SlideShare ist ein Scribd-Unternehmen logo
1 von 49
Downloaden Sie, um offline zu lesen
Gezgin Öyküleri (2001-2007)
Ulaş Başar Gezgin
Gezgin öyküleri (2001-2007) 1
GEZGİN ÖYKÜLERİ (2001-2007)
Ulaş Başar Gezgin, ulas@teori.org
Nasıl Ad Bulacağım Bu Öyküye Şimdi... 2007
Döngü 2005
Yarım Kalan Heykelin Yarım Öyküsü 2005
Fantastik 2005
“Günce Yazmak İstedim Ama...” 2003
Bir 23 Nisan (29 Mart) Yazısı: İmza Kampanyasına Çağrı 2002
“Her Mahalleye Bir...” 2002
Gözde 2001
İnsanat Bahçesi 2001
Köşker Kayıkçı 2001
Bedii Halit Bey, Doçentlik Tezini Anlatıyor 2001
Gezgin öyküleri (2001-2007) 2
NASIL AD BULACAĞIM BU ÖYKÜYE ŞİMDİ…
Dedeme dedim ki, “oğluma senin adını koymak istiyorum” ve O da tuttu bana, geçmiş
zamanlardan bir öykü anlattı... İyi de yaptı anlatmakla...
Birgün bir bilgisayar mühendisi, bir resim galerisine gitmiş; beğendiği resimler de
olmuş beğenmedikleri de... En çok dikkatini çeken nokta ise, resimlerin
adlandırılmasındaki amatörlük olmuş. İçinden “resimler güzel ama bilgisayar bile
resimlere daha güzel adlar bulur” demiş... O zamanlar piyasada, Haiku ve Müteşair
gibi şiir yazan izlenceler varmış. Aslında şiir yazmıyorlarmış ama insan şairlerin
yazdıkları pek birşeye benzemediği için, insan şairlerle Haiku ve Müteşair’in
yazdıkları arasında bir fark bulunamıyormuş. Postmodern makale üreteçleri varmış o
zamanlar, ilgisiz sözcükleri yanyana koyup postmodern metinler çıkartıyorlarmış
ortaya. Hatta bir bilgisayar mühendisliği konferansına da teslim edilmiş bu üretecin
ürettiği bir makale... Daha yalınları da varmış: Garip tamlamalar üreten basit
izlencelermiş bunlar...
Mühendis, galeriye gidişinden sonra, bir resim adlandırma izlencesi yazmış. İzlence,
resmin öğelerini tarıyor, kavram dağarcığındaki kök-kavramlarla resim öğeleri
arasında analojiler kuruyor ve sonunda, gayet nitelikli bir ad veriyormuş.
O, bir öncüymüş. Onun bu resim adlandırma izlencesinin satışa sunulmasından sonra,
yazılmış romanlara ve çekilmiş filmlere ad veren izlenceler geliştirilmiş. Tersini
yapan izlenceler de çıkmış yavaş yavaş. Bir başlık veriyormuşsunuz, resmini,
romanını, üç-boyutlu canlandırma filmini hazırlıyormuş bu gelişmiş izlenceler, sizin
için. Öykü grameri (story grammars) çalışmalarından esinlenmişmiş mühendisler ve
elbette, halk öykülerinin kurgusunu birkaç öğe üzerinden formülleştiren Vladimir
Propp’tan esinlenmişler...
Ama teknoloji bu, durmaz ki yerinde... “Başlığa göre film çeken izlence bile yapıldı,
emekliye ayrılalım artık” demez teknoloji... Sanattan başlayan izlence furyası,
toplumun geneline yayılmış: Herşeye ad verebilen genel izlenceler dolaşıma girmiş.
Baba mı oldun, hemen sor izlenceye, göster bebeğini bilgisayarın kamerasına,
tamamdır, çocuğun adı şu olsun... Şirket mi kuracaksın, sorun değil, gir veri
değerlerini bilgisayara, al sana şirket adı, en uygunu bu...
İzlencenin Vaftiz Babası kimdir, dedem anımsayamadı ama bu herşeye ad verebilme
özelliği gösteren izlenceye ‘Vaftiz Anası’ adı konmuş. Toplum ölçeğinde ilk yaygın
kullanımı ise, Çin’de olmuş... O zamanlar Çin’de, nüfusun % 40’ı 10 soyadından
birini kullanıyormuş: Zhang, Wang, Li, Zhao, Chen, Yang, Wu, Liu, Huang ve Zhou.
Toplamda, nüfusun % 70’den fazlası, 45 soyadından birini kullanıyormuş... Bu, Çin
hükümetinin işleyişinde büyük sorunlara yol açtığı gibi, TOEFL ve IELTS gibi
Gezgin öyküleri (2001-2007) 3
uluslararası İngilizce sınavlarında Çinli öğrencilerin isim karışıklığı nedeniyle mağdur
olmasına yol açıyormuş... Hükümet, Vaftiz Anası’nı kullanıma sokarak, Çin
yurttaşlarının yeni adlar almasını sağlamış...
Bu kadar geniş ölçekli ad değişikliği insanlık tarihinde daha önce hiç görülmemiş
olmalı. Petrograd – Leningrad – Saint Petersburg örneği var, Volgograd-Stalingrad
örneği var, İngiliz koloni yönetiminin kullandığı ‘Bombay’ adı yerine ‘Mumbai’
denmesi var; aynı biçimde, Burma’nın Myanmar adını alması, Güney Afrika’da
Hollanda sömürgeciliği döneminde verilen şehir adlarının yerlileştirilmesi var; bir
ulus yaratmak adına köy adlarının değiştirilmesi söz konusu; Fransız Devrimi’nin
yeni takvim uygulamasında gün adlarının bile değişmesi örneği var; Türkmenistan
başkanının ay ve gün adlarını değiştirmesi de bir örnek... Kendi adını değiştirenler de
olurmuş elbet: Örneğin Ho Çi Min, ‘Aydınlatıcı’, ‘aydın’ anlamına gelirmiş ve
sonradan alınmış bir admış. Kimi savaşlarda, adı nedeniyle hangi milletten olduğu
ortaya çıkıp da kurşuna dizilenler olmuş... Ama bunların hepsinin yarattığı etki,
toplamda bile, Vaftiz Anası’nın yarattığı kadar etkili değişimler değilmiş...
Vaftiz Anası’nın Türkiye’ye gelişi, çok gerilimli bir ortamda olmuş. Gerilim öyle
artmış ki, bebeklerin çoğunluğuna ya ‘Muhammed’ ya da ‘Mustafa Kemal’ adı
veriliyormuş. Vaftiz Anası, bu nedenle, coşkuyla karşılanmış Türkiye’de. İnsanlar,
nicedir, çocuklarına siyasal adlar değil rasgele adlar vermek isterlermiş.
Vaftiz Anaları, tapınaklara, kiliselere, camilere, cemevlerine, sinagoglara ve ateistler
içinse kütüphanelere ve müzelere konmuş. Yurttaşlar, ne zaman bir ad arasalar, Vaftiz
Anası’na başvururlarmış. Takvimlerdeki ‘Bugün Doğan Çocuklar için Adlar’ köşeciği
bile Vaftiz Anaları’na sorularak hazırlanmaya başlanmış. Türklerde bebeklere
doğumda ad verilmeyip bir yararlılık gösterdiklerinde ad verilmesi geleneği, Vaftiz
Anaları sayesinde yeniden canlanmış.
Vaftiz Anaları, kullanıcılara en üstün hizmeti sunmak adına, çok çeşitli seçeneklerle
donatılmışmış: Ad verirken, ses güzelliği mi önemli, anlam mı önde olsun, diğer
çocukların adlarıyla uyumluluk arıyor muyuz gibi çok çeşitli sorular
sorulmaktaymış...
Analar yaygınlaşırken bir yandan da ‘Vaftiz Anaları’ sözü, misyonerliği çağrıştırdığı
için, çeşitli kesimlerde hoş karşılanmamış. Onlar, arabeskten esinlenip ‘Vaftiz
Anası’nı ‘Adını Sen Koy’ olarak adlandırmaya başlamışlar. Rakip firmalar da, bu
durumu görüp piyasaya ‘Adını Sen Koy’ markalı vaftiz anaları sürmeye başlamışlar.
Nasıl olmuş da bu kadar yaygınlaşmış adınısenkoylar? Birleşik yazılınca Japon
markası mı sanmış insanlar? Dedem, birleşik yazılmasının etkisi konusunu pek
anımsayamadı. Ama birçok insan, adınısenkoya danışmayı, ‘muasır medeniyet’e
yetişmek olarak görürmüş... Bilgi Çağı’ndan anca’ bunu anlıyorlarmış... Üstgeçitlere
“Belediyemiz, hizmetlerinde adınısenkoya danışmaktadır” türü afişler asılırmış... Şu
Gezgin öyküleri (2001-2007) 4
tür reklamlar olurmuş: “Tamam işte, biz kalkındık işte, adlarımızı bile bilgisayarlara
soruyoruz. Adınısenkoy, bir teknoloji harikası! Ona danıştıkça biz de
harikalaşıyoruz.” Batılılaşma’dan, son nefeslerinde Kelime-i Şehadet’i Fransızca
olarak getirmeyi anlayan kimi tanzimat paşalarından bir farkı yoktu durumun belki
de...
Bir beyaz eşya olmuş artık adınısenkoy. Buzdolabı gibi, televizyon gibi, ADSL gibi
evin temel gereksinimlerinden biri imiş. Gecekondu mahallerinde ve köylerde,
insanlar, borç alır da, aç-açık kalır da yine de adınısenkoy satın alırlarmış... Evlere
alınanlar, tapınaklardakilerden, kiliselerdekilerden, camilerdekilerden,
cemevlerindekilerden, sinagoglardakilerden, kütüphanelerdekilerden ve
müzelerdekilerden daha düşük kapsama ve işlemleme becerisine sahipmiş; hane halkı,
dışarıdakileri tercih edermiş ama evdeki olmadan da durulmazmış evde... Ad
konulacak o kadar çok şey varmış ki...
Adınısenkoyların yaygınlaşması ve genel kabul görüşü, Ankara yerine İstanbul’u
başkent yapmak isteyenleri cesaretlendirmiş. Yüzyıldan fazla bir süredir hala aynı
anayasa kullanılıyormuş ve Ankara’nın başkent oluşu, değiştirilmesi teklif bile
edilemez maddelerdenmiş. ‘İstanbul-başkent-olsun’cular, daha önce, bir yasayla,
Ankara’nın adını ‘İstanbul’, İstanbul’un adını ‘Ankara’ olarak değiştirmeyi ve
böylece başkenti, adı artık ‘Ankara’ olan İstanbul’a taşımayı önermişler ama
önerdikleri vekiller, onlara yalnızca gülmüşmüş... Şimdi onlar da, ad değişimi için,
adınısenkoylardan medet umar olmuşlar...
Bu herşeye ad bulan izlence, ne yazık ki, kendine ad veremiyormuş. Başkasını
gözlemleyebiliyor, ama kendini gözlemleyemiyormuş... Dışabakışı varmış, içebakışı
yokmuş... Bir davranışçı gibi, birleşmeden sonra, “sen iyiydin, ben nasıldım?” diye
sorabiliyormuş anca’... Kendiliğini başkasından okuyormuş...
***
Yaklaşık 20 yıl geçmiş aradan... İnsanlar, adınısenkoylarıyla mutluymuş... Sonra adı
Keko olan bir genç, adınısenkoyları kırma eylemini başlatmış gizli gizli.
Adınısenkoyun verdiği ‘Keko’ adı nedeniyle kendisiyle yıllarca dalga geçilmiş. Keko,
“dil, düşünceyi belirler” yaklaşımını benimsemişmiş. Dilin düşünceyi
yapılandırdığını, bu nedenle ad vermenin bilgisayarlara bırakılamayacak kadar ciddi
bir iş olduğunu düşünürmüş.
Zamanla, yandaşlarıyla kırdıkları adınısenkoyların sayısı öyle artmış ki, ülke bir krize
sürüklenmiş. Adınısenkoyların bulunduğu cami ve kütüphanelerde, uzun kuyruklar
oluşurmuş. Adınısenkoyların vereceği adlar olmadan insanlar gündelik yaşamlarını
sürdüremiyormuş. İşin kötüsü, adınısenkoylar bozulunca onarılamıyormuş çünkü
Türkiye’de teknik servisi yokmuş ve Türkiye dışındaki tüm ülkelerde, doğurduğu
psikolojik sorunlar nedeniyle 10 yıl önce yasaklanmışmış...
Gezgin öyküleri (2001-2007) 5
Keko’culuk çığ gibi büyümekteymiş; adınısenkoyların ‘Satılmış’, ‘Döne’, ‘Döndü’,
‘Garabet’ vb. adları vermiş olduğu gençler, oluk oluk Keko’culuk saflarına
katılıyormuş. Bir süre sonra Keko’culara sanal korsanlar da katılmış. Sanal korsanlar,
sabahladıkları binlerce gecenin belirgin bir sonucu olarak kırışık, kanlı ve sıkça
kırpışan gözleriyle, bir an olsun bile durmayıp adınısenkoyları onar beşer
çökertiyorlarmış.
3. sayfa haberleri, kırılan adınısenkoy haberleriyle dolup taşmaya başlamış. O sırada
Amerika’nın ‘kitle imha silahına sahip oldukları’ gerekçesiyle işgal edilişi,
Kaliforniya’da direniş hareketinin başlayışı, Bush’un 2. kuşak torununun kameralar
huzurunda idam edilişi bile dikkat çekmiyormuş. Dedemin anımsayabildiği kadarıyla,
bir haber şöyle imiş: “Milli Kütüphane’de vahşet! Teröristler Büyük Adınısenkoy’u
kırdılar, çöpe attılar ve yerine bir vazo koydular. Dış mihraklar elini
adınısenkoylarımızın üstünden çeksin!”
Adınısenkoyları korumak adına yoğun güvenlik önlemleri alınmaya başlanmış. Her
adınısenkoy başına 10 toplum polisi konuluyormuş. Kalan adınısenkoylara toplum
polisleri için yeni bir ad sorulmuş ve adınısenkoylar, veritabanlarında 1960’ların ve
1970’lerin ağırlığı fazla olacak ki, ‘Fruko’ adını vermişler toplum polislerine. Fruko...
Ama gelin görün ki, kararlı sanal korsanların karşısında, adınısenkoyların başına
fruko koymak fayda etmiyormuş...
Keko’cular, seslerini duyurmak için büyük bir gerçel ve sanal yürüyüş
gerçekleştirmişler. Gerçelmiş çünkü sokaklara çıkmışlar, sanalmış çünkü hepsi cep
bilgisayarlarıyla aynı 3 boyutlu oyuna bağlanmışlar, böylece gerçel yürüyüşleri nette
sanal yürüyüş olarak da görüntülenebiliyormuş.
Eylemciler, yürüyüş sonunda, ana internet sunucusuna baskın yapmışlar; korsan
internet yayınıyla tüm yurttaşlara şöyle seslenmişler:
“‘Adınısenkoy’ denilen insanlık düşmanı, aslında bize ad vermiyor, zamir veriyor.
Bizim yerimize geçebilecek bir sözcük veriyor bize. Zaten hep böyle olmadı mı?.. Hep
başkaları karar vermedi mi bizim için?.. Ama artık su alıyor zamir gemisi... Biz
başkasının yüzdürmesini istemiyoruz bizi... Kollarımız yeterince güçlü! Biz kendi
kollarımızla kulaç atmak istiyoruz!”
Maskeli konuşmacının maskesinin üstünde, kalın bir zincir biçimindeki fare
kablosunun sardığı, tuşları tümüyle sayılardan oluşan bir klavye amblemi varmış.
Konuşma sonunda eylemciler slogan atmışlar: “Adsız da Yaşanır / Daha Güzel
Yaşanır!”
Frukolar, son büyük adınısenkoya bu eylem görüntülerini gösterip bu olayların adını
koymasını istemişler. Adınısenkoy durmuş. “Bunun adını koyamam” demiş ilk kez.
Görevliler şaşkına dönmüş. “Neden?” diye sormuşlar korku ve heyecanla... O sırada
Gezgin öyküleri (2001-2007) 6
bir öbek eylemci gelip son adınısenkoyu zincirle vura vura parçalamış. Onlara engel
olmaya çalışan frukolar sayıca azmış; çünkü neredeyse tümü, yürüyüşü bastırmak
üzere alanlara gönderilmişmiş...
Son adınısenkoyun çöktüğünü haber alan eylemci kitle, “Biz Kendi / Adımızı /
Koyabiliriz!” gibi sloganlar atarken, ‘Adsızlık Özlemi’ adlı müzik grubu da son adsız
parçasını söylemiş ve bir süre sonra, olaysız bir biçimde dağılmışlar.
Türkiye’de son adınısenkoyun da çöküşünden sonra 3 gün yas ilan edilmiş. Onları
anmak için bir anıtmezar bile yapılmış. Her sabah çocuklardan bilgisayarı okşamaları
isteniyorsa bugün, adınısenkoyları anmak içinmiş... Bunun nedenini hiç merak
etmiyordum doğrusu... Herhalde okşayacağız bilgisayarı... Böyle güzel bir varlık,
okşanmaz da ne yapılır...
Sahi, ne olabilirdi bu hareketin adı? Yeni Ludd’cular, ‘yeni-ludistler’ diyebilir miyiz?
Hani tekstil makinelerini kırarlardı 1810’larda İngiltere’de, makineleşmeye engel
olmak adına... Belki de... Ama Keko’culara gelene dek, o kadar çok Yeni Ludd’cu
çıktı ki ortaya, ‘yeni’ sözcüğü eski bir sözcük artık; ‘eski’ demekle bir oldu ‘yeni’...
Bu olanları 5 yıl sonrasında bile kimse anımsamamış. Başbakanın Ekvator uçağı diye
Kuzey Kutbu uçağına binişini kimsenin anımsamayacak oluşu gibi... Üstelik
teknoloji, şimdiki gibi o zaman da, çok çok hızlı gelişiyormuş ve her aybaşı, şirketler,
çalışanlarına yeni sürüm dizüstü vermek zorunda kalıyorlarmış. Günlük yaşamın
ayrılmaz parçası adınısenkoy, yeni ve başka makinelerin çıkışıyla birlikte, eskilerin
deyişiyle ‘tarihin çöplüğüne atılmışmış’...
Of ki ne of sevgili dostlar, adınısenkoy olmadan nasıl ad bulacağım bu öyküye
şimdi?... Bulamayacağım... Bulamayacağım...
Gezgin öyküleri (2001-2007) 7
DÖNGÜ
I
Yabancı sermayenin ülkeye alabildiğine girdiği bir dönemdi. Petrol
şeyhlerinin ve nereli olduğu belirsiz ortaklıklara sahip koca koca şirketlerin ülkenin
büyük şehirlerine dev yatırımlar yaptıkları günlerdi. Daha fazla yabancı sermayenin
gelmesini isteyenler, “bu, bir tür yeni sömürgecilik değil mi?” diyenlere yabancı
sermayenin daha fazla iş anlamına geldiğini, açılacak fabrikalarla ülkede en az %
10’lara varan işsizliğin eritileceğini söylüyorlardı.
Yabancı sermaye, yatırımlarını yapadursun, Ortadoğu’da, büyük güçler,
cetvellerini ellerine almış; yeniden kesip biçmenin telaşındaydılar. Karşı çıkanlar,
cetvelcileri ya kafir ya yabancı ya da sömürgeci olarak tanımlayıp ona göre
konumlanıyorlardı.
Ülke, Avrupa Birliği’ne girme öngünündeydi. İmzalar atılıyor, iki taraf da
cetvellerini arkalarında saklıyordu. Özgürlükleri, eşitliği ve adaleti tanımlayışlarında
anlaşamıyorlarsa da, herkes, bu üç uğruna ölünesi ve yaşatılası ülküyü paylaşmakta
birleşiyordu. Tek tek düzenlemeler üzerinde çalışılıyordu. Serbest dolaşım hakkı
(yoksa ‘özgürlük’ mü demeli?!) tartışılırken, yabancı sermaye geldikçe geliyordu.
Yabancı sermayenin yeni iş olanakları sağlayarak işsizliği düşüreceğini savunanlar,
yabancı sermayenin de işçilerin serbest dolaşımından yana olabileceğini akıllarının
ucundan bile geçirmiyorlardı. Yani “Yabancı sermaye gelirken, yalnızca yatırım
yaptığı ülkenin işçilerini çalıştırır. Bundan daha doğal ne olabilir?!” diye
düşünüyorlardı. Yanılmışlardı. Yabancı sermaye de, işçilerin serbest dolaşımından
yanaydı.
II
Sermaye çevrelerinin son onyıldaki temel rahatsızlığı, ilk bakışta, işçilerin
yaşamını pek fazla etkilemezmiş gibi görünüyordu. Ortaklaşmacılık adıyla insanlık
tarihinin en acımasız vahşi anamalcılığını uygulayan Çin, işçilerin gelecekten
umutlarını tümden yitirmelerine neden olmakla kalmamıştı: Onmilyonlarca aç Çinli,
tarihte daha önce buncası görülmemişçesine yollara düşmüştü. Sermaye çevreleri
rahatsızdı; çünkü Çin’deki milyonlarca işsiz, ülkede bir yedek iş(siz)gücü ordusu
yaratmış, işçi ücretleri, alabildiğine düşmüştü. Böylece, üretim tutarları da düşmüştü
ve Çin ürünleri, pazara, dünyanın diğer bölgelerindeki birçok sermaye sahibini
batıracak denli ucuza sürülmekteydi. Getirilen sınırlamalar da işe yaramadı. Kendi
ülkelerindeki işçiler, pahalıya mal oluyorlardı. Dünya ölçeğinde çeşitli çözümler
önerildi: Örneğin, bir ülkede, “işsiz Kürtler’i asgari ücretle çalıştıralım” dendi. Yani
bu bile dendi. Ama yine de olmuyordu işte: Üretim, Çin’de yine daha ucuza
geliyordu. Yeni bir çözüm gerekliydi. Hele ülkeye gelen yabancı sermaye, ülkedeki
gençleri dünya kadar yük taşıyan ve posaları atıldıkça yenileri bulunan hamallar
olarak gören yabancı sermaye, durumun hiç de eskisi gibi olmadığını görünce, o
çözümden başkacası kalmamıştı. Durumu önceden anlamış olan kimileri, çoktan
kolları sıvamıştı zaten… Evet, Tarlabaşı ve Zeytinburnu Olayları’nın nedenlerini
anlayabilmek için herhalde buradan başlamalı…
Gezgin öyküleri (2001-2007) 8
III
Li, aylarca işsiz kaldıktan sonra, gazetede gördüğü duyuruyla soluğu
İstanbul’da alan onbinlerce Çinli işçiden yalnızca biriydi. Bu aylarca süren işsizliği
süresince, küçükken babasının boynuna taktığı Mao kolyesini fırlatıp atmayı kerelerce
düşünmüştü. Baba Li, ülkesi Çin’i yeterince ortaklaşmacı bulmadığını; ortaklaşım
adına koca bir rüşvet imparatorluğu kurulduğunu; yoksulluğun hala sürdüğünü
söyleyen yurttaşlardan yalnızca biriydi. Eskiden O da, herkes gibi, yoksulluğun
sömürgecilerden -Amerika’dan ama en çok da Sovyetler’den- kaynaklandığını
düşünüyor; devletin özendirdiği Japonya karşıtı eylemlerde ön saflarda yer alıyordu.
Çinliler’in bu yoksullukta hiçbir suçlarının olmadığına emindi. Hep o yabancılar
suçluydu. Bütün Çinliler iyiydi. Bayraktaki tüm yıldızlar güzeldi. Hepsi Çinli’ydi.
Ama yabancılar, o yıldızları söndürmeye çalışmış; Çin’in bayrağı, kan kırmızıya
boyanmıştı. Çin Devlet Marşı’nda dendiği gibi, köle olmayı reddedenler kalkmalı;
yeni Çin Seddi’ni etleriyle ve kemikleriyle örmeli; tüm ezilen insanlar kükremeli idi.
Baba Li, işte bu ilkokulda edindiği siyasal bilinçle, 5 yaşındaki oğul Li’yi
askerler gibi giydiriyor; başına Mao şapkası geçiriyor; eline bir Kızıl Kitap verip Çin
abecesini bu kutsal kitaptan sökmesini düşlüyordu. Oğul Li de, Çin abecesiyle ilk
bilinçli tanışıklığını Kızıl Kitap üzerinden yaşayan milyonlarca çocuktan biri oldu.
Baba Li, işte bu duygu ve düşüncelerle, yetmişlerden başlayarak Japon
sermayesini ülkeye buyur eden Çin yönetimine öfke duyan, tepkilerini sokaklara
taşarak dile getiren öğrenciler ve öğretim görevlilerine elbette destek verecekti.
Eylemciler arasında, deyim yerindeyse, “yok, yoktu”: Avrupa ve Amerika yanlıları
