueen. (Bu mektup Alice McQuenn’e yazılmı address ıdres 3 n 1.adres 2.konu ma, demeç 2. The president is to deliver a televised address to the country. (Ba kan ülkeye hitaben bir televizyon konu ması yapacak) unfavorable anfeyvırıbıl . adj 1.olumsuz, ters (adverse) 2.elveri siz, uygun olmayan 1.The report makes unfavourable comparisons with the system used in France. (Rapor Fransa’da kullanılan sisteme ili kin istenmeyen kar ıla tırmalar yapıyor) 2. They had finally gained independence, but on very unfavourable terms. (Nihayet ba ımsızlıklarını kazandılar, ama çok elveri siz ko ullarla) presume prizyu:m 1 v varsaymak (assume) Your argument presumes that everyone understands the issue. (Argümanınız herkesin meseleyi anlamı oldu unu varsayıyor.) presumption prizamp ın . n 1.varsayım (assumption) 2.kendini be enmi lik 1. a presumption of innocence (bir masumiyet varsayımı) 2. She was enraged at his presumption (Kibirli tavırlarına çok sinirlendi) foresee Forsi: . v Önceden görmek (predict) Who could have foreseen such problems? (Kim böylesi problemleri önceden tahmin edebilirdi / ki?) deprive SO of diprayv 1 vt -den mahrum etmek The courts cannot deprive me of the right to see my child. (Mahkeme beni, çocu umu görmek hakkından mahrum edemez) deprived diprayvt 1 adj Yoksun, mahrum people living in deprived area (yoksun bölgelerde ya ayan halk) efficiency ifi ınsi 2 n Yetkinlik, verimlilik (competence) The inspectors were impressed by the speed and efficiency of the new system. (Müfetti ler yeni sistemin hız ve verimlili nden etkilendiler)
  • 16. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 16 dam De:m . n 1.baraj, set, su bendi 2.anne at, anne koyun 1. Build a dam across the river (Nehrin önüne bir set yap) possess pızes 3 vt sahip olmak, -si olmak: (have, own) He possesses two cars. ( ki arabası var.) They do not possess the necessary technical knowledge. (Gerekli teknik bilgiye sahip de iller.) temper tempır 2 n 1.çabuk öfkelenme huyu 2.hava, huy 3.anlık öfke, öfke krizi 4.sertlik esneklik derecesi (demir vs için) 1. That temper of yours is going to get you into trouble. (Senin bu çabuk öfkelenme huyun ba ını belaya sokacak) 2. He seems to be in a good temper. (Havasında gözüküyor) 3. be in a temper: He doesn’t mean what he says when he’s in a temper (Öfke nöbetine girdi inde söylediklerinde aslında öyle demek istemiyordur) have a short temper: He’s not a bad boss, but he has a short temper. (Kötü bir patron de il ama çabuk öfkeleniyor) get/fly into a temper: When she refused to help, he flew into a temper. (Yardım etmeyi reddedince öfke krizine girdi) She hardly ever lost her temper. (Hiç öfkeye kapılmaz) temper tempır v 1.dengelemek, nötralize etm. etkisini azaltmak 2.akort etmek 1.Their idealism is tempered with realism. ( dealizmleri realism ile dengeleniyor) hot, sunny days tempered by a light breeze (hafif bir rüzgarla etkisi azalmı sıcak, güne li günler) out of temper Öfkeden deliye dönmü He was out of temper. (Öfkeden deliye dönmü tü) bad-tempered adj Asabi, uzla maz, huysuz (irritable, complaining, disagreeable) In a heatwave many people become increasingly bad-tempered. (Bir sıcak hava dalgasında ço u insan ziyadesiyle huysuzla ır) expense ikspens 3 n 1.harcama (expenditure) 2.eder, paha, fiyat (cost) 3.harcama, gider (ço ul, -s) (expenditure) 1. Rent is our biggest expense. (Kira en büyük harcamamız) 2. A powerful computer is worth the expense if you use it regularly. (Kuvvetli bir bilgisayar, e er düzenli kullanıyorsan, fiyatına de er) 3. The company pays all our expenses.( irket tüm harcamaları kar ılamaktadır) conclusive kınklu:siv 1 adj kesin, kat’i, son, nihai a conclusive proof that he was the murderer (Katilin o oldu una ili kin kesin bir kanıt) conclusive evidence (kesin / nihai kanıt) rainfall reynfo:l . n Ya ı miktarı Annual rainfall was lower last year than ever before. (Yıllık dü en ya ı miktarı geçen yıl daha önce olmadı ı kadar azdı) afford ıford 3 vt 1.güç yetirebilmek (ekonomik) 2.sa lamak, temin etmek 1. I’m not sure how they are able to afford such expensive holidays. (Böylesi pahalı tatillere nasıl güç yetirebiliyorlar emin de ilim) 2. The vaccination also affords protection against polio. (A ı aynı zamanda çocuk felcine kar ı koruma sa lar) acquire ıkwayr 2 vt 1. elde etmek, edinmek, almak, kapmak. 2. kazanmak acquire a bad reputation (kötü bir öhret kazanmak.) Any drug user who shares a needle is at risk of acquiring AIDS. (Tek i neyi payla an herhangi bir uyu turucu kullanıcısı AIDS kapma riski altındadır) carry out 3 phv Uygulamak, tatbik etmek (do, perform, accomplish) 1.She carried out a new scheme. (Yeni bir projeyi tatbik etti) vanish veni 2 vi 1.Gözden kaybolmak (disappear) 2.yok olmak (become extinct) 1.One moment she was there, the next she got vanished. (Bir an oradaydı, sonra yok oluverdi) 2. Humanitarian ideals seem to have totally vanished. ( nsancıl idealler tümüyle yok olmu gözüküyor) deteriorate ditiriyıreyt 1 vt Kötüle mek (worsen) The weather deteriorated rapidly so the game was abandoned. (Hava hızla bozdu/kötüle ti bu yüzden oyun terkedildi) commit kımit’ 3 v 1.bir suç vs i lemek 2.söz vermek 3.zorlamak, mecbur etmek (oblige, compel) 4.uzun vadeli bir ili kiye kara vermek 5.cezaevine/hastaneye/tımar- haneye yollamak […SB to SW] 1.Commit a crime / suicide / murder / a robbery (Bir suç i lemek / intihar etmek / cinayet i lemek / bir soygun yapmak), 2. I do not want to commit to any particular date. (Herhangi bir tarih için söz vermek istemiyorum) 3.The agreement commits them to a minimum number of performances per year. (Anla ma onları her yıl minimum bir rakama mecbur diyor) 4.He’s not ready to commit. (Henüz ciddi bir ili kiye karar vermeye hazır de il) 5. The judge committed the men to prison for contempt of court. (Yargıç adamları mahkemeye saygısızlıklarından dolayı hapse yolladı)