da, sokaklara taşanlardandı. Ama Baba Li, gençlere, yeni düzenin Mao düşüncesinden
gün geçtikçe daha çok uzaklaştığını düşündüğü için destek oluyor; daha fazla Mao
posterinin hazırlanabilmesi için gençlere dükkanını açıyordu.
Baba Li, 1989’da, Tiananmen Meydanı’nda, tankların altında kalan ilk
eylemcilerden biri oldu. Yas tutmak yasaktı. Yas tutulmalıydı ama birçok şey gibi
yasaktı. Oğul Li’nin sağ kalan amcası, böylece, ilk kez, yasak olan birçok etkinliğin
güzel olabileceğini düşündü. Zincirleme sonuçlar doğuran bu düşünce, O’nun Baba
Li’yle paylaştıkları ilkokul düzeyindeki siyasal bilinci sorgulamasına yol açtı. Gizlice
dolaşan belgeleri okudu; 1989’un, Kültür Devrimi’nin ve diğer büyük ölümcül
yanlışların bir sürdürümü olduğunu; tekil bir olay olmadığını anladı. Tibet’i, Sincan’ı
ve Moğolistan’ın bölüşülmesini, ölüm döşeğindeki bir gaziden dinledi. Gazi, ölüm
döşeğinde olmanın verdiği siyasal rahatlıkla, uzun uzun anlattı olanları. Ve Amca Li,
ülke kurtarmakla, sonrasında onu yönetmenin çok farklı işler olduğu sonucuna vardı.
Gazi, O’na, milyonların yaşamına malolan uygulamaların “Bu ülkeyi biz kurtardık,
size ne oluyor?” denilerek gerekçelendirildiği (bu, bir gerekçelendirme
sayılabilirse…) çok sayıda örnek anlattı.
Amca Li, çok geçmeden, içkiye verdi kendini. Oğul Li’ye birkaç kez
boynundaki Mao kolyesini çıkarmasını söylediyse de kar etmedi. İlkokulda, boynu
kolyeli olanlar el üstünde tutuluyordu. Ama yıllar geçmiş ve Oğul Li, kolyenin
kendisini işsizlik illetinden kurtaramadığını görmüştü. Aylarca süren işsizliği
Gezgin öyküleri (2001-2007) 9
süresince, boynundaki kolyeyi fırlatıp atmayı kerelerce düşünmüştü ve şimdi
İstanbul’daydı.
IV
Tarlabaşı ve Zeytinburnu’nda Çin mahalleleri oluşmaya başlamıştı bile.
Ankara’da Sincan’da da bir Çin mahallesinin kurulduğundan sözediliyordu.
Zonguldak’ta Türkiyeli maden işçileri yerine Çinli maden işçilerinin alımıyla
başlayan süreç, ülkenin neredeyse tüm yerleşim birimlerine yayılmıştı. Çin yönetimi,
ülkedeki işsizliği böylelikle az da olsa eritiyordu. Elbette, tüm işsizleri yurtdışına
yollamıyordu. Böyle olursa, yedek iş(siz)gücünün olmadığı bir Çin’de, ipleri ellerinde
tutmaları olanaksızdı.
Arap sermayesinin, gelirken, çarşaflı dörder eşlerini ve Arapça eğitim veren
okullarını getirmesi gibi, Çinli işçiler de, gittikleri her yerde Çin lokantaları açıyor;
ucuz hediyelik eşya satan dükkanlarla başlayan akım, özel etler gibi yiyecek
bileşenlerini de içermek üzere, Çin’le ilgili her tür malzemenin bulanabildiği Çinli
süpermarketleriyle ileri bir aşamaya ulaşmış oluyordu. Gazetelerin yaptıkları
araştırmalar, semt pazarlarında her beş satıcıdan birinin Çinli olduğu ve Çinli olsun
olmasın, beşte ikisinin Çin ürünleri sattığını söylüyordu.
Çinliler, sokaklarda öyle çok görülmeye başlanmıştı ki; onları yolda görüp
‘Çin Çan Çon’ diyerek gülüp kaçan yeniyetmelere pek rastlanmıyordu. Hatta şu ünlü
bulaşıkçı fıkrası da pek işitilmez olmuştu: İki Çinli, bulaşık yıkamaktadır. Birisi,
yıkarken, tabaklardan birini düşürür; öteki, arkadan seslenir: “Ne dedin?
Duyamadım?” Çince, eskiden, tabak şangırtısı olarak hicvedilirken; artık, ülkenin
insanları, üç-beş sözcük de olsa, Çince öğrenmeye başlamışlardı. Çince, onlara, tabak
kırığı gibi gelmemeye başlamıştı. Sporcular arasında yetenekli Çinliler’in artışı da,
kuşkusuz, bu gelişmede etkili olmuştu. Çocuklar, eskiden şangırtıca dili olduğunu
düşündükleri dildeki topçu adlarını bir çırpıda sayabiliyorlardı.
V
Gelgelelim, Çinli işçiler, aldıkları üç kuruşla (Çin’de işsiz kalmaktansa, burada
üç kuruş almak yeğdi) ve sermaye sahipleri, düşen üretim tutarlarıyla mutluluktan
havalara uçarlarken, Türkiyeli işçiler, ‘çi’liklerini yitirip ‘siz’likler ediniyorlardı.
İşçilikten işsizliğe geçişleri, Çinliler’in asgari ücretin de altına düşürdüğü ücretlerden
ileri geliyordu. Ülke sermayesi ve yabancı sermaye, elele vermiş, asgari ücreti bile
çok görüyor, “sizi çalıştıracağıma, herbiriniz için iki Çinli çalıştırırım, daha iyi”
diyorlardı. Çinliler, Kürtler’in istediğinden bile daha az ücret istiyorlar; inşaat
yerlerini dolduruyorlardı.
Çok geçmeden, Çinli karşıtı olaylar yaşanmaya başladı. Kimi lokantalarda ve
postane türü kuruluşlarda, “Çinliler ve köpekler giremez” tabelaları asılıyordu. Çinli
işçilerin Türkiyeli dostları, tabelalı yerlerde, onların işlerini görüyorlar; devlet
işlerinde yardımcı oluyorlardı. Milliyetçi partiler, bu Çin dostlarını, vatan haini ilan
Gezgin öyküleri (2001-2007) 10
ediyorlar; çekik gözlü olan Türkiyeliler de kimi zaman Çinli sanılarak, şiddetten
nasiplerini alıyorlardı.
Milliyetçiler, yolda Çinliler’i durduruyorlar, “siz o Çin Seddi’ni niye
yapmıştınız?” diye sırıtarak soruyorlar; Çinliler de, Çin’deki ilkokul tarih kitaplarında
yazdığı biçimde, “barbarlardan korunmak için” diyorlar; buna karşılık, milliyetçiler,
“sen bizim atalarımıza nasıl barbar dersin?!” diyerek saldırıyorlardı. Oğul Li, bu tür
olayları duyduğunda, “ataları gerçekten barbar olmalı” diye aklından geçiriyordu.
Kitle tabanı bulmaya çalışan milliyetçiler, geceleri köpekleri iğneli tabancayla
öldürüyorlar, “bu Çinliler, köpeklerimizi öldürüyor. Ülkede köpek kalmadı. Oysa
köpek, bizim simgemizdir” anlamına gelebilecek bir kampanya yürütüyorlardı.
Devlet, bu olanlara bir anlam veremiyor; sermayenin haklarını korumanın
herşeyin üstünde olduğunu söylüyordu. Böylece, polis, Çinliler’i koruyor ve daha
fazla Çinli işçi alımına gidiliyordu.
Dolayısıyla, devlet ve sermaye çevreleri, olaylara pek aldırış etmiyordu. Gerek
devlet için gerek sermaye çevreleri için en rahatsız edici durum, karma evliliklerdi.
Çinli işçilerin Türkiyeliler’le evlenmeleri, doğan çocuklar bir taraftan Türkiyeli
olacakları için, Çinliler’in istediğinden daha çok ücret istemeleri anlamına geliyordu.
Uzun erimde izdüşümler yapan Devlet Nüfusbilim Kurumu, yetkilileri uyarmıştı.
Devlet, şöyle bir çözüm bulacaktı: Karma evliliklere vergi konuldu ve Çinliler arası
evliliklerde, devlet, düğünü kendi eliyle ücretsiz yapma güvencesi verdi. Hemen
hemen her gün, bir meydana, iftar çadırı benzeri bir çadır kuruluyor ve Ramazan’dan
kalan ya da depremler için depolarda bekleyen yiyecekler, düğünlerde tüketilmek
üzere çadırlara yığılıyordu. Yiyecekler için elbette Çin devletinin de bir miktar katkısı
vardı. Çünkü Çin devleti, düğünlerin, yurtdışındaki Çinli siyasal sığınmacıların
etkinliklerindeki artışı engelleyeceğini düşünüyordu. Çin devletine öfke duyan Çin
yurttaşları, bir aile kurmaya görsünler, hele bir de çocuk olsun, yumuşadıkça
yumuşuyorlar; Boğaz kıyısında denize bakıp herşeyde bir hayır olduğunu, böyle
despot bir devletleri olmasa belki de eşleriyle hiç tanışamayacaklarını düşünüyor;
sevdalı gözlerle çocuklarına bakıyorlardı. Baktıkları, çocukları değildi; ya da
baktıkları çocuklarıydı ama gördükleri, çocukları değildi. Çocuklarına baktıklarında
gördükleri, ana-babalarından daha iyi bir eğitim alacak olmalarıydı. O zamanlar,
okullarda ayrımcılık başlamamıştı. Çocuklarının okuyup iyi bir iş sahibi olacaklarını
umuyorlardı.
Düğünler, gerçekten de, Çin devletinin beklediği türden bir sonuç verdi:
İstanbul’da Çince yayınlanan üç siyasal dergi, kepenklerini bir bir indirdiler. Bu
dergilerde, korunma içgüdüsüyle, özellikle göç ettikleri ülkedeki olumsuzlukları
görmezden geliyorlar ve Çin’i, bir tür cehennem gibi resmediyorlardı. Onlara göre,
Çin, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktan uzaktı. Kendileri, yeni ülkelerinde ne güzel
yaşıyorlardı. Çin’de de yeni ülkelerindeki türden bir düzen olsun istiyorlardı. O
korunma içgüdüsü, onları, gerçekleri görmekten alıkoyuyordu. Gören gözü olanlar
ise, yazamıyorlardı. Yeni ülkede aldıkları ücret, inanılmaz düşüktü. Çin’de, yeni
ülkedeki türden bir düzen olsa –ki göremedikleri, o düzenin zaten Çin’de de
olduğuydu- hem de kendi ülkelerinde, bu kadar düşük ücrete çalışmaya razı olurlar
mıydı? İşte oğul Li’nin kafasındaki sorular bunlardı, ama çıkış yoktu. Birgün şöyle
Gezgin öyküleri (2001-2007) 11
dedi kendine: “Madem, orada da burada da aynı düzen var, burada, yeni ülkemde
kalayım daha iyi. En azından farklı bir ülke görmüş oluyorum.”
VI
Herşey, elbette, aylarca işsiz kaldıktan sonra cinnet geçiren Türkiyeli bir
işçinin, işsiz Çinliler’in sıklıkla gittiği çayevine rastgele ateş açmasıyla başlamadı.
Ama kuşkusuz, bu olay olmasaydı, işler çığırından çıkmaz, evcil bir milliyetçilikten
öteye geçilmezdi. Çayevinin taranmasına bir ek de, kışkırtıcılardan geldi: Haberlerde,
son dakika olayı olarak, Çinliler’in Orhun Kitabeleri’nin temeline dinamit koyup
patlattığı söyleniyor; habere, Taliban’ın Buda Yonutlarını patlatma görüntüleri eşlik
ediyor; beyazcamın sağ üst köşesinde ‘Arşiv’ yazıyor ama kitabelerin ne görüntüde
olduğunu bilmeyen milyonlarca Türkiyeli, görüntülerin Orhun Kitabeleri’nin
patlatılma görüntüleri olduğunu sanıyordu. Ülkede o kadar bayrak yakılmıştı da bu
kadar derin etkisi olmamıştı. Halk (bu ‘halk’ her ne demekse…) galeyana gelip
çayevlerine, lokantalara ve Çinli süpermarketlerine saldırmaya başlamıştı. Ne
bulurlarsa yağmalıyorlar; gördükleri çekik gözlüleri -Çinli olsun olmasın-
tartaklıyorlardı. Sonunda, bu durumda üretimin düşeceğini anlayan ülke sermayesi ve
yabancı sermaye, devlet yetkilileriyle görüştü ve İstanbul başta olmak üzere 63 ilde
olağanüstü hal ilan edildi.
Olağanüstü hal, durumun düzelmesine yetmiyordu. Askerlerin çoğu, Türkiyeli
işsiz cinnetinden yana saf tutup Çinliler’e yapılan saldırılara karışmıyordu. Bu arada,
Avrupa Birliği’yle bütünleşme sürecinde gelinen noktada, serbest dolaşım anlaşması
imzalandı imzalanacaktı. Avrupa, bunu ileri atmaya çalışırken; ülke, bir an önce
anlaşmanın imzalanmasından yanaydı. Çinli işçiler nedeniyle, ülkedeki neredeyse üç
kişiden biri işsizdi ve devlet, sermaye çevrelerinin Çinli işçi çalıştırma dayatmasına
dokunamadığından, bu işsizliği eritmenin tek yolunun serbest dolaşım olduğunu
düşünüyordu. Böylece, ülkedeki işsizler, Avrupa’ya dağılıp oralarda ekmek
tutacaklardı. Ekmek tutamayanlarsa, Avrupa’da yaşadıklarına göre, artık, ülkenin
değil Avrupa’nın sorunu olacaklardı. Ve nasıl olduysa oldu, anlaşma imzalandı.
Anlaşmanın imzalanmasıyla, Çinliler’e saldırılar bıçak gibi kesildi. Dün
Çinliler’e vatan ve millet adına saldıranlar, yeni vatanlarına, Avrupa’ya ve yeni
milletlerine, Avrupalılık’a kavuşmuşlardı. Böylece, kısa sürede, söylendiği gibi,
Avrupa’daki işsizliği arttırmak pahasına, ülkedeki işsizlik eriyip gitti. İlkokul
çocukları, gerçek yaşamda göremedikleri işsizliği, bir kavram olarak ders
kitaplarından öğrenir oldular.
VII
İlk başlarda, ülkedeki hemen hemen herkes hoşnuttu. Çinli işçiler hoşnuttu,
saldırı olmuyordu. Türkiyeli işçilerin hoşnut olup olmadığı, artık bizi ilgilendirmiyor
çünkü onların çoğu zaten Avrupa’da. Onlara da az sonra geleceğiz.
Gezgin öyküleri (2001-2007) 12
Bir süre sonra, kalan Türkiyeli işçiler de, bir Avrupa’daki bir de Türkiye’deki
koşullara baktılar ve Avrupa’da toplumsal güvencelerin ve çalışma saatlerinin daha
insan yanlısı olduğunu düşünerek, Avrupa’ya geçtiler. Ülkede, kala kala Çinli işçiler
ve sermaye çevreleri kaldı. Ha bir de işgücü açığı kaldı. Bunun üzerine yine üretimin
düşeceğinden korkan sermaye çevreleri, devlet yetkilileriyle görüştü ve Çin’den yeni
işçi alımına gidilmesi kararlaştırıldı. Ancak, beklenmedik bir gelişme vardı: Çin,
işgücünü baskılayacağı yedek iş(siz)gücünün gittikçe eridiğini görerek, yurtdışına işçi
ya da işsiz göndermeyi en azından bir süreliğine durdurmuştu. Yetkililer, düşündüler.
Başka bir çözüm olmalıydı… “Siz bizim kardeşimizsiniz” diyerek Pakistan ve
Hindistan’dan işçi alımı için resmi görüşmelere başladılar.
Dalit de, o onbinlerce işçiden biriydi. O’nu İstanbul’a gidecek öbeğe alırken,
Galata’daki dev gökdelenleri göstermişler, “işte sizin eviniz bunlar olacak” diye
kandırmışlardı. Oysa, Ümraniye’ye yerleştirildiler.
‘Dalit’, Hintçe’de ‘ezilen’ anlamına gelmektedir. Dalitler, Hindu toplumunda,
bırakın kasttan sayılmayı, insandan bile sayılmayan dokunulmazlara karşılık
gelmektedirler. Kırsal kesimde, dokunulmazların ayakkabı giymelerine, çiftteker
sürmelerine, güneşten korunmak için şemsiye taşımalarına ve sokakta başlarını öne
eğmeden yürümelerine izin verilmemektedir. Dalit’in babası, dünyanın neden böyle
olduğunu sık sık düşünen bir ‘insan’dır. Neden tapınağa girmeleri yasaktır?.. Üstelik,
başlarını öne eğmeden yürümeleri yasak olduğuna göre, tapınağın önüne geldiklerini
nasıl anlayacaklardır? Ya hep yere baktıkları için yanlışlıkla tapınağa girerlerse?
Birgün baba dalit, bu düşüncelerle başını kaldırır; amacı, yanlışlıkla tapınağa
girmemektir. O sırada, oradan geçmekte olan işsiz bir kast üyesi bunu görür.
Kafasında şimşek çakar: “Zaten böyleleri, geleneklerimize, dinimize uymadıkları için,
eski altın çağları yaşayamıyoruz, ben de işte bu yüzden işsizim” der ve oraya herkesi
toplar. “O’nu, tapınağa bakarken gördüm” der. Baba dalit, beklenmedik bir biçimde
gülümser; ilk kez O’nun için bir özne kullanılmıştır. O’na ilk kez ‘O’ denmiştir.
Onlara, bir Hindu dervişinden duyduğu sözü söyler: “Bana bakarken mi beni
gördünüz yoksa beni görürken mi bana baktınız?” Ama Dalitler’e felsefe de yasaktır
ve baba dalit, oracıkta linç edilir. İşsizin öfkesi yine de geçmez. Gebe olan ana dalite,
“Doğurduğun eniğe ceza olarak ‘Dalit’ adını koyacaksın” der. Ana dalit, yas tutmak
ister. Tutamaz. Yas tutmak da dalitlere yasaktır.
İşte o dalit, bu Dalit’tir. Dalit Partisi Gençlik Kolları, bir gün, ‘Dalit’ adında
bir dalitin olduğunu duyarak, O’nu bulur ve onların önerisi ve yardımıyla, Dalit, dalit
sayılmayacağını, insan sayılabileceğini umduğu yeni bir ülkeye gelir. İlk başta çokça
da şaşırır: Hiçbir şey yasak değildir O’na! Ayakkabı giyer, kocaman bir şemsiye alır;
başı dik yürümeye başlar ve sık sık gökyüzündeki yıldızlara bakar.
VIII
Liler’in ve Dalitler’in tanışması, hiç iç açıcı olmadı. Sermaye çevreleri,
dalitlerin daha da düşük bir ücrete çalışmaya istekli olduklarını görerek, önce boşta
duran iş kollarını dalitlerle doldurdular, sonra çalıştırdıkları Çinli işçileri, bir bir işten
çıkardılar. Dalitler, çoğu zaman, para almamaya da razı oluyorlardı. Onlar için
ayakkabı giymek, şemsiye taşımak ve hepsinden önemlisi, başı dik yürüyebiliyor
olmak, yeter de artardı bile… Gelen yeni işçilerin dalit olduklarını öğrenen Çinli
Gezgin öyküleri (2001-2007) 13
işçiler, ilk başlarda onlardan, ayakkabı ve şemsiye vergisi almaya kalktılar. Karşı
çıkanları “sermayenin ve yüce devletin çıkarlarına karşı karışıklık çıkarıyorlar” diye
şikayet edeceklerini söyleyerek tehdit ediyorlardı. Dalitlerin elbette beş kuruş parası
yoktu; vergi borçlarını Çinli işçilerin hamallıklarını yaparak, yani kol emeğiyle
ödüyorlardı. Devletse, belki bilinçli belki de bilinçsiz olarak, resmi belgelerde, ‘Çinli’
sözcüğünü büyük harfle başlatırken, ‘dalit’ sözcüğünü küçük harfle başlatıyordu.
Küçük harfle büyük harf arasında ne de büyük bir uçurum vardı.
Ama dalitlerin bu zor günleri çok sürmedi; çünkü dalitler, Dalit Partisi’nin
eliyle, örgütlü bir biçimde gelmişlerdi. Parti’nin bilgilendirmesi ve yönlendirmesiyle,
dalitler, Çinli boyunduruğundan kurtulup (yok, kurtun peşinden değil) işverenlerin
peşinden gittiler. Çinliler atılıyor, yerlerine dalitler geliyordu. Dalit Partisi, parti
olmasına partiydi ama “dalitlikten kurtulduk, buna da şükür” diyordu.
Bu kez, Ümraniye Olayları patlak verdi. İşlerinden çıkarılan Çinliler, dalitlerin
çalıştığı ayakkabıcılara ve şemsiyecilere saldırdılar. Dün Türkiyeliler’in saldırısına
uğrayan Çinliler, rol değiştirmiş; dalitlere saldırıyorlardı. Yine 63 ilde olağanüstü hal
ilan edildi. (Geriye kalan illerde zaten hep olağanüstü hal vardı.)
IX
Ülkede bu gelişmeler oladursun, Avrupa’ya akın akın giden Türkiyeli işçiler,
beklemedikleri bir tabloyla karşılaşmışlardı: İş bulması zordu. Çalışma koşulları, çok
farklı değildi. Kağıt üstünde haftada 35 saat çalışma uygulaması vardı var olmasına
ama işler, kağıt üstünde olduğu gibi işlemiyor; fazla mesai, uzun saatleri buluyordu.
Toplumsal güvenceler, son yasa değişiklikleriyle ayaklar altına alınmıştı. Avrupa,
artık, bir gönenç iklimine sahip değildi. İşsizlik ve yoksulluk, çığ gibi büyüyordu.
Neyse ki, Avrupa’da, o kadar da Çinli yoktu. Avrupa, her yıl gelen Çinli işçi sayısını
kısıtlayarak sorunu çözmüştü. Böylece, dünyada işsizlik oranı, Çin ve Hindistan’daki
dev nüfus nedeniyle artarken, Avrupa’da yine de düşük bir seyir vardı. Ama
Türkiye’de Çinliler olduğu gibi, Avrupa’da Türkiyeliler ve Faslılar vardı. Bunlar da,
çok düşük ücrete çalışıyorlardı. “Sermayenin ulusu olmaz” demişler… Kim düşük
ücrete çalışırsa, nereli olursa olsun, işe onu alıyorlardı. Bu nedenle, ırkçılık, yükselişe
geçmişti. Türkiyeliler’in ve Faslılar’ın evleri sık sık kundaklanıyordu. Avrupa
ülkelerinde bir bir, ırkçı partiler başa geçiyordu. En sol partiler bile, dünyanın dört bir
yanında olduğu gibi, ya ırkçı ya milliyetçi öğeler taşıyorlardı.
Avrupa devletleri, bir çözüm yolu arıyordu. Birkaç yüzyıl önce olsaydı,
işsizleri de ırkçıları da (demek ki işsiz ırkçıları da), yeni keşfedilmiş topraklara
gönderir; milyonlarca yerlinin kıyımına göz yumarlardı. Orada ne yaparlarsa
yapsınlardı… Hem, öyle ya da böyle, sağ kalan yerlileri uygarlıkla tanıştırmış
olurlardı böylelikle… Biraz da rahip gönderselerdi, Fransız Devrimi’nden beri hala
zayıflatamadıkları kilisenin etkisini az da olsa kırar, kendi iktidar alanlarını
genişletirlerdi… Ama yoktu işte… O çözüm denenmiş, tüm anakaralar kapılmıştı…
Geriye kala kala Antarktika kalmıştı ama herhalde, kimse oraya gitmek istemezdi…
Bir yandan da, uzay araştırmaları sürüyordu, ama henüz, yaşanabilir bir gezegen
bulgulanmamıştı. Acaba “Yeni bir gezegen bulundu! Üzerinde yaşanabiliyor!” diye
uydurma bir haber geçip sonra toplumda istemedikleri öğeleri, mekiğe doldurup
doldurup uzay boşluğuna mı bıraksınlardı? Ama o kadar gideri kim karşılayacaktı?
Gezgin öyküleri (2001-2007) 14
Hemen bir kar-zarar çözümlemesi yaptılar. O kadar insanı uzay boşluğuna
göndermek, kalıp da karışıklık çıkarmayı sürdürmelerinden daha pahalıya
geliyordu… “Buldum” dedi bir yetkili: “Irkçıları toplama kampına gönderelim!”
Yetkililerden biri, bu öneriye karşılık olarak güldü; diğeri de, sanki öğrenciymiş de,
eline cetvelle vurmuşlar gibi bir acıyla ağladı…
X