  • 17. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 17 lack of ST 3 n Bir eyin noksanlı ı, eksikli i / -sizlik lack of support (destek yoksunlu u) lack of interest (Ilgisizlik) submit sıbmit 3 v 1. teslim etmek (put forward, present) 2. teslim olmak (surrender, give in) 3. (kanun vs) uymak 4. ifade vermek (mahkeme vs) 1. The plans will be submitted next week. (Planlar gelecek hafta teslim edilecek) 2. In the end, they submitted to the Americans. (Sonunda Amerikalılara teslim oldular) 3. All countries in the European Union must submit to its laws. (Avrupa Birli indeki tüm ülkeler onun kanunlarına uymak zorundadır) find out 3 v 1.ö renmek, farketmek (realize, learn, discover) 2 ortaya çıkarmak (reveal, expose, uncover, unmask) 1. We may never find out the truth about what happened. (Ne oldu u hakkındaki gerçe i asla ö renemeyebiliriz.) 2. It was only a matter of time before someone found him out. (Birisinin onun ne menem birisi oldu unu ortaya çıkarması artık sadece bir an meselesiydi) retirement ritayırmınt 1 n emeklilik Bob plans to take retirement at age 50. (Bob 50 ya ında emekli olmayı planlıyor) board bo:rd 3 n 1.tahta 2.ilan tahtası (pano) 3.(yönetim) kurulu 4.yemek (otel vs gibi yerlerde) 2.The train station has an electronic board showing all departure times. (Tren istasyonu tüm kalkı ları gösteren elektronik bir ilan panosuna sahip) 3.The local school board is trying to raise teachers’ salaries. (Yerel okul yönetim kurulu ö retmenlerin maa larını arturmaya çalı ıyor) 4. She gets £70 a week plus board and lodging. (Haftada 70 Sterlin alıyor, artı yemek ve yatacak ) adequate e:dikvıt 3 adj yeterli, kafi (enough, sufficient) The big house is perfectly adequate for just the two of us. (Büyük ev sadece ikimize tam anlamıyla kafi gelir) approximately ıpraksimıtli 2 adv Yakla ık (roughly) Approximately 60000 people filled the stadium. (Yakla ık 60000 insan stadyumu doldurdu) vague veig 2 adj 1.belirsiz, net olmayan, bulanık, üpheli Witnesses gave only a vague description of the driver. (Tanıklar sürücünün sadece belirsiz bir e kalini verdiler.) audience O diıns 3 n Dinleyici, seyirci vs. She would be addressing an audience of three thousand teachers. (Üç bin ö retmenden olu an bir dinleyici grubuna hitap ediyor olacaktı) target audience 3 ph Hedef kitle Our target audience has always been the affluent under 30s. (Bizim hedef kitlemiz her zaman 30 ya ın altındaki varlıklı insanlar olmu tur) imperative imperıtiv . adj 1.zorunlu, çok önemli (vital, crucial, essential, necessary) 2.emredici (grammar vs) Long-term investing is risky, and careful planning is imperative. (Uzun vadeli yatırım yapmak riskli, ve dikkatli planlama yapmak zorunludur.) imperative imperıtiv . n zorunluluk Solidarity between rich and poor nations is a moral imperative. (Zengin ve yoksul arasındaki dayanı ma bir ahlaki zorunluluktur.) draft dra:ft 2 n 1.taslak, müsvedde (outline) 2.askere alma (conscription) 3.içki I showed David a draft of the letter and he suggested a few changes. (Mektubun tasla ını David’e gösterdim, bir kaç de i iklik tavsiye etti) draft 2 v 1.taslak çıkarmak 2.askere almak (into) 1.The government’s first task was to draft a new constitution for the country. (Hükümetin ilk i i ülke için yeni bir anayasa tasla ı hazırlamak oldu) 2.He was drafted into the army in 1942. (Orduya 1942’de alındı) scholarship skalır ip 1 n 1.burs 2.ilim, akademik çalı ma 1. She won a scholarship to Oxford. (Oxford için bir burs kazandı) 2. The universities have a tradition of specialized scholarship. (Üniversiteler ihtisasla mı ilmi çalı ma gelene ine sahiptirler) redundant ridandınt 2 adj Fazlalık (superflous), gere inden fazla, gereksiz (unnecessary) Computers have made our paper records redundant. (Bilgisayarlar ka ıt kayıtlarımızı gereksiz yaptı) redundant workers (fazlalık olan i çiler) to be made redundant 2 ten çıkarılmak 5,000 miners were made redundant when the tin market collapsed. (Teneke piyasası çökünce 5000 madenci i ten çıkarıldı) compensation kampınsey ın 2 n tazminat (damages) Victims of the world’s largest industrial accident were paid $470 million compensation. (Dünyanın en büyük endüstri kazasının kurbanlarına 470 milyon dolar tazminat ödendi) flexible fleksıbıl 2 adj 1.elastik, esnek 2.esnek, uyum sa lar 1.a flexible rubber strip (esnek bir plastik/silgi dilimi) 2.A more flexible approach to childcare arrangements is needed. (Çocuk bakıcılı ı düzenlemelerine daha esnek bir yakla ım gerekmekte)
  • 18. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 18 take measures Önlem almak Stronger measures have to be taken to bring down unemployment. ( sizli i azaltmak için daha kuvvetli tedbirler alınmak zorunda) contribution kantribyu ın 3 n 1.Katkı 2.gazete’de makale vs. This programme could not have been successful without Ken’s valuable contribution. (Bu program Ken’in kıymetli katkıları olmaksızın – muhtemelen- ba arılı olmazdı.) contributions kantribyu ın 3 n Kesinti, sonraki bir yarar için düzenli ödenen para Pension contributions have risen steadily over the last few years. (Emeklilik kesintileri son yıllarda düzenli olarak yükselmi tir) scenery si:nıri 1 n 1.do al manzara 2.tiyatro dekor 1. Switzerland has some spectacular scenery. ( sviçre bazı harikulade manzaralara sahiptir) threat thret 3 n 1.tehdit (warning, menace) 2.tehlike (danger, hazard) 1. He had received death threats. (Ölüm tehditleri almı tı) 2.a threat to freedom/democracy (demokrasiye / özgürlü e bir tehdit/tehlike) He saw the other man as a real threat to his marriage. (Di er adamı evlili i için bir tehdit/tehlike olarak görüyordu) construction kınstrak ın 3 n 1. yapı, in aat. 2. yorum, tefsir. 3. dilbilgisi yapı 4. geometri çizim. 1. He works in construction. ( n aat i inde çalı ıyor) The dam is still under construction. (Baraj hala in a halinde/yapım a amasında) The cathedral is a fantastic modern construction. Katedral harika bir modern yapı) 2. We both heard what he said, but she put quite a different construction on it. ( kimiz de ne dedi ini i ittik ama o (bayan) sözü epey farklı bir yorumladı.) 3. difficult grammatical constructions (zor gramatik yapılar) concrete kankri:t 2 adj 1. somut. 2. beton. 1. Do you have any concrete evidence to support these allegations? (Bu varsayımları desteklemek için herhangi bir somut kanıtınız var mı?) 2. ugly concrete tower blocks (çirkin beton kule eklinde bloklar) willing willing 3 adj 1.gönüllü, hevesli (keen) 2.içten (ready) 1.Try not to seem too willing to help. (Yardım etmeye çok hevesli de ilmi sin gibi gözükmeye çalı ) 2. a willing helper/partner/volunteer (içten bir yardımcı/ortak/gönüllü) overtake ovırteyk 1 v 1.geçmek, sollamak (pass) 2.geçmek 1.That’s a dangerous place to overtake. (Sollamak için tehlikeli bir yer) 2. The women students seem to be overtaking the men. (Bayan ö renciler erkekleri geçmi gözüküyor) Sales look like overtaking last year’s total. (Satı lar geçen yılın toplamını sollamı gibi gözüküyor) take over teyk ovır 1.kontrolünü almak (conquest) 2.yerini almak, devralmak 1. Gibraltar was taken over by Spain in 1462. (Gibraltar’ın kontrolü 1462’de spanya’nın eline geçti) 2. Can you take over the cooking while I walk the dog? (Ben köpe i gezdirirken sen pi irme i ini devralır mısın?) undertake andırteyk 2 v 1.üzerine almak, üstlenmek 2.bir i e ba lamak 3.söz vermek 1. The court will undertake a serious examination of the case. (Mahkeme davanın ciddi bir incelenmesini üstlenecek) 2. It is one of the largest dam projects ever undertaken. (Bu imdiye kadar ba lanan en geni baraj/set projelerden biri) 3. To join the club, you have to undertake to buy a minimum of six books a year. (Kulübe katılmak için, yılda en az 6 kitap almayı taahhüt etmelisin) evolution i:vulu: ın 2 n Evrim (development) The new fossil finds may tell us more about human evolution. (Yeni fosil bulguları bize insanlı ın evrimi hakkında daha fazla bir eyler söyleyebilir) outcome 3 n Sonuç (result, ending) A second game will be played to determine the outcome. ( kinci bir oyun sonucu saptamak için oynanacak) on account of 3 -den dolayı, yüzünden (owing to, because of, due to, through) She can’t work much on account of the children. (Çocuklar-ı yüzünden çok çalı amıyor) on no account 3 asla, katiyen (by no means, under no circumstances, in no way) On no account should the soldiers be blamed for what happened. (Hiçbir surette askerler olanlardan dolayı suçlanmamalı) basin beysin 2 n 1. le en [BrE] 2. liman, havuz. 3. havza. 4. çukur, havza (sink) 2.a yacht basin (bir yat limanı) 3.the Amazon Basin (Amazon Havzası) 4.the Pacifik Basin (Pasifik Havzası / Çukuru)
  • 19. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 19 chamber çembır 2 n 1. oda (room) 2. kamara, yasama meclisi (assembly room) 3. makine,insan, bitki vs. yatak, bo luk, bölme (hollow) 4. kapalı bo luk (hollow) 5. yatak odası, özel oda [eski] 1.a burial chamber (bir defin odası) gas chamber (gaz odası) 2. The members left the council chamber. (Üyeler konsey kamarasını terkettiler) The senate / House chamber (Senato /Meclis Kamarası) 3. the chambers of the heart (kalp bo lu u) the chamber of a gun (bir silahın mermi yata ı) the rocket’s combustion chamber (roketin yanma bo lu u/odası) 4.They found themselves in a vast underground chamber. (Kendilerini geni bir yer altı bo lu unda buldular) chiefly çi:fli 1 adv ba lıca, ço unlukla, daha çok (primarily, mainly) We are chiefly concerned with improving educational standards. (Biz ço unlukla e itim standartlarını geli tirmeyle ilgileniyoruz) adjust ıcast 2 v ayar etmek, ayarlamak (regulate) Watch out for sharp bends and adjust your speed accordingly. (Keskin virajlara dikkat et ve hızını duruma göre ayarla) adjust to ST / doing ST 2 v [bir eye, bir ey yapmaya] alı mak (get used to, become accustomed to) It took her a while to adjust to living alone after the divoce. (Bo anmadan sonra yalnız ya amaya alı ması biraz zaman aldı) alter oltır 2 v 1. de i tirmek (change, modify) 2. de i mek. 1. Nothing can alter the fact that we are to blame. (Hiçbir ey bizim suçlanmamız gerekti i gerçe ini de i tiremez) 2. Property price did not significantly alter during 1999. (Emlak fiyatları 1999 yılı müddetince önemli bir miktar de i medi.) degrade digreyd . v 1. a a ılamak (disgrace) 2. bozmak (decay) 3.bile enlerine ayırmak [kimya] 1.This poster is offensive and degrades women. (Bu poster saldırgan ve kadınları a a ılıyor.) 2. Under no circumstances can the quality of nursing be allowed to be degraded. (Hiçbir ko ulda hem ireli in kalitesinin bozulmasına izin verilemez) competence [+in] kampitıns 2 n 1. yeterlik, kifayet 2. yetenek. 3. ehliyet, yetki. 1.to gain a high level of competence in English ( ngilizce’de yüksek bir seviyede yeterlik kazanmak) 2.The syllabus lists the knowledge and competences required at this level. (Özet, bu seviyede gerekli olan bilgi ve yetene i listelemektedir.) 