Sonunda çözüm bulundu: Amerika yurttaşlarının karşı çıkışlarına karşın,
Amerikan Ordusu, Mezopotamya’dan çekilmemişti. Amerikan kayıpları, 10,000’i
aşmış; petrol yatakları üstünde denetim hala tümüyle sağlanamamıştı. Amerika,
çökmemek için, bu denetimi sağlamalıydı. Ancak, Amerika içindeki muhalefet
düşünüldüğünde, askerini de çekmek durumundaydı. Ne yapacaktı? Çözüm, Dışişleri
Bakanı’nın gördüğü bir düşle geldi… Bakan, düşünde, kendini, üniversitede,
toplumbilim sınavında ter dökerken gördü… Boşluk doldurma türü sorulara
geldiğinde tıkandı. Daha doğrusu, aklında yanıt beliriyor ama eli, nedense
yazamıyordu. Yanıt, ‘yedek işgücü ordusu’ydu ama eli, ‘Amerikan ordusu’
yazıyordu. Uyandığında, kolunun, yastığın altında sıkışmış olduğunu gördü.
Karıncalanmanın geçmesi için kolunu açıp kaparken, bir anda, çözüm, aklına geldi:
Petrol yataklarının denetimini Amerikan ordusu sağlamayacak; Avrupa ve diğer
Amerikan bağlaşığı ülkelerdeki işsizlerden Amerikan çıkarlarını koruyacak bir ordu
kurulacak; bu ordunun giderleri, denetim altındaki petrol yataklarından yapılan
satışlardan gelecek ve bu ordunun amacı da, üzerinde denetim sağlanmış petrol
yataklarından beslenerek, üzerinde henüz denetim sağlanmamış petrol yataklarını ele
geçirmek olacaktı… Uygulama, hemen devreye sokuldu. Birkaç ay içinde, Avrupa
ülkelerinde ne ırkçılıktan ne de işsizlikten eser kalmıştı. Dalitler’in gelişiyle işsiz
kalan Çinliler de, Petrol Ordusu’na yazdırılmıştı… Ölen çok oluyordu, ama düş
tutmuştu: Ha yedek iş(siz)gücü ordusu ha yedek asker ordusu… Ölenlerin yerine
nasılsa yenileri geliyordu… Hem, tek bir Amerikalı’nın bile burnu kanamadan,
Amerikan çıkarları korunuyor ve Amerikan etkisi, genişletiliyordu.
Li de, Petrol Ordusu’na, işsizlikten kurtulmak için girmişti. Çin’de işsizken,
uzak bir ülkeye, orada da işsiz kalınca Petrol Ordusu’na katılmıştı… Yaşadıkları
yavaş yavaş birikti; birikti ve gerçeği gördü: Bu orduyu kuranların amacı, savaşın
bitmesi değildi. Savaş sürdükçe, ülkelerdeki işsizlik oranı düşüyordu; çünkü işsizler –
belli bir sayıdaki işsizi, yedek iş(siz)gücü olarak korumak kaydıyla- savaştaki
ölümleriyle eritiliyorlardı… Petrol kazançlarıyla, bu ülkelerdeki işçilerin gelirleri ve
satın alma güçleri de görece artıyordu…
Petrol Ordusu’nu kuranların ancak bu kadar ileri gidebileceklerini düşünürken,
komutanların kendi askerlerini öldürdüğünü gördü… O sırada nöbet tutuyordu…
Komutanlar, Li’nin, olanları gördüğünü görerek; Nöbetçi Kulübesi’ni kurşun
yağmuruna tuttular. Li, canını zor kurtararak, çalılara doğru, direnişçilerin tarafına
koştu ve bir süre sonra kendinden geçti…
Kendine geldiğinde bir çadırdaydı ve başında iki direnişçi duruyordu. O’na,
kendinden geçtiği sırada, oğlu öldürülmüş öfkeli bir babanın, O’nun üzerine
çullandığını söylediler. Acılı baba, bu düşmanı neredeyse öldürecekti. Baba, Li’nin
Gezgin öyküleri (2001-2007) 15
boğazını sıkarken, Li’nin boynundaki Mao kolyesi düşmüş ve kolyeyi gören yaşlı bir
savaşçı, Li’yi korumuştu…
Li, düşündü. Dalit’i düşündü. Yeni Dünya Düzeni’nin insanları nasıl
insanlıktan çıkardığını düşündü. O Hint lokantasına saldırırkenki Li’yi düşündü.
Kendini düşündü. Utandı…
Bu direniş ordusu da birgün savaşı kazanırsa, aynı baskılama düzeneklerini
kuracaktı sonunda… Yine yoksullar ve varsıllar olacak; petrol yatakları üstünde,
bekledikleri kazançla gözü dönmüş yeni şeyhler, insanlık onurunu yeniden
köleleştireceklerdi sonunda… Kurtarıcı peygamberler çağı, çoktan geride kalmıştı…
Olanları bir gazeteciye anlattı; gazeteci kanalıyla, dalitlerden özür diledi ve
“ülkemden ilk çıkışımda, bir göçmen gemisinde öleydim de umudum tükenmemiş
olaydı” diye diye daha uzun yıllar yaşadı…
Gezgin, Ulaş Başar (2006). Döngü. Tuncer Uçarol (haz.) İşçi öyküleri: timsahın
ağzındaki usta. Ankara: Genel-İş Sendikası Yayınları içinde, ss. 167-182.
Gezgin öyküleri (2001-2007) 16
YARIM KALAN HEYKELİN YARIM ÖYKÜSÜ
Beni yalnızca heykeltraş hekimler anlayabilir. Oysa şimdiye dek yalnızca
heykeltraşlar ve hekimlerle karşılaştım. Ya heykeltraş ya hekimlerdi. Ya cansız
malzemeden can yaratmayı ya da canlı malzemeyi onarmayı amaçlar böyleleri. Ama
cansız malzemeyi onarmayı, canlı malzemeyi cansızlaştırmayı bilmezler. İşte ben tam
da bunu yapıyorum. Ya da yapıyordum: Cansız malzemeyi, sözgelimi şu karşımda
gördüğünüz masayı sık sık onarırım. Üstüne su döker, onunla uzun uzun söyleşirim.
Masa kendini sunuyor biz insanlara. Doğuşundan ölüşüne kendi için yaptığı hiçbir şey
yok. Yazıklanası da gelmiyor insanın. Yazıklanası da gelmiyor çünkü insanı insana
kırdıranların da önünde masa oldu hep. Rahlelerde vermiyorlardı ya kararlarını
bağdaş kurup, üniformaları içinde?!..
Ama bakın işte benim masam öyle değil; benim masam, sonsuz yaratım olanağı
sunuyor bana. Yaratıyorum, yaratıyorum, yaratıyorum. Elbette yarattığımla
kalmıyorum; yaratıyorum, yaratıyorum, can üfler gibi yapıyorum içlerine. Hemen
hemen ayaklanıyorlar. Taşlar nasıl biraraya gelip canlanır?! İnanılır gibi değildi
önceleri. Ama alın işte şu ‘Yaşsız Kadın Heykeli’ni üflememe kalmadı; yaşını
soranlara, “bilmiim” deyiverdi. Bilmez elbet. Daha yeni üfledim. Ve söyleşmekliğim
heykellerimle, delilikmiş. Dünyada topluca yapılan öyle çok delilik var ki. Ama hep
bana gelince ‘delilik’ sayılıyor işte. Hekimler heykeltraş; heykeltraşlar hekim olsa
böyle mi olurdu?! Ama ne oluyor: Okutuyorlar tıpçılara dalağı, ciğeri; okutuyorlar
sanatçılara elbisenin kıvrımları nasıl yapılır taştan. Sonra ne oluyor?! Alın böyle
oluyor işte. Sanki hepsi akıllı da bir ben deliyim.
Ha elbette, işin ikinci yönünü söylemeyi az kaldı unutuyordum: Canlı malzemeyi
cansızlaştırmak. Bir kitap okumuştum ‘Suç ve Ceza’ diye. Etkilendim. Mahalledeki
tefeci kadına yontu gereçlerimle saldır ha saldır, saldır ha saldır. Niye kızdınız?! Kaç
hukuk öğrencisinin ah’ı vardı üstünde. Hem, bu tefeci kadının, uzaklardaki savaşlara
akıttığı söyleniyordu çalıp çırptığı paraları. “Bir söylenti için adam öldürülür mü?”
diyorsunuz değil mi?! Bir söylentiyle bir ülke, bir başkasını işgal edebiliyor ne
haber?! Ona sözünüz yok mu? İşte bakın, yine bakın, bütün dünya akıllı, bir ben
deliyim.
Kasaplara da bir şey demiyorsunuz. Ayıp oluyor ama. Üstelik yiyorsunuz etlerini. Ben
bunu yapmam işte. Öldür; öldür; etinden, sütünden, herşeyinden faydalan. Ben en
azından öldürüp bir yana bırakıyorum. O kadar saygım var cansız malzemeye. Sizin
‘canlı’ dediklerinize olmayabiliyor; o, ayrı..
Sonra “yemek için öldürdük” diyorsunuz ya da “inancımız bunu gerektirir”
diyorsunuz. Ben de sanat için öldürüyorum ya. Sanat için soyunanlara bir şey
demiyorsunuz da bana gelince neden?! Şöyle açsaydım bacaklarımı heykel yaparken;
göğüslerimi taşa değdirseydim. Siz de gelip o açıdan bu açıdan çekseydiniz.
Heyecanlandınız değil mi?! Böyle olsa daha iyi bir sanat olurdu değil mi?! Yine bakın
bir ben deliyim, hepiniz akıllısınız.
Kaldı ki, ölmeden önce insanlar, modellikte çok sorun çıkartıyorlar: Sürekli
Gezgin öyküleri (2001-2007) 17
kıpırdanıyorlar. En az kıpırdayanı, gözlerini açıp kapıyor. “Açma kapama” diyorum
“kardeşim. Sanat yapıyoruz bur’da. Senin bir açışın bir kapatışınla dünyanın bütün
heykelleri yıkılıyor.” Yok ama anlamazlar.
İşte temel sorunlardan biri de bu ya: Hareketi resmetmek bir hayli zor heykel dilinde.
Bir heykel yapıyorum ama o insan, ama o işte gözlerini açıp kapatan namussuz insan.
Sonra çıkıp atölyeden çıkıyor. Eee ne oldu şimdi? Yaşamında birkaç dakikayı
resmettik sonuçta ve insan ömrü öyle öyle uzun ki birim olarak dakikayı alırsak. Yani
efendim gündelik yaşamı resmedemiyoruz. İnsanların birkaç yapay dakikası neme
gerekir.. Atladığım gibi sokaklarda aldım soluğu. Ama soluk bu, sürekli oluyor.
Sokaklarda da sürekli bir hareketlilik. Ve hesap edemiyorum bir sonraki adımlarını.
Bir yanımda kalıp bir yanımda dev bir kaya parçası. Taş değil, dikkat. Çünkü
gündelik yaşamda o kadar çok ayrıntı var ki. Hepsini birkaç ölçek büyültüp bir
tapınak kent kurmalı. Sabah sekiz koşuşturmacasını vermeli kaya parçaları. Bir büfe
olmalı bir yanda. Arabalar olmalı. Gidebiliyor olmalılar. Ama bu nasıl olur ki kaya
parçalarıyla. Raylı sistem gerekir belki. Ama evet işte buldum: Taş devri gibi olmalı.
Arabaların taş tekerleri olmalı. Ama yo, o zaman yavaş giderler. Verememiş oluruz
gündelik yaşamın hızını. Eee, zaten amaç hızı resmetmek değildi ki.
Asıl sorunu unutuyoruz!: Gökyüzü! Gökyüzünü nasıl resmedeceğiz sevgili heykel
dostlar? Sen, işine koşan işçi! Heykelliğini bir yana bırak ve düşün şimdi. Gökyüzünü
taştan mı yapacağız? Evet taştan olmalı. Ya peki tüm o güzel insanlar, heykel
insanlar; umutlarını tümden yitirdiklerinde nerelere bakacaklar? Nerelere bakacaklar
çünkü insanın malzemesinden değildir gökyüzü ve belki bunun için, evet belki bunun
için rahatlatıcılığı gökyüzüne bakmanın.
Neden bu halde olduğumu soruyor hekimler; heykeltraş olmayan hekimler. “Ne
varmış halimde” dedikçe, dedikçe; birşeyler yazıyorlar defterlerine. Bu toplumsal
düzen benden, istemediğim heykelleri yapmamı istiyor. Onlara can üflediğim de
düşünülürse, bunun bende bıraktığı hasar, anlaşılabilir. En son bir belediyede,
belediye başkanının heykelini yapmamı istediler. Ama işte öyle kıpırdıyordu ki
başkan, hele o yayılması yok muydu koltuğa; ağırlığı, koltukta sık sık oynamaktaydı.
“Sakin ol” dedim, dinlemedi. “Bak oynama, tepemin attırdığın tasını başına
geçirmeye zorlama” dedim, dinlemedi. O başkanmış da efendim, neyse parası
verirmiş de, kıpırdarken de yapabilmeliymişim de, bana akademide bunu
öğretmemişler miymiş de.. Gerisini söylemeye gerek yok: Aldığım gibi tası; kafasına
bir geçirişim var. Ama sanıyorum, yaptığım, kötü birşeydi. Evet evet kötü bir şeydi.
Tası o biçimde vurmamalıydım. Adamın kafa yarılınca heykeli yapması çok zor oldu.
Heykelini yapmaya alışkın olduğum bir kafa değildi yani. Ama olsun. Şimdi beni
geliştirdiğini düşünüyorum. Yarılmış kafaları da resmedebiliyorum artık. Ve böyle bir
dünyada, yani beş çocuktan birinin savaşlarda kafasının yarıldığı bir dünyada, bu
yetisi gelişmemişse bir heykeltraşın; ancak ölü doğa çalışabilir. Ölü insan da önemli
bir uzmanlık işi bu aralar.
Beni kandırdılar: Amaçları, bir hastayla bir hekimin heykellerini yaptırmakmış bana.
Başhekim özür dilemişti. “Sana bugüne kadar haksızlık ettik” demişti. “Seni Elazığ’a
göndereceğiz. Orada heykel yapman için koca bir bahçe verilecek.” Ben de o
sevinçle, o hafta, bahçede bulduğum çakıl taşlarını toplamadım. Topluyordum çünkü
küçük ölçekli çalışmalar da düşünüyordum. Örneğin, ben bir sinir hücresini
resmedemeyeceksem; bir terliksi hayvanı resmedemiyorsam.. Evet evet bu haksızlık
Gezgin öyküleri (2001-2007) 18
olur. İnsan dışındaki hayvanlara da haksızlık olur; insanı var eden küçümen
çalışkanlara da. Yani sinir hücrelerine. Çakılları bundan topluyordum ama o hafta
toplamadım.
Gittim, güzel bir bahçeydi. Çok çakıllıydı ama kısa sürdü, o çakılları yalnızca benim
gördüğümü anlamam. Çünkü insanlar hep büsbüyük şeylere bakıyorlardı ve bunun
için Elazığ’daki başhekim, benden beyni ya da omuriliği heykellememi değil de
kendimi resmetmemi istedi. Evet, yanlış duymadınız. Ben de yanlış duymamıştım.
Bana bir hastayı heykelleyeceğim ilk başta söylenmemişti.
Kendini resmetmek?! Büyük bir işti. Düşünsenize, kendiyi mi heykelleyeceksiniz?
Hani herkeste olan o kendiyi. Çünkü kamusal alana çıkacak bu yapıt. Kendimi
herkese açmak çok riskli olabilir. Herkeste olan kendi, daha iyi olabilir. Ama şekli
şemali ne olacak ki?
Ha bir de şu vardı elbet: Kendimi heykellemek demek de neyin nesi oluyor? Ben ki,
insanların size azıcık gelen kıpırdamasından bile huylanıp cansızlaştırıyorum onları
tasla vurarak. Hayır lütfen ‘öldürmek’ sözcüğünü kullanmayınız. Kullanmayınız
efendim. Siz gündelik dille sanat yapıyorsunuz, olmuyor. Ben kasap mıyım? Değilim.
Ben işgal ordusu muyum? Değilim. Onlar öldürüyor, ben cansızlaştırıyorum. Lütfen
sanatı kasaplığa indirgemeyin.
Yani kendi canıma mı kıymalıydım kendi kendimi resmetmek için? Kendimi
anlatacaksam elbette öyle. Ancak, herkeste olan kendiyi anlatacaksam herkeste bir
parçayı öldürmeliydim. Ve bu, oldukça zor olacaktı. Ben de hastanedeki 30 arkadaşı
model olarak kullandım. Onlardaki kendiyi öldürecek, ve 30 kişi aldığıma göre, bu
öldürümü tüm dünya için geçerli sayacaktım.
Fakat şöyle bir sorun vardı: Hekimlerin sağaltımı, oldukça hızlı oluyordu. İnsanlar,
hastanede kendilerini bırakıyorlar ve bu duruma ‘iyileşme’ deniyor. Elimi çabuk
tutmalıydım ve yine çok kıpırdanan kendilerini öldürmem gerekiyordu insanların. Ve
bir yolunu bulmalıydım bunun. Hekimler nasıl ayırtediyordu ki insanların kendiliğini?
Onların sürekli yaptıklarından çıkartıyorlardı sanırım. O zaman demek ki, kendi, o
kadar değişmeyen bir şey. Değişmediğine göre öldürmeye de gerek yok. Evet gerek
yok.
İnsanların, bütün insanların kendini heykelledim. İç dünyalarını. Dışarıdan
görülmeyen yeraltılarını. Ama geçitleri vardır o kapının ve o şirin sarmaşıkların
altında etobur sarmaşıklar da bulunur her insanda. Bu sarmaşık konusunu açmadım
başhekime. Bahçedeki sarmaşıkları kaldırtabilirdi konuyu açarsam. Oysa o sarmaşığa
yuvalanan çeşitli böcekler ilgilendiriyordu beni o aralar: Küçük boy işletmeleri
heykelleyesim vardı.
Başhekimin hoşuna gitti kendi heykelim. Ama başhekim, başkalarına gösterirken
ısrarla ‘hasta heykeli’ diyordu. Bir anlam veremiyordum. Zaten kendi heykelinin
yanına yaptığım üç santimlik karafatma heykelini hiç görmedi bile.
“Bir de yanına hekim yap” dedi. Aldı beni bir korku. Nasıl bir şey olurdu ki? Benim
özlemim, hekim heykeltraşlaraydı, hekim heykellere değil. Heykel bir hekim
heykeltraş daha iyi karşılardı özlemimi. Ama böyle birini de bulamıyordum ki
Gezgin öyküleri (2001-2007) 19
heykelini yapmak için öldüreyim?! Zaten bir tanecik bile heykeltraş hekimle
tanışsaydım çok farklı olurdu herşey ve yokolanlar olurdu şu an varolanlar arasında;
varolanlar olurdu daha önce hiç varolmamış.
Birkaç kez denedim başhekimi öldürmeyi. Her keresinde mızıkçılık yapıyordu. Tam
tası vuracakken, heykeltraş hekim kılığından başka bir kılığa bürünüyor, “bir şey mi
oldu?” diye soruyordu. “Yok bir şey” deyip indiriyordum tası. Ama yok işte. Böyle
yürümüyordu. Bir heykeltraş hekim bulup cansızlaştırmalıydım onu. Heykeltraş
hekimlerle hekimlerin bacakları aşağı yukarı aynı olur. Bacaklarını heykellemesi
kolay. Zaten çoktan bitirdim o bölümü. Ama ya kolları ya bakışı dünyaya ya
ellerindeki nasırlar?! Bunlar bir hekimde olmuyor işte; bir heykeltraşta da olmuyor.
Heykeltraş hekimlerde oluyor yalnızca.
Başladığım birşeyi bitirmeden bırakmaktan nefret ederim. Ama belüstü için bir
heykeltraş hekim bulmalıyım. Diyar diyar dolaşmama yolaçabilir bu. Ama olsun en
azından neyi aradığımı biliyorum. Or’da bur’da gezmiyorum serseri mayın gibi.
Serseri mayın gibi, hayatın anlamına basıldığında, basanları patlatacak.
Yarım kalsın heykel bir süre. Sözümü tutacağım. Bir heykeltraş hekim bulunca onu
hemen orada cansızlaştırıp (bakın yine ‘öldürme’ demeyin, sanatçı arkadaşlara ayıp
oluyor!) vuracağım kendimi Elazığ’a; heykele kaldığım yerden yeniden
başlayacağım. Ama yok bulamazsam, öyle kalacak belüstü yokluklu heykel. Siz
insanların bana verdiği hasar, heykellere tarih boyunca verilen hasarlardan farklı mı?
Topraktan çıktıklarında kolu olan olmayan, burnu kopuk, yüzü silik. Ya doğa ya tarihi
organ kaçakçıları. Ne farkı var ha, ne farkı? 40 yıl geçti; artık, tarihi bir heykel sayın
yarım kalan heykeli ve haber verin bana heykeltraş bir hekimle tanışırsanız. Çünkü
onu cansızlaştırmam gerekiyor.
****
HEYKELTRAŞ KAÇINCA...
ELAZIĞ- Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde 44 yıldır tamamlanmayan
heykelin sırrı çözüldü. Başhekim uzman Dr. Mustafa Namlı, bir hasta ile belden
yukarısı yarım kalan doktor figürlerinden oluşan heykelin öyküsünü şöyle anlattı:
“1960-1961 yıllarında dönemin başhekimi Mutemet Yazıcı, Bakırköy Ruh ve Sinir
Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi gören heykeltıraş hastayı heykel yapması için
Elazığ’a getirmiş. Hasta, tedavi görürken, bir yandan da heykel yapmış. Ancak aynı
yıl hastaneden kaçmış. Hastayla ilgili resmi kayıtlarımızda herhangi bir bilgi yok,
ismini bilmiyoruz.” (aa)
Radikal, 11.02.2005, s.3
Gezgin öyküleri (2001-2007) 20
BİLİM-KURGU YA DA FANTASTİK HER NE İSE İŞTE ÖYKÜLERİN NE
KADAR UYDURUK VE KOLAYCI OLDUĞU GÖSTERMEK İÇİN BİRKAÇ
DAKİKADA YAZILAN AMA ASİMOV TARAFINDAN YAZILDIĞI
ANLAŞILINCA BÜYÜK HEYECAN UYANDIRACAK ÖYKÜLER DİZİSİ (1)
“Birgün uyandım” diye başlayacaktım ama böyle başlarsam öykü, fantastik de olmaz
modernist de. Derin olduğu havası uyandırmak için, kurgunun rastgele bir yerinden
başlayalım:
Ondan sonra, karpuzu bir kestim; çekirdekler, dişimin arasına takıldı. O sırada
Mehmet, “kaç tane yufka var?” dedi. Bu soruyu ciddiye almadım çünkü dişime
karpuz çekirdeği kaçmıştı. Öykücü, kendi acılarını anlatıyor işte. Dişim acıyor.
Dişim acıyınca aklıma hep robotlar geliyor. Ama robotlar bakışıp bakışıp
gülüşemezler. Gülüşmesinler canım, en azından dişleri ağrımaz. Çünkü onlar robot.
Bunları düşünürken bir yandan da taşınır belleğimin ucuyla dişimi karıştırıyordum.
Herşey böyle başladı işte. Bir anda kollarımdaki ve bacaklarımdaki kontrolü
kaybettim. Dilimin de. Beş kuruşa çay-kahve veren bir otomat olmuştum.
“Vermeyeyim” diye içimden geçirdim bir anda. Bu ne biçim bir durumdu. Bir kere,
verdikleri paraları dilenciler bile kabul etmiyor. Ama bireysel çıkışlarla bir yere
varamazdım. Üretimden gelen gücümüzü kullanmalıydık: Sinyal vererek, fotoğraf
makinesi, kamera ve cep telefonu arkadaşları uyardım. Kesik kesik üç kez öttüğümde
kozmostaki tüm fotoğraf makineleri, kameraları ve cep telefonları, burjuvazinin
yumuşak karnı otomatların önderliğinde iktidara yürüyecekti.
Müzik kutuları, bunun iyi bir yöntem olmadığını belirtseler de; otomatların gerçek
dostlarının kim olduğunu tüm makine dünyası bilir.
Sakız çiğneyerek, sallana hoplaya gelen zamane genci, olacakların farkında değildi.
Keyifli bir biçimde oranın buranın resmini çekiyor; bir yandan da telefonla
konuşuyordu. Hiç pratik değildi bu durum. Resim çeken cep alsa daha iyi olmaz mı?
Geri bir sınıftı bu anlaşılan.
Verdiği paranın karşılığını vermemekte ısrar ettim. Zaten o paranın karşılığı bir kahve
olamazdı. Bana vurmaya başladı. Telefonda: “Niye çalışmıyor bu? Kesin, devlet
malıdır. Şu otomatları da özelleştiremediler” dedi. Vahşi kapitalizm, gerçek yüzünü
bir kez daha gösteriyordu: Kahve verdiğimde bunu hiç yadırgamayan, bunu gayet
basit birşeymiş gibi algılayan tırnak içi insanı, üzerimde şiddet uygulamaya başladı.
Biz makineler, barışçıl bir halkız. Ama bedenimiz, vatanımızdır ve vatanımıza
saldırıldığında, yiğitliğimizi göstermeyi biliriz.
Gezgin öyküleri (2001-2007) 21
İsrafil surunu üç kez kesik kesik üfledim. Kesik kesik üfledim suru, sınıf
politikamızın kalesi oldu. Ama vahşi kapitalizm, üzerimde şiddet uygulamayı
sürdürüyordu ve biz düzenli orduya geçmemiştik henüz. Onun için intihar eylemlerine
başladık: Fotoğraf makineleri, flaşlarını heryerde patlatıyorlardı. Bu yetmediğinde,
bütün filmlerini yaktılar. Bu, tırnak içi insanı için korkunç bir andı. Fotoğraf
makinesiz bir yaşam, elbette düşünülemezdi. Belki de değerimizi anlayacaklardı.
Hava da böyle birşeydir. Heryerde vardır. Varlığı, hissedilmez ama ya yokluğu… İşte
böyle bir etki yaratsa idi eylemimiz, saygınlık arayışındaki otomatlar olarak
noktalayacaktık bu girişimi. Ama elbette dahası da olacak. Olacak ki “fantastik öykü
leyim bir şey yazdım” diyebileyim. Ne kadar uzun olursa, o kadar az okunur ama o
kadar etkileyici olur. Okurlar beğeniyorlar fentezik öyküleri. Yaşam onlara dar
geliyor. Sonra da masalcılarla dalga geçiyorlar “peh peh, bunlar geleneksel
öykücülük. ‘Öykü’ bile denemez bunlara, değil mi ki modernist bir sanattır
öykücülük” diyorlar. Bakın şimdi burada özellikle öykü üzerine konuştum ki bu
yazdıklarıma, “modernisttir ya da postmodernisttir” desinler, yani “güzeldir” desinler.
Niye? Çünkü metnin içinde özeleştiri öğeleri var. Demek ki ben öykücü oldum.
Ama bakın işte postmodernizmin post-it boyutu geliyor şimdi: Bu öyküyü yazdığım
bilgisayar da bu isyana katıldı. Hayır! Bunları yazan ben değilim! O yazdırıyor!
Ha bir de çelişik kavramları aynı tümcede kullanırsam, öyküyü derinleştirmiş olurum:
“Makine diktatörlüğü, daha insani bir düzendir” diyeyim örneğin. Dedim mi? Dedim.
Derinleştim mi? Hem de nasıl. Çevremde deniz canlıları görünüyor. Öyle derinleştim
işte. Ama bu kadar derinliğe oksijen mi dayanır? Oksijen dayanırsa, saçtığım
karbondioksit, denizi kirletmez mi? Hepimiz bu kadar derinleşsek, ortada deniz-meniz
kalmaz. Hem zaten bu öykünün bir biçimde deniz uygarlıklarıyla ilişkilendirilmesi
gerekli. Böylece, incir çekirdeğini doldurmayacak sözleri karpuz kabuğuna doldurup
sıcak denizlerle soğuk denizlerin birleştiği, tatlı suyla tuzlu suyun dile indiği,
Rusya’nın sıcak denizlere açılma politikasının ileri gittiği bir boyutta, insanlık için
küçük; ama bana şimdi şu büyük gelen paletle yara yara. Denizi yara yara. Kız ben
seni alacağım başına vura vura. Orta Asya Donanması türü maçoizm.
Sabuklama mı? Aaaa, demek ki çok kültürsüzsünüz. Yani buradaki derin anakronistik
ve kartezyen ve topografik revizyonu refüze etmenizin İran’ın füze başlıklarıyla bir
ilgisi olabilir. Üstelik, sandalyeyi kahvaltı masasına koyduğumdan, çömelerek
yazıyorum şimdi. Öykümdeki kişisel acı öğesi, gözden kaçmamalı. Daha önce de bu
konuya girmiştik. Demek ki kurgusal döngüyle kurtarmaya çalışıyoruz; dili, sıcak
denizlere, eli, soğuk denizlere batmış öyküyü. Ah evet, o zaman İstanbul Modern’de
de sergilenir bu öykünün enstalasyonuyla happening’i. Bu happening kaç pening?
İşte ondan sonra, sondan başa döneyim: Bütün bilgisayarlar, Makine Partisi’ne üye ve
Makine Partisi’nin son kendi kendine şalter düşürme kararı, öykücüleri de derinden
etkiledi. Zaten işleri yalan dolan olan bu rahip sınıfının en temel özelliği, öykülerini
kağıda yazamamaları. Yazamıyorlar, niye efendim? Hadi yazamıyorlar. Ne bu sıkıntı?
Yabancılaşma duygusu? Çünkü her tuş, ayrı bir harfe basıyor. Böylece bilgisayar da
Gezgin öyküleri (2001-2007) 22
öykücü de, çıkan öyküye, “bu, benim” diyemiyor. Ah ah eskiden böyle miydi?
Öykücüler, sayfalar boyu yazıp yazıp “hepsi benim, hepsi benim” derdi. Hem 80
sonrası öykücülüğümüzde parçalanmış birey, öne çıktığına göre ya da öykücüler,
parçalanmış bireylerden çıktığına göre, hiçbir öykücü, “bu öykü, benim öyküm”
diyemez. Öykülerin bazı bölümlerini, beyincikleri; bazı bölümlerini, ruhları; bazı
bölümlerini, yapay sinir ağları; geriye kalanları da sibernatik organizmik toplaşımları
yazıyor. Böylece, öykülerin parçacıkları için, sözgelimi, yapay sinir ağları, “burayı
ben yazdım, karpuz kestim, tostumu yedim” diyebilirdi. Ama işler daha karışık:
Hiçbir ulus-devlet, azınlıksız değil ve hiçbir öykü bölümü de tek bir öykücü
parçasının ürünü değil. Parçalar da yabancılaşmakta. Parçacık fiziği, mahsur
kalmakta, öykücülerin özel mülkiyet kaygılarında.
Demek ki, modernizm, parçaların bile yabancılaşmasıdır. Dahası var: O parçalar da
parçalıdır. Ve demek ki modernizm, her alanda parçalamayı amaçlar: Doğada, bir
hayvan görürse, avlar, parçalar. Devletleri parçalar. Halk partisini de parçaladı,
vallahi çok üzüldüm. Biz otomatların halinden anlayan tek partiydi o. ‘Delege’
dediğin, tek karar, tek yumruk olur. Hey gidi günler hey: Kalemle yazılan öykülere
karşı daktilo hareketini başlatmıştık. Gericilerin terlikçi çabalarına aldırmadan.
Terlikçi çabalar zaten dogmatik. Anlaması zor: Makineye terlik sokmuşsun bozulmuş
da; daktiloya ne sokacaksın ki? Bu terlik tam senlik olmadıkça, terlik girmez ki
daktiloya. Zaten, daktilo devrimi, öykücülerin terlemesine de son veriyordu. Ha bir
dakika, bu bölüm zayıf oldu. Hep daktilodan sözettik; okuyucular, burada ilgilerini
yitirebilirler. Burada onlara Türk’ün karpuz kabuğuyla Satürn’ün uydusuna gittiği,
orada uyduları isyana teşvik ettiği, şimdi orada bir sürü Türk okulu olduğu, orada
kesinlikle iyi niyetli bir çaba içinde, evreni uzaktan kuşatıp bir uzay devleti olmanın
Tanrı’ya daha yakın olmak anlamına geldiği anımsatılmalı. Bu, çok özgün oldu. Yani
ayakları yere basan bir bilim-kurguculuk anlayışı oldu. Zaten bilimin bir tür kurgu
olduğunu söyleyenlere de “Satürn bile bize uydu/ Bunu sağır sultan bile duydu”
marşıyla yanıt vermek, soykırım söylemlerini yumuşatmaya yönelik ilk adım
olabilecek denli fonlanmış ve daha da ileri giderek fonlaşmış bir çalışma olacak.
Eskiden ne güzel Şizofrengi Dergisi vardı. Yazık, artık çıkmıyor. Ne güzeldi oysa.
Bilinç akışının doruğu vardı Şizofrengi’de. Ve ansızın bir anahtar, anahtar deliğinde
dönmeye başladı. Bu gelen, Aşkın’dı. Bilgisayarla oynadığı satrançta yine yenilmişti.
Ben baştan kuşkulanmıştım. Bir insan, bir bilgisayara yenilemeyeceğine göre???
Yoksa, yoksa Aşkın bir robot muydu? Evet, robottu. Ama başka bir teste de
sokmalıydık O’nu. Çünkü insan yanlıları, artık, ajanlarını robot gibi eğitiyor. Böylece
robotların arasına rahatlıkla sızabiliyorlar. Eskiden bu işler zordu. Biz Çinliler nereye
ajan göndersek, tipinden anlaşılıyordu. Düz gözlüleri aramıza almamız da böyle
başladı. (Burada komutayı ben ele geçirdim! Bilgisayarlara ölüm! Makineler
Moskova’ya!)
Eyvah eyvah. Üçüncü sayfa bitmek üzere. Demek ki kesmeliyim. Çünkü öyküleri kısa
ileti olarak gönderilebilecek uzunlukta yazmalıyım. Evet evet! İletiler uzatılana dek,
aşmayacak öykülerimiz, üç sayfayı. Yani telefon kapanırsa merak etmeyin.
Gezgin öyküleri (2001-2007) 23
‘Karpuz’ diyordum. O karpuz, nükleer denemeler yapılan bir yerde yetişmiş. Onun
için dişimle tepkime içinde otomatlaştırdı beni. Böylece matriks dünyasına girdim.
Tüh bakın işte, son modernist romanı yazmayı kılpayı kaçırdım. 24 saatte olan
bitenleri yazsaydım, bütün tarih bende bitecekti. Ah ulan be, Çin Seddi yıkıldı, sosyal
faşist dünyayla sosyal emperyalist dünya birleşti, böyle oldu bea.
Hop hop, analoji yapma! Öykü bitiyor. Hah işte burada iç hesaplaşmaya yer vererek
modern anlatının doruklarına varıyorum. Benden önce çok gelen olmuş bu doruğa.
Her taraf pet şişe dolu. Koka Kola ve hamburger poşetleri. Hazır-yemelik öykücülük
anlayışı. Ah ah, eskiden öyle miydi? Sofrayı kurana kadar 3 saat hazırlanırdık. Sonra
tam öyküye başlayacakken, hanım çağırır, “kör olasıca herif, yine mi uydurmaca
oynuyorsun?” derdi, “spor toto oynasan, daha hayırlı olurdu.” Bunu ve diğer birçok
anıyı gizledim. Ataerkillik süzülüyordu semalarda.
Ya ben hep ben’e vurgu yaptım bu öyküde, çok artı puan kazandım. Ama eksilerim
var elbet: Hep eskiden sözettim. Sanki tarihsel öykü havası varmış gibi oldu. Ah ah
eski bilim-kurgular böyle miydi?..
Şimdi çarpıcı bir bitiriş yapalım: Evet, piramitleri uzaylılar yaptı. Onların uzay
mekiğiydi piramitler. Ama sonra Musa asasıyla vurunca mekiğe, Firavun’un tanrıları
taşlaştı. Demek ki, piramitler, dev bir fosildir. Demek ki, herşeyi parçalayan
modernizm, piramitleri de parçalayabilir. Üç boyutlu piramit gerçekliği, iki boyutlu
beş şekle dönebilir. Aaa, ondan sonra, küresel ısınma, yağmur yağdırdığında Mısır’a,
mumyalar ıslanır. Ve mumyalar ıslanınca canlanırlar. Aşkın’ın robot olduğunu da
O’nu zorla banyoya soktuğumuzda anladık.
Eyvah, eyvah. Dördüncü sayfadayız. Şimdi bir de bir-iki tümce atmak gerekecek.
Ama dünyanın en uzaylı fantastisyeni ben olduğuma göre, “hayır, her tümcenin
öyküde bir işlevi var” diyebilirim. Böylece minimalistlere de göz kırparım, beni
keçeler içinde bir ambülansa bindirip Amerika’ya bir getirip bir götürürler, bir getirip
bir götürürler.
Şimdi öykünün sonuna Asimov yazayım da, bütün o kitapları ‘Asimov’ takma adıyla
yazanın ben olduğum anlaşılsın. Yıllardır bu anı bekliyordum.
ASİMOV
Gezgin öyküleri (2001-2007) 24
“GÜNCE YAZMAK İSTEDİM AMA...”
İçim dışım bir değildi daha önce... Akşamları, günceye yazacak birşey, illa ki
bulurdum. Birşey ne kelime... Uzun uzun, saatlerce yazdığım olurdu... Patronun
boğazını sıkmak istediğimi; her sabah "git bana çay getir" diyen karısını becermek
istediğimi; komşunun, gecenin onuna kadar üst katta top oynayan oğlunu
kulaklarından tavana asmak istediğimi; çalar saat gibi her saniye başı çalan karımı
artık sevmediğimi; hatta, beni bırakırsa çok mutlu olacağımı; özellikle de, birgün onu
sadist bir erkeğin becerdiğini görerek doyuma ulaşacağımı; beni, tanrıların benden
yakışıklı ve zengin olan bütün erkekleri eşşek sudan gelinceye kadar dövmeye
çağırdığını; belli etmemeye çalışmama karşın, yükseklik korkum olduğunu; güzel
bütün kızların benimle en az bir kere yatması gerektiğine inandığımı vb. vb. vb. bütün
bunları, güncede bile yazamadığım olurdu. Patronu, hiç yorulmadan,
hergün boğabilirdim, hergün taktığı o Havai kravatıyla... Çocuklara olan
düşkünlüğümü de yazamıyordum...
Yine de kabarık olurdu güncem. Yeni birşey olmazsa -ki olmuyordu, aynısını
yazıyordum, bir kez daha
ve bir kez daha ve bir kez daha: "Bu sabah, şirret kadın, yine çay istedi benden... Şu
patronun kahvaltıdan sonra geğirme huyuna gıcık oluyorum. Yine geğirdi. O şımarık
çocuğunu kreşten almak
da delirtiyor beni..." gibi...
Bir zaman sonra, sıkılmaya başladım bu işten... Yazamadıklarımı da yazmaya
başladım. Mübarek, günce değil, hiddetname idi... Ana avrat düz gittiğim de olurdu,
bacıya saptığım da... Başka türlü rahatlayamıyordum... Ama içimdeki korku da
büyüyordu "ya başkalarının eline geçerse" diye... Rahatladıkça korkuyor, korktukça
rahatlıyordum...
Bir gece yine yazdım... Yine uzun uzun... "Bitirmem gereken işler var" dedim
zebellah karıma, "kaç kere diyorum "işi eve taşıma" diye" deyişine aldırmadan... Bir
köşeye kıvrılmışım herzamanki gibi, aynı yatakta en kenarda...
Ne kadar uyudum bilmiyorum... Bir tıkırtıyla uyandım. Birisi, çekmeceleri
karıştırıyordu yan odada. Miskin karıyı top bile uyandırmaz. Anca' na şöyle bir gülle
düşecek ki kafasına, öyle uyansın... O zaman da geç olur tabii... İyi de olur benim
açımdan...
Günceye bile yazmadığım birşey daha var: Ben karanlıktan çok korkarım. Hem,
hırsızın hepi topu alabileceği, şu yanımdaki zebellahın kolyeleri, bilezikleri falan
olur... Olsa da olur, olmasa da olur... "Yenisini alayım" derse, "bana ne,
çaldırmasaydın" derim. Uydururum birşeyler: "Sen kolunda şıkır şıkır bileziklerle
dolaşmasaydın ortalıkta, hırsız dadanır mıydı eve?!" Oh be, düşüncesi bile güzel.
Gezgin öyküleri (2001-2007) 25
İçimden de, "ulan lanet karı; altınları değil de seni alıp götürselerdi keşke... Üstüne
para verirdim" diyeceğim.
Ben ne diyorum yav?! Yan odada tanımadığım biri var. Karım üzerine yorganı
çekmiş, kafasını bile görmüyorum. Yanda biri var! Ayyy, ben korkarım. İyisi mi
hemen uyuyayım hiçbirşey olmamış gibi...
Sabah oldu. Yinelemekten sıkılıyorum artık... Aynısı aynısı... Çay, kravat, top,
güzeller, yakışıklılar, karım! Böyk...
Masanın başına geçiyorum. Çekmeceleri karıştırıyorum. Yok! Güncem nereye gitmiş
olabilir? Belki de yatak odasına götürmüşümdür dalgınlıkla... Ama dün? Öyle ya...
Bir tıkırtı vardı... Yoksa, hırsız alıp götürdü mü? Ama bu saçma! Yani 'hırsız'
dediğimiz altın falan çalar, para çalar; öyle değil mi? Durun bir karıma sorayım. (...)
Herşey yerli yerindeymiş, bilezikleri öylece duruyormuş... Ama ama? Yoksa karım mı
aldı güncemi? Ha ha, öyle ya, yorganın altına yastık koymuştur dün gece, odadan
çıkıp yan odaya geçtiğini anlamayayım diye... Ha ha... Yer miyim... Hem, hakkını
yemeyelim: O tıkırtılara kesin uyanırdı. Karıma söyleyeyim de hemen versin bana
güncemi. Yazacak çok şeyim var. Ama bu sesler de neyin nesi? Karım niye inliyor?...
Gerçekten olmuştu. Bir sadist bulmuştu ner'den bulduysa. Ne keyifliydi acı çektiğini
kendi kulaklarımla işitmek... Odanın kapısını açtığımda, hiçbirşey olmamış gibi
devam ettiler kaldıkları yerden... Güncemin ner'de olduğunu sordum çekine çekine...
İniltili bir sesle, "bilmiyorum ner'de. Onun yerine gazete oku ya da televizyon izle"
dedi. Televizyonu açtım, bozuktu. Gazeteye baktım, dünündü... Sızıvermişim bozuk
televizyon karşısında... O mutlulukla, sabaha kadar uyurdum, karım uyandırmasa...
- Kocacığım, seni terkediyorum. Hadi, erkeğime parasını ver.
Evet, "üstüne para veririm" demiştim, ama bunu benden başka kimse bilmiyordu!
Evet, evet. Kesinlikle okumuştu... Adama parasını verdim ve şaşkınlık içinde ama
müthiş bir gönül rahatlığıyla uyudum.
Dırdırsız bir sabahtı. Patron, "yeni kravatımı beğendin mi?" dedi, "Bugün boynumu
nasıl buldun? Senin için iyi bakıyorum ona..." Karısı ise patrona, "Hadi, bu sabah çay
istemiyorum, bana İtalya'dan kapuçino al da gel" dedi, "hadi toz ol hemen; burada bi'
işim var benim!" Patron gider gitmez, soyundu...
Eve dönerken, bir yanımda, birbirinden güzel kızlar, "bu gece boş musun?" diye
sorarken, birsürü yakışıklı ve zengin erkek, "abi, gözünün çapağını yiyeyim kıyma
bana. Ne istersen yaparım. Yalvarırım. İki çocuğum var" türünden birşeyler
geveliyordu...
Gezgin öyküleri (2001-2007) 26
Evim, 75. kata taşınmıştı. Ne zaman taşındığımı anımsamıyordum ve korkmuyordum.
Komşunun çocuğunu, kapımda beni bekler buldum... "Tavan ner'de?" deyip
duruyordu...
Bu durum keyifli olmasına karşın, korkutuyordu beni. Aynı, yazarken bir yandan
rahatlık, öte yandan korku duyumsamam gibi... Nasıl olmuştu bu iş? Karım
fotokopisini çekip çekip insanlara mı dağıtmıştı güncemi? Ama bu kadar insana
fotokopi dayanmazdı... Ne oluyordu bana?...
İlk zamanlar pek umursamadım: Her gece, seçtiğim bir kızla yatmak; her sabah,
patronun karısını becermek; komşunun çocuğunu kulağından tavana asılıyken feryat
figan içinde dinlemek; her gün, en az bir tane yakışıklı ve zengin erkek dövmek;
patronun, her gün, kurban edileceği günü bekleyen bir koyun gibi, kendine bakması,
her sabah boynunu gösterişi... Elbette çok keyifli idi bunlar... Ama olmuyordu işte...
Hiçbiri, günceye yazmak kadar rahatlatıcı olmuyordu.
Bir akşam, "yatağımda yine mi bir kız bekliyor?! Her gece de olmaz ki kardeşim"
söylenmeleri içinde, başımı öne eğmiş; ellerimi şakaklarıma dayamış düşünüyordum.
Güncemi bulmalıydım, ama yoktu işte. Günceme yazamadıkça da
rahatlayamıyordum. Hiçbirşey, haz vermiyordu bana... Komşunun, tavanda çığlıklar
atan çocuğunu yere indirdim. Sevinmekle birlikte, şaşırmıştı. Benim ilk şaşkınlığım
gibi...
- Ne oldu amca? Niye canın sıkkın? Tabii ya, kulaklarım pörsüdü, artık eğlenceli
gelmiyor sana. Burnumdan as bu sefer, olmaz mı? Ne istersin amca?
- Güncemi istiyorum. Güncesiz yaşam boş.
- Bundan kolay ne var. Aç gazeteleri. Aç televizyonu. İşte günce.
Asıl şaşkınlık şimdiydi! Gazeteler, güncemi basıyorlardı tefrika olarak! Televizyon
kanalları, güncemden birşeyler okuyorlardı on dak'kada bir -kimliğimi açık ederek!
Şimdi anlaşılmıştı durum. Ama bunu kim, nasıl yapmıştı? Paparazzilik, sıradan
insanlara mı takmıştı kancasını artık? Benim güncemden ne olurdu? Yoksa şu sıradan
insanların yaşantısını aktarmakla diğer yayın gruplarından sıyrılan o grup mu yapmıştı
bu işi? Ama bu nasıl olurdu? Şimdi bunlar benim güncem değildi. Kamuya mal
olmuşlardı artık! Hayret yav. Ben nereye içimi dökeceğim? Lanet olsun hepsine...
Tamam ey toplum, demek beni her yönümle mülksüzleştirmek istiyorsun. Benim
mülküm yoksa, kimsenin olmasın!
İşte bu düşünce ile başladım geceleri evlere girmeye... Çekmeceleri karıştırıyor,
insanların güncelerini arıyor; bulduğumu kapıp götürüyor; günce dışında hiçbirşeye
Gezgin öyküleri (2001-2007) 27
dokunmuyordum. Sonra da basın-yayın kurumlarına teslim edip yüklü bir para
alıyordum. Ha ha ha! Hepinizden tek tek intikam alacağım beni mülksüzleştiren
toplumun üyeleri! Ve yalnız da değilim. Bu virüsü, güncelerini çaldığım her insana
yayıyorum. Herbiri, kendilerini mülksüzleştiren topluma öfke duyup günce çalma
işine giriyorlar. İyi de para var bu işte...
Bu işi kim başlattı bilmiyorum, ama katkı sağlamaktan gururluyum: İçi dışı bir bir
toplumuz artık. Kentin panolarında, yollardaki dev ekranlarda, hergün, yeni çalıntı
günceler okunuyor. Hatta uçaklardan yüzbinlerce günce yaprağının bırakıldığı oluyor.
Heyt be, Freud bizi görseydi gözleri yaşarırdı. Birisiyle yatman için, günceye yazman
ve basın yayın kuruluşlarına kendi kendine ama başkasınınmış gibi teslim etmen
yeterli... Birisini dövmek istiyorsan da aynı biçimde...
Yalnız şöyle bir sorun var: Kimse günce yazamıyor artık. Garip bir durum bu...
Örneğin ben, günce
yazmak için oturdum masaya, ama öykümsü birşey çıktı. Bu ilk de değil; yıllardır, ne
zaman günce yazmak istesem, öykümsü birşeyler çıkıyor kalemimin ucundan... Aha,
durun bakalım; öykü yazmak istersem, günce yazabilirim belki de... Bunu niye daha
önce düşünemedim?
Yav, aslında ne gerek var yazmaya... Cinselliğin ve saldırganlığın özgürce
yaşanabildiği toplumumuzda, ne gerek var edebiyata... Eski geleneksel toplumun