3.the competence of the court (mahkemenin yetkisi / ehliyeti) consistent kınsistınt 2 adj tutarlı. She is not very consistent in the way she treats her children. (Çocuklarına davranı biçiminde tutarlı de il) catastrophe kıte:strıfi . n afet, felaket (disaster) Early warnings of rising water levels prevented another major catastrophe. (Su seviyesi yükselmesi hususndaki erken uyarı di er bir büyük felaketi engelledi) exceed iksi:d 2 v geçmek, a mak. The price will not exceed $100. (Fiyat 100$ a mamalı) exceedingly iksi:dingli . adv fazlasıyla, çok, son derece (extremely) You are extremely old. (Sen son derece ya lısın) entirely intayırli: 3 adv büsbütün, tamamıyla, tamamen. (completely) That’s an entirely different matter. (Bu tamamiyle ba ka bir mesele) divide divayd 3 v 1. bölmek, ayırmak (split, separate) 2. bölünmek, ayrılmak 1.The issue has divided the country. (Mesele ülkeyi böldü) 2.The cells began to divide rapidly. (Hücreler hızla bölünmeye ba ladı) divide ST up/out 3 v [+between/among SB] payla tırmak, üle tirmek, taksim etmek (share) Jack divided up the rest of the cash. (Jack paranın geri kalanını payla tırdı / da ıttı) We divided the work between us. ( i aramızda payla tık) persuade pırsweyd 3 v kna etmek Please try to persuade him. (Lütfen çabala ve onu ikna et) struggle stragıl 2 v 1.çabalamak [+for] 2.güçlükle ilerlemek 3.ile/kar ı mücadele etmek (with/against) 1. A country struggling for independence (ba ımsızlık için çabalayan bir ülke) 2. Paul struggled out of his wheelchair. (Paul çabalayarak tekerlekli sandalyesinden çıktı) 3. He struggled against cancer for two years. ( ki yıl boyunca kanserle mücadele etti / kansere kar ı sava tı) struggle stragıl 2 n 1.çaba, mücadele [+for] 2.güçlük, zorluk 1.a struggle for freedom (bir özgürlük mücadelesi) 2.It was a real struggle to be ready on time. (Zamanında hazır olmak gerçek bir zorluktu)
  • 20. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 20 appropriate ıproupriıt 2 adj Uygun (suitable) [+for] (OPP inappropriate) Jeans are not appropriate for a formal party. (Kot resmi bir parti için uygun de ildir) appropriate ıproupriyeyt . v 1.Kendi çıkarına kullanmak 2.ayırmak, tahsis etmek 1.He was accused of appropriating club funds. (Klüp parasını kendi çıkarına kullanmakla suçlanıyor.) 2.Five million dollars has been appropriated for research into the disease. (Be milyon dolar hastalık hakkındaki ara tırmaya tahsis edilmi tir.) intuition intyu ın . n 1.Sezgi, iç güdü (instinct) 2.his 1.Intuition told her that he had spoken the truth. (Sezgileri adamın do ruyu söyledi ini söylüyordu) 2.I had an intuition that something awful was about to happen. ( çimde kötü bir eyler olmak üzere oldu una dair bir his vardı) reluctant rilaktınt 2 adj gönülsüz, isteksiz. She was reluctant to discuss the case in any detail. (Meseleyi herhangi bir ekilde teferruatıyla tartı mak hususunda isteksizdi) implement implımınt 2 vt yerine getirmek, uygulamak, yapmak (carry out, do) (yasa, karar v.b.'ni) yürürlü e koymak (put into practise) Attempts to implement change have met with strong opposition. (De i iklik yapma te ebbüsleri sert muhalefetle kar ıla tı) The agreement was signed but its recommendations were never implemented. (Anla ma imzalandı ama tavsiyeleri asla yerine getirilmedi) burn börn 3 v yanmak; yakmak (be on fire) ; (destroy by fire) Demonstrators burned flags outside the embassy. (Göstericiler elçilik önünde bayrak yaktı) delighted with dilaytid 3 adj -e çok sevinmi , ile mutlu (+ with) (+ to do) We’re delighted with our new grandson. (Yeni torunumuza çok sevindik) I was delighted to see my old friends again. (Eski arkada larımı yeniden görmekten dolayı mutluydum.) assess ıses 2 vt 1. de er biçmek, kıymet takdir etmek (measure) 2. (para miktarını) tayin etmek, hesaplamak 3. de erlendirmek, bir eyin niteli ini tayin etmek (evaluate, judge) 1.He assessed their house at ten thousand dollars. (Evlerine on bin dolar de er biçti.) 2.Have you assessed the amount of the damage? (Zararın miktarını hesapladınız mı?) 3. We tried to assess his suitability for the job. ( e uygunlu unu de erlendirmeye çalı tık) integrate intigreyt 2 v 1. bütünlemek/bütünle mek 2. [+with] ile birle tirmek. 3. [+into] -e katmak 1.They have not made any effort to integrate the local community. (Yerel topluluk ile bütünle mek için hiç bir çaba göstermediler) 2.These programs can be integrated with your software. (Bu programlar senin yazılımın ile birle tirilebilir.) 3.He integrated the letters into his book. (Mektupları kitabına kattı.) considerate kınsidırıt . adj Dü ünceli, nazik (thoughtful) It was very considerate of you to include me. (Beni dahil etmen çok dü üncelice bir davranı tı.) existence igzistıns 3 n 1. varlık, varolu . 2. hayat, ya am. 1.The tests confirm the existence of a brain tumour. (Testler bir beyin tümörünün varlı ını do ruluyor.) 2. We led a poor but happy enough existence as children. (Biz çocukken fakir fakat yeterince mutlu bir ya am sürdük) absence e:bsıns 3 n yokluk; bulunmama We felt her absence. (Yoklu unu hissettik.) He returned after an absence of five months. (Be aylık bir aradan sonra döndü.) confront kınfrant 2 vt 1. [with] belgeleri gösterip yanıt istemek 2. kar ısına çıkmak; önünü kesmek. 3. yüzle mek (deal with) 1. When confronted with the documents, Hunter admitted the charges against him.(Belgeler kendisine sunulunca, Hunter aleyhine yapılan suçlamaları kabul etti) 2. The guard on duty was confronted by an armed man.(Görevli korumanın silahlı bir adam tarafından önü kesildi) 3. Can you confront such dangers? (Böyle tehlikelerle yüzle ebilir misin?) The problems confronting the church (Kiliseyi bekleyen problemler-kilisenin yüzyüze oldu u sorunlar) anxious engk ıs 2 adj 1.endi eli, gergin, tasalı. 2.sabırsız, çok istiyor (eager) 3.tedirgin (nervous) 1. We had an anxious few moments while the results were coming through. (Sonuçlar gelmeye ba ladı ında endi eli bir kaç dakika ya adık) 2. We’re anxious to hear from anyone who can help. (Sabırsızlıkla yardım edebilecek birinden haber bekliyoruz) 3. His silence made me anxious. (Sessizli i beni tedirgin etti) heaven hevın 2 n 1.Cennet (Tanrı ve meleklerin ya adı ı yer) 2. literary Tanrı 3.plural gökler 1. Christians believe that Jesus ascended into Heaven. (Hristiyanlar Hz. sa’nın cennete/gö e yükseldi ine inanırlar.) 2. I pray to Heaven. (Allah’a ibadet/dua ederim) 3. The heavens shook with thunder. (Gökler gökgürlemesiyle sarsıldı)