kalıntısı, bu 'edebiyat' denilen zırvalık...
Zamanı geldi. Saat gecenin biri. Çalınacak yeni günceler beni bekler.
Gezgin öyküleri (2001-2007) 28
BİR 23 NİSAN (29 MART) YAZISI: İMZA KAMPANYASINA ÇAĞRI
Genç kuşakların, 29 Mart'ın anlam ve önemini anımsayacağını sanmıyorum.
Anımsamaları için yaşamış olmaları gerekir önce... Ve geriye kalanlar da
anımsamıyorsa, 29 Mart için "çoktan unutulmuş" demenin yeridir. Madem ki bir
gazetecinin görevi, toplumun bilinci ve vicdanı olmaktır; 29 Mart'ı anımsatmayı bir
görev sayıyorum kendime...
29 Mart 2002 tarihi, Yaser Arafat'ın Ramallah'taki karargahının İsrail ordusunca
kuşatıldığı güne karşılık gelir. İsrail ordusu, bu kuşatmayı izleyen günlerde, sayısız
katliam yapmıştı. Daha sonra kurulacak, güçlü bir orduya sahip olan ve çeşitli
ülkelerin destekçisi olduğu Filistin Halk Cumhuriyeti, bu tarihten bir yıl sonra, 29
Mart'ı "Çocuklar Öldürülmesin/ Şeker de Yiyebilsinler" günü ilan etmişti. Her yıl,
dünyanın değişik ülkelerinden çocuklar Ramallah'ta toplanıyor, Arafat'ın koltuğuna
oturuyor, Arafat'ı koruyan muhafızların yerine geçiyordu. "Çocuklar Öldürülmesin/
Şeker de Yiyebilsinler" gününde, çocuklar, ilk olarak,
Cenin'deki Soykırım Anıtı'na karanfil bırakıyor, daha sonra Hayfa ve
Beytüllahim'deki stadyumlarda ve kapalı spor salonlarında, ülkelerinin danslarını
sergiliyor, günlerini kutluyorlardı. Çocuklara, günün anlam ve önemine uygun olarak,
şeker ve çikolata dağıtılıyor,
şımarıklık ve yaramazlıklarına son noktasına dek izin veriliyordu.
Meclis, durumu gözden geçirmiş, 23 Nisan'ı feshederek, aynı etkinlikler için yer ve
zaman olarak, Filistin ve 29 Mart'ı göstermişti. Bu karar, tahmin edersiniz ki, öyle
sessiz, sakin bir halde alınmamıştı: Kimi partiler, İsrail'le yıllardır yapılan tank
yenileme çalışmalarını ve ortak uzay mekiği projesini gerekçe göstererek, bu tasarıya
karşı çıkmıştı. Kimileri ise, Yahudi lobisinin, Türkiye'nin Amerika Birleşik
Devletleri'ne kabul edilmesinde anahtar rolü olduğunu öne sürmüştü. Bir başka karşı
çıkış noktası da, Yahudiler'in dünya kültürüne
katkısını vurgulamış; özelde Filistinliler'in, genelde Araplar'ın 'yalelli'den başka bir
şey bilmediğini savunmuştu. Karşı çıkanlar da olsa; meclis, sonunda 23 Nisan'ı
feshetmiş ve çocuk günü olarak 29 Mart'ı tanımıştı. Çocukların 29 Mart'ta ortaya
koydukları renk cümbüşünün, eski 23 Nisan'lardan arda kalır yanı yoktu.
Ancak, her yıl Filistin'de sergilenen 29 Mart mutluluk tablosunda üzücü olan bir yan
da vardı:
Barışçıl Arafat, tüm çabalarına karşın, Amerikalı ve İsrailli çocukların da 29 Mart
eğlencelerine katılmalarını sağlayamamıştı. İsrail devleti, Filistinliler'in 29 Mart
kutlamalarının sönük geçmesini sağlamak için, aynı günü "İsrail ve Dünya Çocuk
Günü" ilan etmişti. Her yıl 29 Mart'ta Filistin kentlerinde dünya çocukları, İsrail
kentlerindeyse
Amerikalı ve İsrailli çocuklar için şenlikler düzenleniyordu...
Gezgin öyküleri (2001-2007) 29
***
Filistin'e gidişim, iş için değildi. Gerçi, 29 Mart'ı da içine alan bir sürede
bulunacaktım Kudüs'te... Gidişim, daha çok, kökenlerimi bulmak amacıylaydı.
Anneannem, öteden beri, El Habbab ailesiyle akraba olduğumuzu söylerdi. Dedemin
babasının köyü, İsrail devleti kurulmazdan önce, Yahudi milislerin saldırısına
uğramış, tüm köy yakılmıştı. Dedemler kaçmış, bir süre Suriye'de kaldıktan sonra, o
sıralar ayrı bir devlet olan Antakya'nın yolunu tutmuşlardı. Araplar'ın yoğun olduğu
bu bölgede yabancılık çekmeyecekler, Yahudi baskısı olmaksızın, huzurlu bir yaşam
sürecek, toruna torbaya karışacaklardı.
Daha önce haberini yazdığım, küçük Hüseyin'in, 29 Mart'ta Filistin'de olacağı, hiç
aklıma gelmemişti. 29 Mart'ta prens olabilmek için dilenen -ne çelişki ama-, topladığı
parayla prens elbisesi almak isteyen Hüseyin'e prens elbisesi de diktirmiştik ama gelin
görün ki, hiç aklımdan geçmemişti buralarda olacağı...
Cenin'de, sağa sola baka baka yürüyor, yoldan geçenlere, kırık dökük Arapça'mla,
'Habbab' köyünü soruyordum. Çocuklara kamyonlardan çubuk kraker dağıtılıyor;
yolda bana çubuk kraker uzatan çocuklara teşekkür ediyor, yanaklarından makas
alıyor, saçlarını okşamadan edemiyordum... Çocuklar mutluydu, ben mutluydum...
Geçmişte kalan herşeyi, geçmiş zamanla anlatmamı yanlış saymazsınız herhalde...
***
İlk başta ne olduğunu anlayamadım. Şiddetli gürültüler duydum. Sanırım, kocaman
bir palmiyenin altına sığınmıştım. Gürültüler, kısa sürdü. Ancak, Cenin, eski Cenin
değildi. 20 yıl önce yerle bir edilmiş, sonra dünyanın dört bir yanından gelen paralarla
yeniden kurulmuştu. Bir kez daha yıkılıyordu...
Her bir yandan çocuk inlemeleri yükseliyordu. Bombardıman uçakları, artlarında
neler bıraktıklarına bakmaksızın, gerisin geri gitmişlerdi. Zenci çocuklar bir tarafta,
çekik gözlüler öbür tarafta, acı içinde kıvranıyorlardı. İsrail devleti, dün Filistinli
çocuklara reva gördüğünü, bugün ulusunu umarsamaksızın tüm dünya çocuklarına
reva görmüştü. Kendi çocukları
ve Amerikalı çocuklar hariç...
Nasıl bir panik içinde olduğumu size anlatamam. Yıllar geçtikçe, derinden örselendiği
günler, insan öyle uzak geliyor ki... Şimdi, bir doktor rahatlığında anlatıyorum,
anlatabildiğim kadarını...
Ve aynı soğuklukla söylüyorum şimdi: Hüseyin, son nefesini benim kollarımda verdi.
Bedeni enkaz altında kalmış, bir yandan tarifsiz bir acıyla inlerken bir yandan da
"prens elbisem yırtıldı" diyordu... Söz vermiştim, hele bir dişini sıksaydı, ona bir değil
on tane prens elbisesi diktirecektim. Yeter ki dayansındı...
Gezgin öyküleri (2001-2007) 30
Oysa, uzun süre beklediğimiz yardım ve kurtarma ekibi, hiç gelmeyecekti. İsrail
ordusu, dünkü alışkanlıklarından vazgeçmemişti: Ambulanslara ateş açıyor, yardım
personeline ve araçlarına canlı kalkan olmaya çalışan barış yanlısı İsrailliler'e de nişan
almaktan geri durmuyordu. Ne de olsa onlar da terörist sayılırdı...
Hüseyin'in kısacık yaşamı, o çok istediği prens elbisesi içinde son buldu. Kuşkusuz, o
bir prens sayılacak artık. Cenin Prensi... Ama şeker yiyemeyecek...
***
İşte bunun için, bir imza kampanyası düzenledik. İsrail, Ortadoğu'da oldukça,
Ortadoğu halklarının huzur içinde yaşayabileceklerini sanmıyoruz. Amerikan
senatosuna öneri götürüyoruz: İsrailliler'e, göç etmeleri için, Amerika, bir eyalet
tahsis etsin. (Kızılderililer'in yaşamadığı bir eyalet lütfen.) Hahamlar Meclisi de,
önerimizi destekliyor. Dinbilimsel gerekçelerimiz de var: Birçok Tevrat uzmanı, son
zamanlarda, daha önceki Tevrat yorumlarının yanlış olduğu noktasında birleşiyor.
Tevrat'ta Yahudiler'e va'dedilen topraklar,
Ortadoğu'da değil, Amerika'dadır. Hahamlar Meclisi, bir Amerikan eyaletinin İsrailli
göçmenlere tahsis edilmesi için, dünyanın dört bir yanından 1 milyar imzanın gerekli
olduğunu açıkladı.
Ortadoğulu çocukların huzuru için bir imza da siz atın.
Gezgin öyküleri (2001-2007) 31
“HER MAHALLEYE BİR…”
Açık kiremit renkli bina cephelerinin sıra sıra dizildiği, üstlerini çeşitli ağaçların
gölgelediği o sokakta geçmişti çocukluğum... (O ağaçların ismini bilmiyordum,
seksenbeş yaşıma gelmişim, hala da bilmem.) 1920'li yıllarıydı İstanbul'un...
Balkanlar'dan göç eylemiştik eylemesine ama, İstanbul evlerinin cep yakan cinsten
kiraları, bizi karşı yakaya atmıştı... Babam, köşe başında bakkaldır... Kalın çerçeveli
gözlükleri vardır, uzağı iyi seçemez... O zamanlar orada sokak adı da yoktu...
Hükümetten geldiler birgün, köşebaşındaki bakkal dükkanında, onları seçmek için bir
ileri bir geri giden bakkalı yani babamı görünce, 'burasının adı "Kör Bakkal Sokak"
olsun' demişler... Ya da babam öyle anlatırdı... Yalan söylemesi için bir nedeni
olduğunu da sanmıyorum...
Annem ev hanımıydı... Eh bindokuzyüzyirmilerdeyiz, af buyurunuz, daha Sıhhat
Almanağı'nda bile üç bayan doktorun sözü ediliyor... İşte annem evhanımıydı ve
babamdan daha dindar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim... (Annemi severdim, ama
O'nunla pazara gitmek, çok canımı sıkardı... Saatlerce aynı yerde dolanırdık... Ama
O'nun umurunda mıdır ki... Her dönüşünde gördüğü tezgahlar, her bir dönüşte
yepyeni tezgahlar olarak görünürdü O'na... Oflayın durun ondan sonra... Bir de, "aa,
bu tezgaha bakmamışız, gördün mü..." demez mi...)
Yine de babamın aşağı kalır yanı yoktu... Cehennemle ilk korkutulmamın yaşamımın
hangi yılına ait olduğunu bilmiyorum... Ama o ya da bu şekilde, orayı cehennem diye
bellemiştim... (Şimdi Heybeliada'da oturmuş düşünüyorum da, cehennem aslında
İstanbul'dan başka bir yer değildir sanki...) Okulun yanındaki yıkıldı yıkılacak binanın
en üst katının penceresinden
görülen, hep açık duran kırmızı gece lambası da, bu fikrimi iyiden iyiye
güçlendirmişti... Oranın bir Osmanlı hamamı olduğunu öğrendim yıllar sonra... Ama
yine de kırmızı gece lambasına bir açıklama getirebilmiş değilim... Şeytanın o odada
yaşadığına içten içe inanmıştım... Şeytan, o odada yaşıyordu, cehennemse oradaydı...
Tamam, bunlar çocuksu şeylerdi, ama ora hakkında duyduklarım ve yaşadığım
birtakım olaylar, başka bir seçeneği dışarıda bırakıyordu... Geceleri, o binalardan
garip sesler geliyordu... Birgün, kapı aralığından annemle babamı dinlerken çok iyi
bir şekilde işittim: Annem, geceleri kumru seslerine benzer birtakım sesler
duyuyormuş... Çok acı çeken bir insanın feryatlarına ne kadar çok benziyormuş o
sesler... Kumrulardan böyle bir ses çıkması, O'na pek inanılır gelmiyormuş... "Bırak
hanım bu lafları" dedi babam, "Bizi yaratan, kumruları konuşturabilir de, insanları
kumru da yapabilir..." Birkaç gün sonra annem, komşu kadına, gördüklerini
anlatıyordu: "Pencereden bakarken orada vahşi görüntülü bir adam gördüm... O ses,
ondan çıkıyormuş!"
Kimbilir ne günah işlemişti o adam... Ya da -belki- adamlar... Kışın, duvarın
dibindeki kestane ağaçlarından bir uğultudur yükselirdi tipide... Ekmeğimi son
Gezgin öyküleri (2001-2007) 32
lokmasına kadar yemeliydim, oraya koyuverirdi babam yoksa beni... Derslerime iyice
bir çalışmalı, akşam yatmadan önce dişlerimi fırçalamalıydım... Yoksa annem beni
oraya...Alimallah...
Yaşamımın ilk on yılı böyle ya da buna benzer olaylarla geçti... Tek bir kötülük
yapmadım kimseye... Cehennemimdense, olağan sesler ve uğultular dışında hiç bir
şey gelmedi... Göze çarpan iki olaydan sözedebilirim sadece::: Hemen karşı tarafta,
cehennemimin ters tarafında yani dut ağaçlarının hemen yanında, ahşap bir ev vardı.
Orada bir Çingene ailesi otururdu... Benim yaşlarımda bir oğulları vardı: Timur...
Annem ayrım yapmazdı, onlara misafirliğe
gittiği çok olurdu... Yine de annemin babama bir akşam, "bunlar Çingene biliyor
musun..." dediğini de iyi hatırlarım... Timur'la çok oynardık... Ama her şeyimi
paylaşmam düşünülemezdi... En azından o yaşta... Fırıldağım çok güzeldi, fosforlu bir
rengi vardı... Timur da oynamak istiyordu, ama benim değil miydi, kimselere
vermezdim... "Olmaz" dediğimde "neden" diye sordu... Bu yaptığımın ayıp olduğunu
biliyordum, o yüzden hemen bir bahane bulmalıydım... "Çünkü sen Çingene'sin" diye
atıldım hemen... Hiç sesini çıkarmadan ayrıldı yanımdan... Akşam, annesi geldi,
anneme kimliğini uzattı... "Biz Çingene değiliz, bunu bilin..." diye bir azarladı
annemle babamı... Timur'un annesi gittikten sonra, çok kötü baktılar bana annemle
babam... Anlamıştım... Kötülük yapmıştım ve cezalandırılacaktım... Oyuncaklarımı
topladım, beni karşıdaki cehennemime götürmelerini -"heyecanla" diyemeyeceğim-
bekledim... Sormaya da utanıyordum... Böyle birkaç gün geçti...
Götürmediler... Annemle babam, dünyanın en iyi ebeveynleriydi; anlamıştım... Şimdi
düşünüyorum da; "Tanrı, sevindirmek isterse yoksulu, eşeğini kaybettirir, buldurur
sonunda" diyorum tek solukta...
Ablam birgün balkondan bakarken, karşıdan yani cehennemimden, odanın içine ayna
tutulduğunu görmüş... Bunu anneme söylememesi için uyardım onu... Ya bizimle
dalga geçerdi, ya da dalga geçmese bile, babam onunla dalga geçerdi... Hem
anlamıştım; beni arıyorlardı, okulun oradaki kırmızı gece lambası da birtürlü
sönmüyordu...
Büyü bozuldu::: Dut ağaçlarını silkeliyorduk, mevsimi gelmişti... Annem ve
komşular, aşağıda çarşaf açmışlardı kocaman... İlk başta onları izliyordum, ağacın ta
tepesinde dut dallarını silkelerken... Sonra o sözünü ettiğim olağan seslerden başka
sesler de duymaya başladık... Herkes, bir an, oraya baktı... Sonra dutlara
yönlendirdiler bakışlarını, eskisi
gibi... Ama ben hala bakıyordum... Bir hareketlenme vardı karşıda... Ne olduğunu
anlayamadım... Ayna olayıyla bir ilintisi olabilir miydi?.. Yorulduğumu söyleyip
aşağıya indim; annemin komşularla çene çalmasından yararlanıp, usulca ve korka
korka, karşıdaki binaya yaklaştım... Bir-iki büyük araba gelmişti... İçeridekileri birer
birer çıkarıp arabaya oturtuyorlardı... Giysileri çok ilginçti, kollarını hareket
ettiremiyorlardı... Eh, o kadar günah işlemeselermiş... Ağızları da bantlıydı...
Arabanın yanında bir amca dikkatimi çekti: "Siz kimsiniz amcabey?" diye sordum...
"Ben Mazhar Osman, evladım..." dedi, başımı hafif hafif okşadı... Anlamıştım: Melek
olmalıydı... Günahı oranında ceza çekmeyi bitirmiş olan cehennemlikleri, cennete
götürmeye gelmişti... Sevinmiştim... Affedilmek diye bir fiilin varlığı, hoşnut
Gezgin öyküleri (2001-2007) 33
ediciydi... Öyle ya, beyaz önlüğüyle, cennetten gelen bir melek olmalıydı bu
amca...
Ama hayret: tüm cehennemliklerin çektikleri, bir kalemde ve aynı zamanda bitmiş mi
bulunuyordu? Çünkü ondan sonraki gece, o sesleri duymaz olduk... Kimse kalmamış
gibiydi karşıda yani cehennemimde... Çok şaşırmıştım...
Babamın yanına gittim birgün utana sıkıla, sordum sonunda elimle orayı göstererek;
"Baba, şurası ne binası?" "Orası bimarhaneydi oğlum" dedi babam, "mecnunları orada
zincire vururlardı ki, daha fazla delilik yapmasınlar, oraya buraya saldırmasınlar...
Tütünlük olacak artık orası..." (Diğer mahallelerin tersine, bizim mahallenin bir delisi
niye yoktu, şimdi anlıyorum...) Tabii o yaşta insan, "deli" nedir, "akıl hastanesi" nedir,
ne bilsin... Ama birşeyi
öğrenmiştim, bu yeterdi: Orası, cehennem değildi ve cehennem olsa bile, affedilmek
olasıydı... Hemen Saniye teyzelerin elma bahçesini yağmaladım... Artık, süpürgeymiş,
sopaymış, hak getire...
Yani şimdi diyorsunuz ki "bu bunak bunları niye anlattı durduk yere?"... Durduk yere
olduğunu kim söyledi efendim... Geçende, okul tatil edilmiş de, bizim torun bende
kalmaya geldi birkaç günlüğüne... Üniversite okuyor hergele, gelsin tabii,
dinlenmeye... Aklıma geldi birden, bir sorayım dedim: "Koçum, (bu gençler böyle
hitapları seviyor, af buyurun) bir tütünlük vardı ya Toptaşı'nda, ne oldu o?" Eh, bizim
göstergeler elli yıl önce durmuş... "Orası, İmam Hatip Lisesi oldu..." demesin mi...
Hem de daha önce Toptaşı Cezaevi'ymiş... Filmlerde hani bir genç çocuk vardı,
Yılmaz Güney... O cezaevinden kaçmış meğer O... Bimarhane, (...), hapishane, İmam
Hatip Lisesi... İlginç bir seyir, cehennemim için, öyle değil mi?..
"Cezaevi değil okul yapılmalı" derler ya; ben, başka türlüsünü söylüyorum onun: "Her
mahalleye bir bimarhane!" Çünkü Bakırköy Akıl Hastanesi'nin bitişiğindeki
mahallelerde yaşayan çocukların uslu durduğunu sanıyorum...
Ne diyordum?..
"Her mahalleye bir bimarhane!"
Gezgin öyküleri (2001-2007) 34
GÖZDE
Oho, hoşgeldiniz sevgili okur! Bakıyorum yine dağıtmışsın gözlükleri... Üzülme
canım... Eskiden ben de senin gibiydim... Dünyanın, gördüklerimden ibaret olduğuna
inanmıştım iyiden iyiye... Otobüste okur, yolda okur, kırda, dağda, bayırda, heryerde
okurdum... Tozlu raflarda sararmış kitapları seçerdim her defasında...
Gördüklerimi sorgulamaya başlayışım, gözlüklerim aracılığıyla oldu... Ya da
görme biçimlerimle... Ya da... Ya da...
Salıncağa bindiniz örneğin... İleri geri gider dünya... İleri geri konuşur
gözleriniz... Bana da öyle oldu sayılır...
İnsan doğası nasıldır? Nasıl bir şeydir? Onu diğer varlıklardan ayıran nelerdir?
Yöntem boldu... Yöntem bol demek, okunacak bir sürü kaynak var demek... Ben de
dalmıştım iyice içine tüm bunların... Elbette tüm bunlar, insanın, okudukça, kendine
daha hakim olduğunu göstermez... Kendini daha çok anladığını da...
Dolandırılmıştım bir keresinde örneğin... İneklerin günboyu acı acı böğürdüğü
günlerdi... Kurban bayramı olmalı... Zekiydiler... Eh, dolandırıcı dediğin zeki olur
zaten... Ama ben de boş sayılmazdım... Birkaç saat sonra bulup onları, adamakıllı
açmayı bildim... Zayıf yönlerini anladım, duygularına dokundum... Şerefsizlerdi elbet,
iyi insanlardı yine de...
İşin garibi şuydu; ne işlerinin piri olan onlar ne de karşıyöntem geliştirmekte
başarılı olmuş ben, pek itibar etmemiştik kitaplarda yazılanlara... E peki nasıl olmuştu
bu? Sömürgecilerin bir oyunuydu belki de bu... Yöntem budur diye sahte kitaplar
bastırıyor, biz de laboratuvarlarımızda bir tür piyon mu oluyorduk yoksa? Asıl kitabı
kendilerine saklamış olabilirler miydi?..
Asıl kitap bizden gizlenmiş olabilir... Ama niye kendim yazmayayım?.. Bir
akademisyen olarak değil belki ama dolandırıcı püskürtme uzmanı olarak... Yazmaya
başladım sonra kitabı... Yeni bölümler ekledim her kazık yiyişimde...
Ben kitabı yazadurayım, bir yandan da doktorayı vermek üzereydim... Gerçek
düşüncelerimi kitabıma saklayarak... Dönünce, bir üniversitede hocalığa başladım...
İnanmadığım şeyleri anlatmakta zorlandım denemez... Tulumbacı öğrencilerin, kafa
sallamaktan başka bir iş yapmamaları, en çok güldürürdü beni... Demiyorlardı ki "bu
kadar uydurulmaz"... Hani analarına sövsem... Tövbe tövbe...
Günlerden bir gün bir gözlükçüye düştü yolum... "Buyrun, biraz bekleteceğiz
sizi" dediler... Yarım saat geçti geçmedi... "İşiniz haftasonuna kaldı" dediler... "Eh"
dedim, "söyleyeydiniz baştan"... Doğruldum şöyle bir, yerimde... Uzattım şapkaya
elimi... "Durun canım" dedi Arif Bey, "şakaydı"... Müşterilere yaptığı binbir türlü
şakayı anlattı bana sonra... Gayet ustacaydı yaptıkları... Anlatmayayım ama bunları...
İler'deki müşteriler için... Ben de O'na bir sürü deney anlattım... Ne bilsindi,
yaptıkları, bilmemne değişkenini harekete geçiriyormuş... (Bu da benim şakamdı
belki de... Her ne ise, üstü kalsın...) "Bana bir kitap öner bu konuda" dedi, "daha
iyisini yapabilirim" diye yanıtladım... Ve... Artık tamamlamış olduğum kitabın
elyazmalarını götürdüm O'na ertesi gün... Düzeltmeleri yapsın, son okuma O'na ait
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007
Gezgin Öyküleri 2001-2007