  • 21. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 21 rebel rebıl r n Asi (mutineer) Fighting between the rebels and government troops continues in the north. (Hükümet birlikleri ile asiler rasındaki çatı ma kuzeyde devam ediyor) rebel rebıl adj Asi, isyan etmi , isyankar a rebel leader/general (isyan etmi bir lider / general) rebel forces/troops (isyan kuvvetleri / birlikleri) The town fell into rebel hands. (Kasaba asilerin eline geçti) rebel ribel . v [against] syan etmek (rise up) When senior army officers rebelled, the President was forced to flee the country. (Kıdemli ordu subayları isyan edince, ba kan ülkeden kaçmaya mecbur oldu) mine mayn 1 n 1. maden, maden oca ı. 2. hazine, kaynak. 3. askeri mayın. 2. The Internet is a mine of information on gardening. ( nternet bahçıvanlık bilgisi hakkında (adeta) bir madendir) mine [mining] 1 v 1. madencilik kazıp çıkarmak. 2. askeri mayın dö emek, mayınlamak. 1.People still mine for coal in this area. ( nsanlar bu alanda hala kömür madencili i yapıyorlar/kömür madeni için kazı yapıyorlar.) 2.The road was heavily mined. (Yol yo un biçimde mayınlanmı .) influence influıns 3 n etki, tesir, nüfuz (effect) Without his famous father’s influence, he would never have got the job. (Me hur babasının nüfuzu olmasaydı, bu i i asla alamazdı) influence 3 v etkilemek, tesir etmek (affect) Research has shown that the weather can influence people’s behaviour (Ara tırmalar havanın insan davranı larını etkileyebildi ini göstermi tir) recognize rekıgnayz 3 v 1. tanımak 2. kabul etmek, haklı bulmak. (önemini, gerçekli ini, de erini) anlamak. (accept) 3. onaylamak, tanımak. 4. takdir etmek 1. I hardly recognized you with a beard! (Seni sakallı tanıyamadım) 2. The importance of Michael’s contribution is generally recognized. (Michael’ın katkılarının önemi genellikle kabul edilir) 3. Many countries refused to recognize Macedonia. (Pek çok ülke Makedonya’yı tanımayı reddetti) 4. Today, her achievement was recognized with a civic reception. (Bugün, onun ba arısı bir halk töreni ile takdir edildi) aircraft eırkra:ft 2 n uçak; uçaklar. (plane) military/commercial aircraft (askeri / ticari uçak) germinate cörmıneyt . v (tohum) çimlenmek; (bitki) tohum verme It’s been too cold for seeds to germinate properly. (Hava tohumların çimlenmesi için çok so uk) -LITERARY- A sense of unease began to germinate in the group. (Grupta bir huzursuzluk hissi ye ermeye ba ladı) literal lit(ı)rıl 1 adj kelimesi kelimesine, harfi harfine, lafzî 1. He is clearly not using the word ‘dead’ in its literal sense. (Açık ki “ölü” sözcü ünü kelime anlamıyla kullanmıyor) a literal translation (bir kelimesi kelimesine çeviri) literature litrıçır 3 n yazın, edebiyat. She is studying German language and literature. (Alman dili ve edebiyatında okuyor) literary litrıri 2 adj yazınsal, edebi. / edebiyata ait a respected literary critic (saygın bir edebiyat ele tirmeni) She is not a literary writer. (O bir edebiyat yazarı de il) literate litırıt . adj okuryazar. (OPP illiterate) Only 20 per cent of women in the country are literate. (Ülkedeki kadınların sadece %20’si okur yazar) appraisal ıpreyzıl 1 n de erlendirme, kıymet takdir etme. (assessment, evaluation) a critical appraisal of the government’s economic strategy (hükümetin ekonomik stratejisinin önemli bir de erlendirmesi) crucial kru: ıl 3 adj çok önemli, can alıcı, kritik. Experience is, of course, a crucial factor in deciding who would be the best person for the job. (Tecrübe, tabii ki, kimin i e en uygun ki i oldu una karar vermede çok önemli bir etken) estimate estimıt 3 n 1. tahmin, kestirme (guess) 2. tahmini hesap (costing) The figure mentioned is a very rough estimate. (Zikredilen rakam hayli kabaca bir tahmin) 2. The committee are currently getting estimates for repairs to the stonework. (Komite u anda ta i çili inin tamirinin tahmini hesabını yapıyor) estimate estimeyt 3 v tahmin etmek, kestirmek. (guess, assess) It’s difficult to estimate the cost of making your house safe. (Evini güvenli yapmanın maliyetini tahmin etmek güç.) common kamın 3 adj 1. mü terek, ortak; beraber yapılan (shared) 2. yaygın, sıkça rastlanan (widespread, usual) 3.adi, baya ı, basit 4.sıradan, normal (ordinary) 1.common defense (ortak savunma) common enemy (ortak dü man) common grave (ortak mezar) common prayer (cemaat namazı / ibadeti, toplu dua) 2.a common sentiment (yaygın bir his) 3.There was something common about her. (Onda baya ı/basit bir eyler vardı.) 4. This is true both for the philosopher and the common man. (Bu hem filozof hem de sıradan insan için do rudur/geçerlidir)
  • 22. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 22 in common 3 Ortak, mü terek, benzer, gibi Britain, in common with other European countries, has abolished the death penalty. (Britanya, di er Avrupa ülkeleri gibi, idam cezasını kaldırmı tır) I have nothing in common with him. (Onunla ortak hiçbir eyim yok.) abrupt ıbrapt Adj 1. ani; beklenmedik. (sudden) 2. ani ve nezaketsiz. (rude) 3. dik, sarp. (sharp) 1.Our friendship came to an abrupt end. (Arkada lı ımız ani bir sona geldi) 2.The sales clerks were abrupt and impatient with the customers. (Satıcı tezgahtarlar mü teriler kar ı nezaketsiz / dik ve sabırsızlar) grasp gra:sp 2 v 1.sıkıca tutmak 2.anlamak, kavramak 1. He grasped her firmly by the shoulders. (Onu omuzlarından sıkıca tuttu) 2. He was finding it difficult to grasp the rules of the game. (Oyunun kurallarını kavramak ona zor geliyordu) fortress fortrıs . n kale The fortress commands the shortest Channel crossing. (Kale en kısa kanal geçidine nazır durumda / bakıyor / hakim) post poust 3 n 1.Posta, mektup (mail) 2.direk, kazık (goalpost=kale dire i) 3.memuriyet-makam (job) 4.karakol, polis noktası, ordugah vs. 5.biti (at yarı ı) 1.There was no post for you today. (Sana bugün posta yoktu) The letter I was waiting for wasn’t in the first post. (Bekledi im mektup ilk postada yoktu) 2. His first shot hit the post. ( lk atı ı direkte patladı / dire e çarptı) 3. The Prime Minister appointed her to the post of ambassador. (Ba bakan onu büyükelçilik makamına atadı) 4. a police/customs/military post (bir polis/gümrük/ordu karakolu) 5. winning post (biti noktası/dire i) post poust 2 v 1.mektup postalamak 2.afi asmak, ilan etmek (post up) 3.konumlandırmak (station) 2. The menu and prices are posted outside the door. (Menü ve fiyatlar kapının dı ında ilan ediliyor) 3. Extra guards were posted at the border crossing. (Fazladan korumalar sınır geçidine yerle tirildiler) discharge from disçarc 2 v 1.terhis, taburcu etmek (release) 2.dı arı vermek / açı a çıkmak (gaz, sıvı vs) 3.silah ate almak 4.elek. de arj olmak 5.görevini yapmak 1.The child was discharged from hospital. (Çocuk hastaneden taburcu oldu) 2.The mercury discharged from a local chemical plant. (Civa yerel bir kimyasal fabrikadan açı a çıktı) ratify re:tifay . vt Onaylamak (approve) The treaty still has to be ratified by EU heads of state. (Anla ma hala AB ülke ba kanları tarafından onaylanmak zorunda) ratification re.tifikey ın . n Onaylama / onaylanma Ratification of a law (bir yasanın onaylanması) partial par ıl 2 adj 1.kısmen, kısmi 2.yanlı, taraflı 1.a partial withdrawal from enemy territory (dü man hattından kısmî bir çekili ) 2. The referee was clearly partial towards the other side. (Hakem açıkça di er takım lehine taraflıydı) impartial impar ıl . adj Yansız, tarafsız Judges need to be impartial. (Yargıçlar yansız olmalı) wage / wages weyc 3 n Ücret (i çiye verilen para) daily/hourly/weekly wage (günlük/saatlik/haftalık ücret) wage v Sava ba latmak / sürdürmek The government has pledged to wage war on drugs. (Hükümet uyu turucu konusunda bir sava ba lataca ına söz verdi) settle setıl 3 v 1.çözüme kavu turmak 2.tüm borçlarını ödemek 3.kesin karar vermek (decide) 4.yere dü mek-temas etmek 5.bir yere yerle mek (stay) 6.yava yava batmak (sink) 7. rahatlatmak/rahatlatmak 8.yatı tırmak, sakinle tirmek (DOWN) (relax) 9.koymak, yerle tirmek 10.etkili olmak (OVER,ON,IN) 11.konmak 12.bakı ları kilitlenmek 1. We are going to settle our differences. (Farklılıklarımızı çözüme kavu turaca ız) 2. The notice says he has 30 days to settle his bill. ( hbarname, faturasını ödemesi için 30 günü var diyor) 3. It was settled that they would leave before dark. (Karanlıktan önce ayrılmalarına / gitmelerine karar verildi) 4. Flakes of snow settled on the windscreen ( nce kar tabakası ön cama dü tü) 5. Her relatives had come to America and settled in Boston. (Akrabaları Amerikaya gelmi ve Boston’a yerle mi ler.) 7. I settled back into a comfortable chair and waited. (Rahat bir sandalyeye kurulup bekledim) 8. Let your stomach settle before having anything to eat. (Bırak da miden bir ey yemeden önce yatı sın) 9. He settled her pack on her back (Paketini sırtına koydu) 10. Fear settled over her heart. (Korku kalbini etkiledi) 11. A large fly settled on the bread. (Büyük bir sinek ekme e kondu) 12. Her eyes settled on the man in the corner (Gözleri kö edeki adamda kilitlendi)
  • 23. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 23 extent ikstent . n Derece, boyut, radde We were shocked by the extent of the damage. (Zararın boyutuyla oke olduk) to some/a certain/a limited extent Kısmen, bir dereceye kadar To a certain extent, I was relieved. (Bir dereceye kadar, rahatladım) to a large/great extent Ço unlukla, büyük oranda The complaints were to a large extent valid. ( ikayetler büyük oranda do ru/yerinde) to a lesser/greater extent Daha az/çok oranda A child’s values come from its parents and, to a lesser extent, from its schooling. (Çocu un de erleri ebeveyninden, daha küçük bir oranda da, okulundan kaynaklanır) vapo(u)r veypır . n buhar (steam) Tom rubbed the vapour from the window. (Tom pencereden buharı sildi) deputy depyuti 3 n 1. yardımcı, muavin 2. milletvekili (Fransa’da) 1. the deputy ambassador to Sweden ( sveç’e büyükelçi muavini) as yet 3 henüz, imdilik, imdiye kadar A deal is still being worked out, but as yet nothing is finalized. (Bir anla ma üzerinde hala çalı ılıyor, fakat imdilik hiçbir ey sonuçlandırılmadı) liaison lieyzın 1 n 1.ba lantı, irtibat 2.gizli cinsel ili ki 1.There needs to be closer liaison between the various departments. (De i ik departmanlar arasında daha yakın bir irtibata ihtiyaç var) destructive distraktiv adj Yıkıcı, zararlı (zıttı constructive) the destructive effect of unemployment on individuals (i sizli in bireyler üzerindeki yıkıcı etkisi) appeal ıpi:l 3 n 1. cazibe (charm) 2. yalvarı , istek, talep (plea) (make request) 3. hukuk temyiz 1. How do you explain the appeal of horror films? (Korku filmlerinin cazibesini nasıl açıklıyorsun?) 