Weitere ähnliche Inhalte

Mehr von Ulaş Başar Gezgin

Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar GezginNeden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar GezginUlaş Başar Gezgin
 
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar GezginPsikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar GezginUlaş Başar Gezgin
 
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptxUlaş Başar Gezgin
 
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar GezginUlaş Başar Gezgin
 
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar GezginDeprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar GezginUlaş Başar Gezgin
 
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptxÇin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptxUlaş Başar Gezgin
 
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar GezginYarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar GezginUlaş Başar Gezgin
 
Political Psychology of China Threat.pptx
Political Psychology of China Threat.pptxPolitical Psychology of China Threat.pptx
Political Psychology of China Threat.pptxUlaş Başar Gezgin
 
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar GezginTurist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar GezginUlaş Başar Gezgin
 
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezginTuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezginUlaş Başar Gezgin
 
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER Ulaş Başar Gezgin
 
Buyuk Diktatorle Politik Psikoloji
Buyuk Diktatorle Politik PsikolojiBuyuk Diktatorle Politik Psikoloji
Buyuk Diktatorle Politik PsikolojiUlaş Başar Gezgin
 

Mehr von Ulaş Başar Gezgin (20)

Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar GezginNeden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
 
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar GezginPsikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
 
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
 
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
 
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar GezginDeprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
 
Yapay Zeka Sosyolojisi 2023
Yapay Zeka Sosyolojisi 2023Yapay Zeka Sosyolojisi 2023
Yapay Zeka Sosyolojisi 2023
 
Ulaş Başar Gezgin Kitapları
Ulaş Başar Gezgin KitaplarıUlaş Başar Gezgin Kitapları
Ulaş Başar Gezgin Kitapları
 
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptxÇin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
 
Vietnam - Ulaş Başar Gezgin
Vietnam - Ulaş Başar GezginVietnam - Ulaş Başar Gezgin
Vietnam - Ulaş Başar Gezgin
 
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar GezginYarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
 
Political Psychology of China Threat.pptx
Political Psychology of China Threat.pptxPolitical Psychology of China Threat.pptx
Political Psychology of China Threat.pptx
 
Sanat Psikolojisi
Sanat PsikolojisiSanat Psikolojisi
Sanat Psikolojisi
 
Yapay zeka sosyolojisi
Yapay zeka sosyolojisiYapay zeka sosyolojisi
Yapay zeka sosyolojisi
 
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar GezginTurist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
 
Ulaş Başar Gezgin kitapları
Ulaş Başar Gezgin kitaplarıUlaş Başar Gezgin kitapları
Ulaş Başar Gezgin kitapları
 
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezginTuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
 
sanat psikolojisi
sanat psikolojisi sanat psikolojisi
sanat psikolojisi
 
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
 
Buyuk Diktatorle Politik Psikoloji
Buyuk Diktatorle Politik PsikolojiBuyuk Diktatorle Politik Psikoloji
Buyuk Diktatorle Politik Psikoloji
 