2.The police have renewed their appeal for help from the public. (Polis te kilatı halktan yardım talebini yineledi) 3. Jones has been released on bail until there is an appeal. (Jones bir temyiz oluncaya kadar kefaletle serbest bırakıldı) appeal ıpi:l 3 vt 1.yardım istemek, ça rıda bulunmak 2.çekici gelmek (appeal to) 3.temyize gitmek 1.Police have appealed for witnesses to the accident. (Polis kaza tanıkları/dan yardım talep etti/ için ça rıda bulundu) As the crisis grew worse, local community leaders appealed for unity. (Kriz kötüle ince, yerel toplum liderleri birlik ça rısında bulundu) She appealed to her former husband to return their baby son. (Önceki kocasına, bebelerini iade etmesi için ça rıda bulundu) 2. The show’s direct approach will appeal to children. (Gösterinin do rudan yakla ımı çocuklara çekici gelecek) 3.Green’s family say they will appeal against the verdict. (Green ailesi mahkeme kararının aleyhine temyize gidecek.) for all ST -e ra men (despite ST) For all his complaining, I think he actually liked the party. (Tüm sızlanmalarına ra men, sanırım partiden gerçekten ho landı) essence esıns 2 n Öz, esas The essence of their argument is that life cannot be explained by science. (Tartı malarının özü u; ya am bilimle açıklanamaz) in essence 2 n Özünde, esas itibariyle What she is saying, in essence, is that the law does not protect against this type of abuse. (Esas itibariyle dedi i ey u ki, kanun bu çe it kötü muameleye kar ı -bireyi- korumaz.) generous cenırıs 2 adj cömert a generous gift (cömert bir hediye) tie tay 3 v 1.ba lamak 2.berabere kalmak 1.teaching how to tie a tie. (bir kravatı nasıl ba layaca ını ö retmek) This series ties together events from the past and present. (Bu dizi olayları geçmi ten günümüze ba lıyor) to be tied to the home and children. (ev ve çocuklara ba lanmı olmak) 2.The game was tied 1–1 after extra time. (Ek süreden sonra maç 1-1 berabere bitti) lead li:d 3 v 1.önü çekmek, önde gitmek 2.önde olmak (oy, maç vs) 3.yönetmek 1.She led and the rest of us followed. (O önü çekti ve biz kalanlar – onu- takip ettik) 2.The polls show Labour leading with only 10 days left until the election. (Anketler seçime sadece 10 gün kala çi Partisinin önde oldu unu gösteriyor) 3. She led the software development team during the project. (Proje boyunca yazılım geli tirme takımını yönetti) lead SO to do ST kna etmek, neden olmak, -e sürüklemek / götürmek The undersecretary said differences over foreign policy had led him to resign. ( kinci sekreter dı politikadaki de i ikliklerin onu istifaya götürdü ünü söyledi) I am easily led. (Kolay ikna edilirim)
  • 24. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 24 lead a … life ... bir ya am sürmek lead a happy life: mutlu bir ya am sürmek He had always led a quiet life until he met Emma. (Emma’yla tanı ıncaya dek hep sakin bir ya am sürmü tü) customs kastımz 1 n 1.gümrük 2.gümrük vergisi A customs officer (bir gümrük memuru) civilization sivılızey ın 1 n Uygarlık, medeniyet the benefits of civilization (uygarlı ın faydaları) contemporary kıntemprıri 3 adj Ça da , modern, ça cıl contemporary urban society (ça da kent toplumu) diagnose dayıgnouz 1 vt Te his etmek, tanılamak These questions help doctors diagnose personality disorders. (Bu sorular doktorlara ki ilik bozukluklarını te histe yardımcı oluyor) Scanning software can diagnose general disk faults. (Yazılımı taramak genel disk hatalarını bulabilir / te his edebilir) to be in touch taç Temasta olmak, görü meye devam etmek vs. Are you still in touch with any friends from university? (Hala üniversiteden arkada larınla temas halinde misin?) get in touch Ba lantıya geçmek I must get in touch with the bank and arrange an overdraft. (Bankayla temasa geçmeli ve bir açık hesap düzenlemeliyim) keep / stay in touch Görü meye devam etmek They moved away five years ago, but we still keep in touch. (Onlar be yıl önce uza a gittiler ama biz hala temastayız/görü üyoruz) lose touch Artık görü memek She moved to France and we lost touch with each other. (Fransa’ya ta ındı ve biz birbirimizle ba lantımızı yitirdik) invade inveyd 1 v 1.a. i gal etmek b. -e girmek, i gal etmek 2.rahatsız etmek, saldırmak 1.a. When did the Romans invade Britain? (Romalılar Britanya’yı ne zaman i gal ettiler?) 1.b. Demonstrators invaded the government buildings. (Göstericiler/Protestocular hükümet binalarını i gal ettiler) 2. Do the press have the right to invade her privacy in this way? (Basının onun mahremiyetine bu ekilde saldırmaya hakkı var mı? evacuate ive:kyueyt 1 v 1. (bir yeri insanlardan vs) bo altmak, tahliye etmek 2. (ba ırsakları) bo altmak 1. If the alarm sounds, all students should evacuate immediately. (Alarm çaldı ında tüm ö renciler derhal binayı bo altmalı) We were all evacuated because of a bomb scare. (Bomba korkusuyla hepimiz binadan çıkartıldık) Police evacuated nearby buildings. (Polis civar binaları bo alttı.) dwell dwell v Bir yerde ya amak/ikamet etmek (reside) For ten years she dwelled among the nomads of North America. (On yıl Kuzey Amerika göçebeleri arasında ya adı.) dwell on/upon ST PhV Bir konu üzerinde durmak/konu mak/dü ünmek So you made a mistake, but there’s no need to dwell on it. (Öyleyse bir hata yaptın, ama üzerinde durmaya gerek yok) dweller dwelır n Sakin, bir yerde ikamet eden apartment dweller (apartman sakinleri) significant signifikınt 3 adj 1.