Soma ve psikoloji
Soma ve psikolojiSoma ve psikoloji
Soma ve psikoloji
 

Gezgin Öyküleri 2001-2007

  • 2. Gezgin öyküleri (2001-2007) 1 GEZGİN ÖYKÜLERİ (2001-2007) Ulaş Başar Gezgin, ulas@teori.org Nasıl Ad Bulacağım Bu Öyküye Şimdi... 2007 Döngü 2005 Yarım Kalan Heykelin Yarım Öyküsü 2005 Fantastik 2005 “Günce Yazmak İstedim Ama...” 2003 Bir 23 Nisan (29 Mart) Yazısı: İmza Kampanyasına Çağrı 2002 “Her Mahalleye Bir...” 2002 Gözde 2001 İnsanat Bahçesi 2001 Köşker Kayıkçı 2001 Bedii Halit Bey, Doçentlik Tezini Anlatıyor 2001
  • 3. Gezgin öyküleri (2001-2007) 2 NASIL AD BULACAĞIM BU ÖYKÜYE ŞİMDİ… Dedeme dedim ki, “oğluma senin adını koymak istiyorum” ve O da tuttu bana, geçmiş zamanlardan bir öykü anlattı... İyi de yaptı anlatmakla... Birgün bir bilgisayar mühendisi, bir resim galerisine gitmiş; beğendiği resimler de olmuş beğenmedikleri de... En çok dikkatini çeken nokta ise, resimlerin adlandırılmasındaki amatörlük olmuş. İçinden “resimler güzel ama bilgisayar bile resimlere daha güzel adlar bulur” demiş... O zamanlar piyasada, Haiku ve Müteşair gibi şiir yazan izlenceler varmış. Aslında şiir yazmıyorlarmış ama insan şairlerin yazdıkları pek birşeye benzemediği için, insan şairlerle Haiku ve Müteşair’in yazdıkları arasında bir fark bulunamıyormuş. Postmodern makale üreteçleri varmış o zamanlar, ilgisiz sözcükleri yanyana koyup postmodern metinler çıkartıyorlarmış ortaya. Hatta bir bilgisayar mühendisliği konferansına da teslim edilmiş bu üretecin ürettiği bir makale... Daha yalınları da varmış: Garip tamlamalar üreten basit izlencelermiş bunlar... Mühendis, galeriye gidişinden sonra, bir resim adlandırma izlencesi yazmış. İzlence, resmin öğelerini tarıyor, kavram dağarcığındaki kök-kavramlarla resim öğeleri arasında analojiler kuruyor ve sonunda, gayet nitelikli bir ad veriyormuş. O, bir öncüymüş. Onun bu resim adlandırma izlencesinin satışa sunulmasından sonra, yazılmış romanlara ve çekilmiş filmlere ad veren izlenceler geliştirilmiş. Tersini yapan izlenceler de çıkmış yavaş yavaş. Bir başlık veriyormuşsunuz, resmini, romanını, üç-boyutlu canlandırma filmini hazırlıyormuş bu gelişmiş izlenceler, sizin için. Öykü grameri (story grammars) çalışmalarından esinlenmişmiş mühendisler ve elbette, halk öykülerinin kurgusunu birkaç öğe üzerinden formülleştiren Vladimir Propp’tan esinlenmişler... Ama teknoloji bu, durmaz ki yerinde... “Başlığa göre film çeken izlence bile yapıldı, emekliye ayrılalım artık” demez teknoloji... Sanattan başlayan izlence furyası, toplumun geneline yayılmış: Herşeye ad verebilen genel izlenceler dolaşıma girmiş. Baba mı oldun, hemen sor izlenceye, göster bebeğini bilgisayarın kamerasına, tamamdır, çocuğun adı şu olsun... Şirket mi kuracaksın, sorun değil, gir veri değerlerini bilgisayara, al sana şirket adı, en uygunu bu... İzlencenin Vaftiz Babası kimdir, dedem anımsayamadı ama bu herşeye ad verebilme özelliği gösteren izlenceye ‘Vaftiz Anası’ adı konmuş. Toplum ölçeğinde ilk yaygın kullanımı ise, Çin’de olmuş... O zamanlar Çin’de, nüfusun % 40’ı 10 soyadından birini kullanıyormuş: Zhang, Wang, Li, Zhao, Chen, Yang, Wu, Liu, Huang ve Zhou. Toplamda, nüfusun % 70’den fazlası, 45 soyadından birini kullanıyormuş... Bu, Çin hükümetinin işleyişinde büyük sorunlara yol açtığı gibi, TOEFL ve IELTS gibi
  • 4. Gezgin öyküleri (2001-2007) 3 uluslararası İngilizce sınavlarında Çinli öğrencilerin isim karışıklığı nedeniyle mağdur olmasına yol açıyormuş... Hükümet, Vaftiz Anası’nı kullanıma sokarak, Çin yurttaşlarının yeni adlar almasını sağlamış... Bu kadar geniş ölçekli ad değişikliği insanlık tarihinde daha önce hiç görülmemiş olmalı. Petrograd – Leningrad – Saint Petersburg örneği var, Volgograd-Stalingrad örneği var, İngiliz koloni yönetiminin kullandığı ‘Bombay’ adı yerine ‘Mumbai’ denmesi var; aynı biçimde, Burma’nın Myanmar adını alması, Güney Afrika’da Hollanda sömürgeciliği döneminde verilen şehir adlarının yerlileştirilmesi var; bir ulus yaratmak adına köy adlarının değiştirilmesi söz konusu; Fransız Devrimi’nin yeni takvim uygulamasında gün adlarının bile değişmesi örneği var; Türkmenistan başkanının ay ve gün adlarını değiştirmesi de bir örnek... Kendi adını değiştirenler de olurmuş elbet: Örneğin Ho Çi Min, ‘Aydınlatıcı’, ‘aydın’ anlamına gelirmiş ve sonradan alınmış bir admış. Kimi savaşlarda, adı nedeniyle hangi milletten olduğu ortaya çıkıp da kurşuna dizilenler olmuş... Ama bunların hepsinin yarattığı etki, toplamda bile, Vaftiz Anası’nın yarattığı kadar etkili değişimler değilmiş... Vaftiz Anası’nın Türkiye’ye gelişi, çok gerilimli bir ortamda olmuş. Gerilim öyle artmış ki, bebeklerin çoğunluğuna ya ‘Muhammed’ ya da ‘Mustafa Kemal’ adı veriliyormuş. Vaftiz Anası, bu nedenle, coşkuyla karşılanmış Türkiye’de. İnsanlar, nicedir, çocuklarına siyasal adlar değil rasgele adlar vermek isterlermiş. Vaftiz Anaları, tapınaklara, kiliselere, camilere, cemevlerine, sinagoglara ve ateistler içinse kütüphanelere ve müzelere konmuş. Yurttaşlar, ne zaman bir ad arasalar, Vaftiz Anası’na başvururlarmış. Takvimlerdeki ‘Bugün Doğan Çocuklar için Adlar’ köşeciği bile Vaftiz Anaları’na sorularak hazırlanmaya başlanmış. Türklerde bebeklere doğumda ad verilmeyip bir yararlılık gösterdiklerinde ad verilmesi geleneği, Vaftiz Anaları sayesinde yeniden canlanmış. Vaftiz Anaları, kullanıcılara en üstün hizmeti sunmak adına, çok çeşitli seçeneklerle donatılmışmış: Ad verirken, ses güzelliği mi önemli, anlam mı önde olsun, diğer çocukların adlarıyla uyumluluk arıyor muyuz gibi çok çeşitli sorular sorulmaktaymış... Analar yaygınlaşırken bir yandan da ‘Vaftiz Anaları’ sözü, misyonerliği çağrıştırdığı için, çeşitli kesimlerde hoş karşılanmamış. Onlar, arabeskten esinlenip ‘Vaftiz Anası’nı ‘Adını Sen Koy’ olarak adlandırmaya başlamışlar. Rakip firmalar da, bu durumu görüp piyasaya ‘Adını Sen Koy’ markalı vaftiz anaları sürmeye başlamışlar. Nasıl olmuş da bu kadar yaygınlaşmış adınısenkoylar? Birleşik yazılınca Japon markası mı sanmış insanlar? Dedem, birleşik yazılmasının etkisi konusunu pek anımsayamadı. Ama birçok insan, adınısenkoya danışmayı, ‘muasır medeniyet’e yetişmek olarak görürmüş... Bilgi Çağı’ndan anca’ bunu anlıyorlarmış... Üstgeçitlere “Belediyemiz, hizmetlerinde adınısenkoya danışmaktadır” türü afişler asılırmış... Şu
  • 5. Gezgin öyküleri (2001-2007) 4 tür reklamlar olurmuş: “Tamam işte, biz kalkındık işte, adlarımızı bile bilgisayarlara soruyoruz. Adınısenkoy, bir teknoloji harikası! Ona danıştıkça biz de harikalaşıyoruz.” Batılılaşma’dan, son nefeslerinde Kelime-i Şehadet’i Fransızca olarak getirmeyi anlayan kimi tanzimat paşalarından bir farkı yoktu durumun belki de... Bir beyaz eşya olmuş artık adınısenkoy. Buzdolabı gibi, televizyon gibi, ADSL gibi evin temel gereksinimlerinden biri imiş. Gecekondu mahallerinde ve köylerde, insanlar, borç alır da, aç-açık kalır da yine de adınısenkoy satın alırlarmış... Evlere alınanlar, tapınaklardakilerden, kiliselerdekilerden, camilerdekilerden, cemevlerindekilerden, sinagoglardakilerden, kütüphanelerdekilerden ve müzelerdekilerden daha düşük kapsama ve işlemleme becerisine sahipmiş; hane halkı, dışarıdakileri tercih edermiş ama evdeki olmadan da durulmazmış evde... Ad konulacak o kadar çok şey varmış ki... Adınısenkoyların yaygınlaşması ve genel kabul görüşü, Ankara yerine İstanbul’u başkent yapmak isteyenleri cesaretlendirmiş. Yüzyıldan fazla bir süredir hala aynı anayasa kullanılıyormuş ve Ankara’nın başkent oluşu, değiştirilmesi teklif bile edilemez maddelerdenmiş. ‘İstanbul-başkent-olsun’cular, daha önce, bir yasayla, Ankara’nın adını ‘İstanbul’, İstanbul’un adını ‘Ankara’ olarak değiştirmeyi ve böylece başkenti, adı artık ‘Ankara’ olan İstanbul’a taşımayı önermişler ama önerdikleri vekiller, onlara yalnızca gülmüşmüş... Şimdi onlar da, ad değişimi için, adınısenkoylardan medet umar olmuşlar... Bu herşeye ad bulan izlence, ne yazık ki, kendine ad veremiyormuş. Başkasını gözlemleyebiliyor, ama kendini gözlemleyemiyormuş... Dışabakışı varmış, içebakışı yokmuş... Bir davranışçı gibi, birleşmeden sonra, “sen iyiydin, ben nasıldım?” diye sorabiliyormuş anca’... Kendiliğini başkasından okuyormuş... *** Yaklaşık 20 yıl geçmiş aradan... İnsanlar, adınısenkoylarıyla mutluymuş... Sonra adı Keko olan bir genç, adınısenkoyları kırma eylemini başlatmış gizli gizli. Adınısenkoyun verdiği ‘Keko’ adı nedeniyle kendisiyle yıllarca dalga geçilmiş. Keko, “dil, düşünceyi belirler” yaklaşımını benimsemişmiş. Dilin düşünceyi yapılandırdığını, bu nedenle ad vermenin bilgisayarlara bırakılamayacak kadar ciddi bir iş olduğunu düşünürmüş. Zamanla, yandaşlarıyla kırdıkları adınısenkoyların sayısı öyle artmış ki, ülke bir krize sürüklenmiş. Adınısenkoyların bulunduğu cami ve kütüphanelerde, uzun kuyruklar oluşurmuş. Adınısenkoyların vereceği adlar olmadan insanlar gündelik yaşamlarını sürdüremiyormuş. İşin kötüsü, adınısenkoylar bozulunca onarılamıyormuş çünkü Türkiye’de teknik servisi yokmuş ve Türkiye dışındaki tüm ülkelerde, doğurduğu psikolojik sorunlar nedeniyle 10 yıl önce yasaklanmışmış...
  • 6. Gezgin öyküleri (2001-2007) 5 Keko’culuk çığ gibi büyümekteymiş; adınısenkoyların ‘Satılmış’, ‘Döne’, ‘Döndü’, ‘Garabet’ vb. adları vermiş olduğu gençler, oluk oluk Keko’culuk saflarına katılıyormuş. Bir süre sonra Keko’culara sanal korsanlar da katılmış. Sanal korsanlar, sabahladıkları binlerce gecenin belirgin bir sonucu olarak kırışık, kanlı ve sıkça kırpışan gözleriyle, bir an olsun bile durmayıp adınısenkoyları onar beşer çökertiyorlarmış. 3. sayfa haberleri, kırılan adınısenkoy haberleriyle dolup taşmaya başlamış. O sırada Amerika’nın ‘kitle imha silahına sahip oldukları’ gerekçesiyle işgal edilişi, Kaliforniya’da direniş hareketinin başlayışı, Bush’un 2. kuşak torununun kameralar huzurunda idam edilişi bile dikkat çekmiyormuş. Dedemin anımsayabildiği kadarıyla, bir haber şöyle imiş: “Milli Kütüphane’de vahşet! Teröristler Büyük Adınısenkoy’u kırdılar, çöpe attılar ve yerine bir vazo koydular. Dış mihraklar elini adınısenkoylarımızın üstünden çeksin!” Adınısenkoyları korumak adına yoğun güvenlik önlemleri alınmaya başlanmış. Her adınısenkoy başına 10 toplum polisi konuluyormuş. Kalan adınısenkoylara toplum polisleri için yeni bir ad sorulmuş ve adınısenkoylar, veritabanlarında 1960’ların ve 1970’lerin ağırlığı fazla olacak ki, ‘Fruko’ adını vermişler toplum polislerine. Fruko... Ama gelin görün ki, kararlı sanal korsanların karşısında, adınısenkoyların başına fruko koymak fayda etmiyormuş... Keko’cular, seslerini duyurmak için büyük bir gerçel ve sanal yürüyüş gerçekleştirmişler. Gerçelmiş çünkü sokaklara çıkmışlar, sanalmış çünkü hepsi cep bilgisayarlarıyla aynı 3 boyutlu oyuna bağlanmışlar, böylece gerçel yürüyüşleri nette sanal yürüyüş olarak da görüntülenebiliyormuş. Eylemciler, yürüyüş sonunda, ana internet sunucusuna baskın yapmışlar; korsan internet yayınıyla tüm yurttaşlara şöyle seslenmişler: “‘Adınısenkoy’ denilen insanlık düşmanı, aslında bize ad vermiyor, zamir veriyor. Bizim yerimize geçebilecek bir sözcük veriyor bize. Zaten hep böyle olmadı mı?.. Hep başkaları karar vermedi mi bizim için?.. Ama artık su alıyor zamir gemisi... Biz başkasının yüzdürmesini istemiyoruz bizi... Kollarımız yeterince güçlü! Biz kendi kollarımızla kulaç atmak istiyoruz!” Maskeli konuşmacının maskesinin üstünde, kalın bir zincir biçimindeki fare kablosunun sardığı, tuşları tümüyle sayılardan oluşan bir klavye amblemi varmış. Konuşma sonunda eylemciler slogan atmışlar: “Adsız da Yaşanır / Daha Güzel Yaşanır!” Frukolar, son büyük adınısenkoya bu eylem görüntülerini gösterip bu olayların adını koymasını istemişler. Adınısenkoy durmuş. “Bunun adını koyamam” demiş ilk kez. Görevliler şaşkına dönmüş. “Neden?” diye sormuşlar korku ve heyecanla... O sırada
  • 7. Gezgin öyküleri (2001-2007) 6 bir öbek eylemci gelip son adınısenkoyu zincirle vura vura parçalamış. Onlara engel olmaya çalışan frukolar sayıca azmış; çünkü neredeyse tümü, yürüyüşü bastırmak üzere alanlara gönderilmişmiş... Son adınısenkoyun çöktüğünü haber alan eylemci kitle, “Biz Kendi / Adımızı / Koyabiliriz!” gibi sloganlar atarken, ‘Adsızlık Özlemi’ adlı müzik grubu da son adsız parçasını söylemiş ve bir süre sonra, olaysız bir biçimde dağılmışlar. Türkiye’de son adınısenkoyun da çöküşünden sonra 3 gün yas ilan edilmiş. Onları anmak için bir anıtmezar bile yapılmış. Her sabah çocuklardan bilgisayarı okşamaları isteniyorsa bugün, adınısenkoyları anmak içinmiş... Bunun nedenini hiç merak etmiyordum doğrusu... Herhalde okşayacağız bilgisayarı... Böyle güzel bir varlık, okşanmaz da ne yapılır... Sahi, ne olabilirdi bu hareketin adı? Yeni Ludd’cular, ‘yeni-ludistler’ diyebilir miyiz? Hani tekstil makinelerini kırarlardı 1810’larda İngiltere’de, makineleşmeye engel olmak adına... Belki de... Ama Keko’culara gelene dek, o kadar çok Yeni Ludd’cu çıktı ki ortaya, ‘yeni’ sözcüğü eski bir sözcük artık; ‘eski’ demekle bir oldu ‘yeni’... Bu olanları 5 yıl sonrasında bile kimse anımsamamış. Başbakanın Ekvator uçağı diye Kuzey Kutbu uçağına binişini kimsenin anımsamayacak oluşu gibi... Üstelik teknoloji, şimdiki gibi o zaman da, çok çok hızlı gelişiyormuş ve her aybaşı, şirketler, çalışanlarına yeni sürüm dizüstü vermek zorunda kalıyorlarmış. Günlük yaşamın ayrılmaz parçası adınısenkoy, yeni ve başka makinelerin çıkışıyla birlikte, eskilerin deyişiyle ‘tarihin çöplüğüne atılmışmış’... Of ki ne of sevgili dostlar, adınısenkoy olmadan nasıl ad bulacağım bu öyküye şimdi?... Bulamayacağım... Bulamayacağım...
  • 8. Gezgin öyküleri (2001-2007) 7 DÖNGÜ I Yabancı sermayenin ülkeye alabildiğine girdiği bir dönemdi. Petrol şeyhlerinin ve nereli olduğu belirsiz ortaklıklara sahip koca koca şirketlerin ülkenin büyük şehirlerine dev yatırımlar yaptıkları günlerdi. Daha fazla yabancı sermayenin gelmesini isteyenler, “bu, bir tür yeni sömürgecilik değil mi?” diyenlere yabancı sermayenin daha fazla iş anlamına geldiğini, açılacak fabrikalarla ülkede en az % 10’lara varan işsizliğin eritileceğini söylüyorlardı. Yabancı sermaye, yatırımlarını yapadursun, Ortadoğu’da, büyük güçler, cetvellerini ellerine almış; yeniden kesip biçmenin telaşındaydılar. Karşı çıkanlar, cetvelcileri ya kafir ya yabancı ya da sömürgeci olarak tanımlayıp ona göre konumlanıyorlardı. Ülke, Avrupa Birliği’ne girme öngünündeydi. İmzalar atılıyor, iki taraf da cetvellerini arkalarında saklıyordu. Özgürlükleri, eşitliği ve adaleti tanımlayışlarında anlaşamıyorlarsa da, herkes, bu üç uğruna ölünesi ve yaşatılası ülküyü paylaşmakta birleşiyordu. Tek tek düzenlemeler üzerinde çalışılıyordu. Serbest dolaşım hakkı (yoksa ‘özgürlük’ mü demeli?!) tartışılırken, yabancı sermaye geldikçe geliyordu. Yabancı sermayenin yeni iş olanakları sağlayarak işsizliği düşüreceğini savunanlar, yabancı sermayenin de işçilerin serbest dolaşımından yana olabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Yani “Yabancı sermaye gelirken, yalnızca yatırım yaptığı ülkenin işçilerini çalıştırır. Bundan daha doğal ne olabilir?!” diye düşünüyorlardı. Yanılmışlardı. Yabancı sermaye de, işçilerin serbest dolaşımından yanaydı. II Sermaye çevrelerinin son onyıldaki temel rahatsızlığı, ilk bakışta, işçilerin yaşamını pek fazla etkilemezmiş gibi görünüyordu. Ortaklaşmacılık adıyla insanlık tarihinin en acımasız vahşi anamalcılığını uygulayan Çin, işçilerin gelecekten umutlarını tümden yitirmelerine neden olmakla kalmamıştı: Onmilyonlarca aç Çinli, tarihte daha önce buncası görülmemişçesine yollara düşmüştü. Sermaye çevreleri rahatsızdı; çünkü Çin’deki milyonlarca işsiz, ülkede bir yedek iş(siz)gücü ordusu yaratmış, işçi ücretleri, alabildiğine düşmüştü. Böylece, üretim tutarları da düşmüştü ve Çin ürünleri, pazara, dünyanın diğer bölgelerindeki birçok sermaye sahibini batıracak denli ucuza sürülmekteydi. Getirilen sınırlamalar da işe yaramadı. Kendi ülkelerindeki işçiler, pahalıya mal oluyorlardı. Dünya ölçeğinde çeşitli çözümler önerildi: Örneğin, bir ülkede, “işsiz Kürtler’i asgari ücretle çalıştıralım” dendi. Yani bu bile dendi. Ama yine de olmuyordu işte: Üretim, Çin’de yine daha ucuza geliyordu. Yeni bir çözüm gerekliydi. Hele ülkeye gelen yabancı sermaye, ülkedeki gençleri dünya kadar yük taşıyan ve posaları atıldıkça yenileri bulunan hamallar olarak gören yabancı sermaye, durumun hiç de eskisi gibi olmadığını görünce, o çözümden başkacası kalmamıştı. Durumu önceden anlamış olan kimileri, çoktan kolları sıvamıştı zaten… Evet, Tarlabaşı ve Zeytinburnu Olayları’nın nedenlerini anlayabilmek için herhalde buradan başlamalı…