Önemli, kayda de er, hatırı sayılır (important) 2.manidar, anlamlı (meaningful) 1.a highly significant discovery. (epey önemli bir ke if) Isn’t it significant that he changed his will only two days before his death. (Vasiyetnamesini ölümünden iki gün önce de i tirmi olması kayda de er de il mi?) 2. a significant smile/look (manidar bir gülümseyi /bakı ) will will 3 n 1.irade 2.vasiyetname 1.to have a strong will (kuvvetli bir iradeye sahip olmak) 2. My father left me the house in his will. (Babam vasiyetnamesinde evi bana bıraktı) -willed ... iradeli A strong-willed young woman (iradesi güçlü genç bir kadın) A week-willed greedy people (zayıf iradeli açgözlü insanlar) poverty Pa:vırti 2 n 1.yoksulluk, fakirlik 2.yoksunluk, noksanlık (lack) 1.Many elderly people live in poverty. (Birçok yeti kin insan fakirlik içinde ya amaktadır) 2.There is a poverty of colour in her work. (Çalı malarında bir renk fakirli i var) dilemma Di/day lemı 2 n kilem, çeli ki to be in dilemma (bir ikilemde olmak) to face a dilemma (bir ikilemle yüz yüze kalmak) voyage voyıc 1 n Uzun yolculuk (deniz, uzay) An around-the-world voyage (Bir dünya turu yolculu u) racism reysizım 1 n ırkçılık a victim of racism (bir ırkçılık kurbanı) religion rilicın 3 n din the Christian/Hindu/Muslim religion (Hıristiyan / Hindu / Müslüman dini) concerning kınsörning 2 pre Hakkında (about, regarding, related to) a newspaper article concerning the problems of overcrowded cities (a ırı kalabalık ehirlerin problemleriyle alakalı bir gazete makalesi)
  • 25. by MehmetMamger mehmetmamger@hotmail.com www.seyfihoca.com 25 odd ad 2 adj 1.acayip, tuhaf (strange) 2.seyrek (occasional) 3.çe itli 4.tek sayılar (OPP even) 5.bir çiftin teki 6.yakla ık (rough) 1.Harry’s behaviour did seem a little odd. (Harry’nin davranı ları biraz tuhaftı) 2. The weather will remain cloudy with odd showers here and there. (Hava sa da solda seyrek sa anak ya ı larla birlikte bulutlu olacak) 3. The file was stuffed with notes and odd bits of paper. (Dosya notlar ve çe itli ka ıt parçacıklarıyla tıka basa doluydu) 4. 1,3,5,7 are odd numbers. (1,3,5,7 tek sayılardır.) 5.odd socks/shoes/gloves (tekeç çoraplar/ayakkabılar/eldivenler) 6. He must be sixty odd. (Yakla ık altmı olmalı) applaud ıplo:d . v alkı lamak (clap) They have been applauded for their humanitarian work in Ethiopia. (Etiyopya’daki insancıl çalı malarından dolayı alkı landılar) applause ıplo:z . n alkı Her speech drew enthusiastic applause. (Konu ması çılgın bir alkı aldı) onward/s anwırdz 2 adv -den buyana, -den sonra [time/event+onward(s)] From then onwards, everything between them changed. (O zamandan bu yana, aralarındaki her ey de i ti) Most nights are busy from about 7 pm onwards (Ço u geceler yakla ık 19:00 ‘dan sonra yer yok / yo un) diversity dayvörsıti 2 n çe itlilik, farklılık. A great/wide/rich diversity of opinion (Geni / zengin bir fikir çe itlili i) client klayınt 3 n mü teri. She advises clients on their investments. (Mü terilere yatırımları hususunda tavsiyelerde bulunur) intelligence intelicıns 2 n 1. akıl, zekâ, anlayı . 2. haber, bilgi. 3. istihbarat. 1. a person of average intelligence (ortalama zekada bir insan) 2. The satellite could also be used to gather intelligence. (Uydu aynı zamanda bilgi toplamak içinde kullanılabilir) 3. the chief of military intelligence (askeri istihbaratın efi) fasten fa:sın 1 v ba lamak; tutturmak; ba lanmak; tutturulmak. Please keep your seatbelts fastened while the seatbelt light is on. (Lütfen emniyet kemeri lambası açık oldu u müddetçe emniyet kemerlerinizi ba lı tutunuz) loosen lu:sın . v gev etmek The country will loosen currency controls to encourage spending abroad. (Ülke yurdı ı harcamalarını artırmak için para kontrolünü gev etecek) I’d eaten so much I had to loosen my belt. (O kadar yemi tim ki kemerimi gev etmek zorunda kaldım) mandatory mendıtıri 1 adj zorunlu, gerekli.(imperative) (opp voluntary) It’s mandatory to wear a seat belt in the UK ( ngiltere’de emniyet kemeri takmak mecburidir) uneasy an i zi 1 adj gergin, endi e verici There has always been an uneasy relationship between workers and management. ( çiler ve idareciler arasında her zaman gergin bir ili ki vardır) ridiculous ridikyulıs 2 adj 1. gülünç. 2. tuhaf, saçma 1.She looks absolutely ridiculous in that hat.(Bu apkayla kesinlikle çok gülünç gözüküyor) 2. Don't be ridiculous!(Gülünç olma!=Saçmalama!) fragile frecıl 1 adj kolay kırılan, kırılgan. (breakable) 2.hassas (delicate) 1. Most of the exhibits are too fragile to be sent abroad. (Sergilerin ço u yurtdı ına gönderilemeyecek kadar kırılgan) 2.A fragile ceasefire is now in place. ( imdi hassas bir ate kes var) recover rikavır 3 v 1. yeniden ele geçirmek, geri almak, yeniden bulmak. 2. telafi etmek. 3. iyile mek. 4. kendine gelmek, toparlanmak 1. The thieves were caught, but many of the items were never recovered. (Hırsızlar yakalandı ama bir çok mal asla geri alınamadı) 2.They need to sell a million copies to recover their costs. (Harcamalarını telafi etmek için bir milyon kopya satmaları lazım) 3.I haven’t fully recovered from that flu I had. (Daha kaptı ım nezleden tam iyile medim) 4. The housing market appears to be recovering from the recession. (Emlak piyasası ekonomik durgunluktan kurtuluyor gözüküyor) cure kyu r 2 n 1. tedavi, sa altım. 2. çare, derman, ilaç. Doctors say there are several possible cures. (Doktorlar bir kaç muhtemel tedavi var diyorlar) cure kyu r 1 n 1. iyile tirmek, tedavi etmek 2. –e çare / derman olmak 3. tütsülemek; tuzlamak; kurutmak. (balık, et vs) (smoke, dry, salt, preserve) 1.Many formerly fatal diseases can now be cured. (Daha once ölümcül olan pek çok hastalık imdi tedavi edilebiliyor) 2. Better quality control might cure our production problems. (Daha iyi kalite kontrolü üretim problemlerimize çare/derman olabilir)