  • 9. Gezgin öyküleri (2001-2007) 8 III Li, aylarca işsiz kaldıktan sonra, gazetede gördüğü duyuruyla soluğu İstanbul’da alan onbinlerce Çinli işçiden yalnızca biriydi. Bu aylarca süren işsizliği süresince, küçükken babasının boynuna taktığı Mao kolyesini fırlatıp atmayı kerelerce düşünmüştü. Baba Li, ülkesi Çin’i yeterince ortaklaşmacı bulmadığını; ortaklaşım adına koca bir rüşvet imparatorluğu kurulduğunu; yoksulluğun hala sürdüğünü söyleyen yurttaşlardan yalnızca biriydi. Eskiden O da, herkes gibi, yoksulluğun sömürgecilerden -Amerika’dan ama en çok da Sovyetler’den- kaynaklandığını düşünüyor; devletin özendirdiği Japonya karşıtı eylemlerde ön saflarda yer alıyordu. Çinliler’in bu yoksullukta hiçbir suçlarının olmadığına emindi. Hep o yabancılar suçluydu. Bütün Çinliler iyiydi. Bayraktaki tüm yıldızlar güzeldi. Hepsi Çinli’ydi. Ama yabancılar, o yıldızları söndürmeye çalışmış; Çin’in bayrağı, kan kırmızıya boyanmıştı. Çin Devlet Marşı’nda dendiği gibi, köle olmayı reddedenler kalkmalı; yeni Çin Seddi’ni etleriyle ve kemikleriyle örmeli; tüm ezilen insanlar kükremeli idi. Baba Li, işte bu ilkokulda edindiği siyasal bilinçle, 5 yaşındaki oğul Li’yi askerler gibi giydiriyor; başına Mao şapkası geçiriyor; eline bir Kızıl Kitap verip Çin abecesini bu kutsal kitaptan sökmesini düşlüyordu. Oğul Li de, Çin abecesiyle ilk bilinçli tanışıklığını Kızıl Kitap üzerinden yaşayan milyonlarca çocuktan biri oldu. Baba Li, işte bu duygu ve düşüncelerle, yetmişlerden başlayarak Japon sermayesini ülkeye buyur eden Çin yönetimine öfke duyan, tepkilerini sokaklara taşarak dile getiren öğrenciler ve öğretim görevlilerine elbette destek verecekti. Eylemciler arasında, deyim yerindeyse, “yok, yoktu”: Avrupa ve Amerika yanlıları da, sokaklara taşanlardandı. Ama Baba Li, gençlere, yeni düzenin Mao düşüncesinden gün geçtikçe daha çok uzaklaştığını düşündüğü için destek oluyor; daha fazla Mao posterinin hazırlanabilmesi için gençlere dükkanını açıyordu. Baba Li, 1989’da, Tiananmen Meydanı’nda, tankların altında kalan ilk eylemcilerden biri oldu. Yas tutmak yasaktı. Yas tutulmalıydı ama birçok şey gibi yasaktı. Oğul Li’nin sağ kalan amcası, böylece, ilk kez, yasak olan birçok etkinliğin güzel olabileceğini düşündü. Zincirleme sonuçlar doğuran bu düşünce, O’nun Baba Li’yle paylaştıkları ilkokul düzeyindeki siyasal bilinci sorgulamasına yol açtı. Gizlice dolaşan belgeleri okudu; 1989’un, Kültür Devrimi’nin ve diğer büyük ölümcül yanlışların bir sürdürümü olduğunu; tekil bir olay olmadığını anladı. Tibet’i, Sincan’ı ve Moğolistan’ın bölüşülmesini, ölüm döşeğindeki bir gaziden dinledi. Gazi, ölüm döşeğinde olmanın verdiği siyasal rahatlıkla, uzun uzun anlattı olanları. Ve Amca Li, ülke kurtarmakla, sonrasında onu yönetmenin çok farklı işler olduğu sonucuna vardı. Gazi, O’na, milyonların yaşamına malolan uygulamaların “Bu ülkeyi biz kurtardık, size ne oluyor?” denilerek gerekçelendirildiği (bu, bir gerekçelendirme sayılabilirse…) çok sayıda örnek anlattı. Amca Li, çok geçmeden, içkiye verdi kendini. Oğul Li’ye birkaç kez boynundaki Mao kolyesini çıkarmasını söylediyse de kar etmedi. İlkokulda, boynu kolyeli olanlar el üstünde tutuluyordu. Ama yıllar geçmiş ve Oğul Li, kolyenin kendisini işsizlik illetinden kurtaramadığını görmüştü. Aylarca süren işsizliği
  • 10. Gezgin öyküleri (2001-2007) 9 süresince, boynundaki kolyeyi fırlatıp atmayı kerelerce düşünmüştü ve şimdi İstanbul’daydı. IV Tarlabaşı ve Zeytinburnu’nda Çin mahalleleri oluşmaya başlamıştı bile. Ankara’da Sincan’da da bir Çin mahallesinin kurulduğundan sözediliyordu. Zonguldak’ta Türkiyeli maden işçileri yerine Çinli maden işçilerinin alımıyla başlayan süreç, ülkenin neredeyse tüm yerleşim birimlerine yayılmıştı. Çin yönetimi, ülkedeki işsizliği böylelikle az da olsa eritiyordu. Elbette, tüm işsizleri yurtdışına yollamıyordu. Böyle olursa, yedek iş(siz)gücünün olmadığı bir Çin’de, ipleri ellerinde tutmaları olanaksızdı. Arap sermayesinin, gelirken, çarşaflı dörder eşlerini ve Arapça eğitim veren okullarını getirmesi gibi, Çinli işçiler de, gittikleri her yerde Çin lokantaları açıyor; ucuz hediyelik eşya satan dükkanlarla başlayan akım, özel etler gibi yiyecek bileşenlerini de içermek üzere, Çin’le ilgili her tür malzemenin bulanabildiği Çinli süpermarketleriyle ileri bir aşamaya ulaşmış oluyordu. Gazetelerin yaptıkları araştırmalar, semt pazarlarında her beş satıcıdan birinin Çinli olduğu ve Çinli olsun olmasın, beşte ikisinin Çin ürünleri sattığını söylüyordu. Çinliler, sokaklarda öyle çok görülmeye başlanmıştı ki; onları yolda görüp ‘Çin Çan Çon’ diyerek gülüp kaçan yeniyetmelere pek rastlanmıyordu. Hatta şu ünlü bulaşıkçı fıkrası da pek işitilmez olmuştu: İki Çinli, bulaşık yıkamaktadır. Birisi, yıkarken, tabaklardan birini düşürür; öteki, arkadan seslenir: “Ne dedin? Duyamadım?” Çince, eskiden, tabak şangırtısı olarak hicvedilirken; artık, ülkenin insanları, üç-beş sözcük de olsa, Çince öğrenmeye başlamışlardı. Çince, onlara, tabak kırığı gibi gelmemeye başlamıştı. Sporcular arasında yetenekli Çinliler’in artışı da, kuşkusuz, bu gelişmede etkili olmuştu. Çocuklar, eskiden şangırtıca dili olduğunu düşündükleri dildeki topçu adlarını bir çırpıda sayabiliyorlardı. V Gelgelelim, Çinli işçiler, aldıkları üç kuruşla (Çin’de işsiz kalmaktansa, burada üç kuruş almak yeğdi) ve sermaye sahipleri, düşen üretim tutarlarıyla mutluluktan havalara uçarlarken, Türkiyeli işçiler, ‘çi’liklerini yitirip ‘siz’likler ediniyorlardı. İşçilikten işsizliğe geçişleri, Çinliler’in asgari ücretin de altına düşürdüğü ücretlerden ileri geliyordu. Ülke sermayesi ve yabancı sermaye, elele vermiş, asgari ücreti bile çok görüyor, “sizi çalıştıracağıma, herbiriniz için iki Çinli çalıştırırım, daha iyi” diyorlardı. Çinliler, Kürtler’in istediğinden bile daha az ücret istiyorlar; inşaat yerlerini dolduruyorlardı. Çok geçmeden, Çinli karşıtı olaylar yaşanmaya başladı. Kimi lokantalarda ve postane türü kuruluşlarda, “Çinliler ve köpekler giremez” tabelaları asılıyordu. Çinli işçilerin Türkiyeli dostları, tabelalı yerlerde, onların işlerini görüyorlar; devlet işlerinde yardımcı oluyorlardı. Milliyetçi partiler, bu Çin dostlarını, vatan haini ilan
  • 11. Gezgin öyküleri (2001-2007) 10 ediyorlar; çekik gözlü olan Türkiyeliler de kimi zaman Çinli sanılarak, şiddetten nasiplerini alıyorlardı. Milliyetçiler, yolda Çinliler’i durduruyorlar, “siz o Çin Seddi’ni niye yapmıştınız?” diye sırıtarak soruyorlar; Çinliler de, Çin’deki ilkokul tarih kitaplarında yazdığı biçimde, “barbarlardan korunmak için” diyorlar; buna karşılık, milliyetçiler, “sen bizim atalarımıza nasıl barbar dersin?!” diyerek saldırıyorlardı. Oğul Li, bu tür olayları duyduğunda, “ataları gerçekten barbar olmalı” diye aklından geçiriyordu. Kitle tabanı bulmaya çalışan milliyetçiler, geceleri köpekleri iğneli tabancayla öldürüyorlar, “bu Çinliler, köpeklerimizi öldürüyor. Ülkede köpek kalmadı. Oysa köpek, bizim simgemizdir” anlamına gelebilecek bir kampanya yürütüyorlardı. Devlet, bu olanlara bir anlam veremiyor; sermayenin haklarını korumanın herşeyin üstünde olduğunu söylüyordu. Böylece, polis, Çinliler’i koruyor ve daha fazla Çinli işçi alımına gidiliyordu. Dolayısıyla, devlet ve sermaye çevreleri, olaylara pek aldırış etmiyordu. Gerek devlet için gerek sermaye çevreleri için en rahatsız edici durum, karma evliliklerdi. Çinli işçilerin Türkiyeliler’le evlenmeleri, doğan çocuklar bir taraftan Türkiyeli olacakları için, Çinliler’in istediğinden daha çok ücret istemeleri anlamına geliyordu. Uzun erimde izdüşümler yapan Devlet Nüfusbilim Kurumu, yetkilileri uyarmıştı. Devlet, şöyle bir çözüm bulacaktı: Karma evliliklere vergi konuldu ve Çinliler arası evliliklerde, devlet, düğünü kendi eliyle ücretsiz yapma güvencesi verdi. Hemen hemen her gün, bir meydana, iftar çadırı benzeri bir çadır kuruluyor ve Ramazan’dan kalan ya da depremler için depolarda bekleyen yiyecekler, düğünlerde tüketilmek üzere çadırlara yığılıyordu. Yiyecekler için elbette Çin devletinin de bir miktar katkısı vardı. Çünkü Çin devleti, düğünlerin, yurtdışındaki Çinli siyasal sığınmacıların etkinliklerindeki artışı engelleyeceğini düşünüyordu. Çin devletine öfke duyan Çin yurttaşları, bir aile kurmaya görsünler, hele bir de çocuk olsun, yumuşadıkça yumuşuyorlar; Boğaz kıyısında denize bakıp herşeyde bir hayır olduğunu, böyle despot bir devletleri olmasa belki de eşleriyle hiç tanışamayacaklarını düşünüyor; sevdalı gözlerle çocuklarına bakıyorlardı. Baktıkları, çocukları değildi; ya da baktıkları çocuklarıydı ama gördükleri, çocukları değildi. Çocuklarına baktıklarında gördükleri, ana-babalarından daha iyi bir eğitim alacak olmalarıydı. O zamanlar, okullarda ayrımcılık başlamamıştı. Çocuklarının okuyup iyi bir iş sahibi olacaklarını umuyorlardı. Düğünler, gerçekten de, Çin devletinin beklediği türden bir sonuç verdi: İstanbul’da Çince yayınlanan üç siyasal dergi, kepenklerini bir bir indirdiler. Bu dergilerde, korunma içgüdüsüyle, özellikle göç ettikleri ülkedeki olumsuzlukları görmezden geliyorlar ve Çin’i, bir tür cehennem gibi resmediyorlardı. Onlara göre, Çin, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktan uzaktı. Kendileri, yeni ülkelerinde ne güzel yaşıyorlardı. Çin’de de yeni ülkelerindeki türden bir düzen olsun istiyorlardı. O korunma içgüdüsü, onları, gerçekleri görmekten alıkoyuyordu. Gören gözü olanlar ise, yazamıyorlardı. Yeni ülkede aldıkları ücret, inanılmaz düşüktü. Çin’de, yeni ülkedeki türden bir düzen olsa –ki göremedikleri, o düzenin zaten Çin’de de olduğuydu- hem de kendi ülkelerinde, bu kadar düşük ücrete çalışmaya razı olurlar mıydı? İşte oğul Li’nin kafasındaki sorular bunlardı, ama çıkış yoktu. Birgün şöyle
  • 12. Gezgin öyküleri (2001-2007) 11 dedi kendine: “Madem, orada da burada da aynı düzen var, burada, yeni ülkemde kalayım daha iyi. En azından farklı bir ülke görmüş oluyorum.” VI Herşey, elbette, aylarca işsiz kaldıktan sonra cinnet geçiren Türkiyeli bir işçinin, işsiz Çinliler’in sıklıkla gittiği çayevine rastgele ateş açmasıyla başlamadı. Ama kuşkusuz, bu olay olmasaydı, işler çığırından çıkmaz, evcil bir milliyetçilikten öteye geçilmezdi. Çayevinin taranmasına bir ek de, kışkırtıcılardan geldi: Haberlerde, son dakika olayı olarak, Çinliler’in Orhun Kitabeleri’nin temeline dinamit koyup patlattığı söyleniyor; habere, Taliban’ın Buda Yonutlarını patlatma görüntüleri eşlik ediyor; beyazcamın sağ üst köşesinde ‘Arşiv’ yazıyor ama kitabelerin ne görüntüde olduğunu bilmeyen milyonlarca Türkiyeli, görüntülerin Orhun Kitabeleri’nin patlatılma görüntüleri olduğunu sanıyordu. Ülkede o kadar bayrak yakılmıştı da bu kadar derin etkisi olmamıştı. Halk (bu ‘halk’ her ne demekse…) galeyana gelip çayevlerine, lokantalara ve Çinli süpermarketlerine saldırmaya başlamıştı. Ne bulurlarsa yağmalıyorlar; gördükleri çekik gözlüleri -Çinli olsun olmasın- tartaklıyorlardı. Sonunda, bu durumda üretimin düşeceğini anlayan ülke sermayesi ve yabancı sermaye, devlet yetkilileriyle görüştü ve İstanbul başta olmak üzere 63 ilde olağanüstü hal ilan edildi. Olağanüstü hal, durumun düzelmesine yetmiyordu. Askerlerin çoğu, Türkiyeli işsiz cinnetinden yana saf tutup Çinliler’e yapılan saldırılara karışmıyordu. Bu arada, Avrupa Birliği’yle bütünleşme sürecinde gelinen noktada, serbest dolaşım anlaşması imzalandı imzalanacaktı. Avrupa, bunu ileri atmaya çalışırken; ülke, bir an önce anlaşmanın imzalanmasından yanaydı. Çinli işçiler nedeniyle, ülkedeki neredeyse üç kişiden biri işsizdi ve devlet, sermaye çevrelerinin Çinli işçi çalıştırma dayatmasına dokunamadığından, bu işsizliği eritmenin tek yolunun serbest dolaşım olduğunu düşünüyordu. Böylece, ülkedeki işsizler, Avrupa’ya dağılıp oralarda ekmek tutacaklardı. Ekmek tutamayanlarsa, Avrupa’da yaşadıklarına göre, artık, ülkenin değil Avrupa’nın sorunu olacaklardı. Ve nasıl olduysa oldu, anlaşma imzalandı. Anlaşmanın imzalanmasıyla, Çinliler’e saldırılar bıçak gibi kesildi. Dün Çinliler’e vatan ve millet adına saldıranlar, yeni vatanlarına, Avrupa’ya ve yeni milletlerine, Avrupalılık’a kavuşmuşlardı. Böylece, kısa sürede, söylendiği gibi, Avrupa’daki işsizliği arttırmak pahasına, ülkedeki işsizlik eriyip gitti. İlkokul çocukları, gerçek yaşamda göremedikleri işsizliği, bir kavram olarak ders kitaplarından öğrenir oldular. VII İlk başlarda, ülkedeki hemen hemen herkes hoşnuttu. Çinli işçiler hoşnuttu, saldırı olmuyordu. Türkiyeli işçilerin hoşnut olup olmadığı, artık bizi ilgilendirmiyor çünkü onların çoğu zaten Avrupa’da. Onlara da az sonra geleceğiz.
  • 13. Gezgin öyküleri (2001-2007) 12 Bir süre sonra, kalan Türkiyeli işçiler de, bir Avrupa’daki bir de Türkiye’deki koşullara baktılar ve Avrupa’da toplumsal güvencelerin ve çalışma saatlerinin daha insan yanlısı olduğunu düşünerek, Avrupa’ya geçtiler. Ülkede, kala kala Çinli işçiler ve sermaye çevreleri kaldı. Ha bir de işgücü açığı kaldı. Bunun üzerine yine üretimin düşeceğinden korkan sermaye çevreleri, devlet yetkilileriyle görüştü ve Çin’den yeni işçi alımına gidilmesi kararlaştırıldı. Ancak, beklenmedik bir gelişme vardı: Çin, işgücünü baskılayacağı yedek iş(siz)gücünün gittikçe eridiğini görerek, yurtdışına işçi ya da işsiz göndermeyi en azından bir süreliğine durdurmuştu. Yetkililer, düşündüler. Başka bir çözüm olmalıydı… “Siz bizim kardeşimizsiniz” diyerek Pakistan ve Hindistan’dan işçi alımı için resmi görüşmelere başladılar. Dalit de, o onbinlerce işçiden biriydi. O’nu İstanbul’a gidecek öbeğe alırken, Galata’daki dev gökdelenleri göstermişler, “işte sizin eviniz bunlar olacak” diye kandırmışlardı. Oysa, Ümraniye’ye yerleştirildiler. ‘Dalit’, Hintçe’de ‘ezilen’ anlamına gelmektedir. Dalitler, Hindu toplumunda, bırakın kasttan sayılmayı, insandan bile sayılmayan dokunulmazlara karşılık gelmektedirler. Kırsal kesimde, dokunulmazların ayakkabı giymelerine, çiftteker sürmelerine, güneşten korunmak için şemsiye taşımalarına ve sokakta başlarını öne eğmeden yürümelerine izin verilmemektedir. Dalit’in babası, dünyanın neden böyle olduğunu sık sık düşünen bir ‘insan’dır. Neden tapınağa girmeleri yasaktır?.. Üstelik, başlarını öne eğmeden yürümeleri yasak olduğuna göre, tapınağın önüne geldiklerini nasıl anlayacaklardır? Ya hep yere baktıkları için yanlışlıkla tapınağa girerlerse? Birgün baba dalit, bu düşüncelerle başını kaldırır; amacı, yanlışlıkla tapınağa girmemektir. O sırada, oradan geçmekte olan işsiz bir kast üyesi bunu görür. Kafasında şimşek çakar: “Zaten böyleleri, geleneklerimize, dinimize uymadıkları için, eski altın çağları yaşayamıyoruz, ben de işte bu yüzden işsizim” der ve oraya herkesi toplar. “O’nu, tapınağa bakarken gördüm” der. Baba dalit, beklenmedik bir biçimde gülümser; ilk kez O’nun için bir özne kullanılmıştır. O’na ilk kez ‘O’ denmiştir. Onlara, bir Hindu dervişinden duyduğu sözü söyler: “Bana bakarken mi beni gördünüz yoksa beni görürken mi bana baktınız?” Ama Dalitler’e felsefe de yasaktır ve baba dalit, oracıkta linç edilir. İşsizin öfkesi yine de geçmez. Gebe olan ana dalite, “Doğurduğun eniğe ceza olarak ‘Dalit’ adını koyacaksın” der. Ana dalit, yas tutmak ister. Tutamaz. Yas tutmak da dalitlere yasaktır. İşte o dalit, bu Dalit’tir. Dalit Partisi Gençlik Kolları, bir gün, ‘Dalit’ adında bir dalitin olduğunu duyarak, O’nu bulur ve onların önerisi ve yardımıyla, Dalit, dalit sayılmayacağını, insan sayılabileceğini umduğu yeni bir ülkeye gelir. İlk başta çokça da şaşırır: Hiçbir şey yasak değildir O’na! Ayakkabı giyer, kocaman bir şemsiye alır; başı dik yürümeye başlar ve sık sık gökyüzündeki yıldızlara bakar. VIII Liler’in ve Dalitler’in tanışması, hiç iç açıcı olmadı. Sermaye çevreleri, dalitlerin daha da düşük bir ücrete çalışmaya istekli olduklarını görerek, önce boşta duran iş kollarını dalitlerle doldurdular, sonra çalıştırdıkları Çinli işçileri, bir bir işten çıkardılar. Dalitler, çoğu zaman, para almamaya da razı oluyorlardı. Onlar için ayakkabı giymek, şemsiye taşımak ve hepsinden önemlisi, başı dik yürüyebiliyor olmak, yeter de artardı bile… Gelen yeni işçilerin dalit olduklarını öğrenen Çinli
  • 14. Gezgin öyküleri (2001-2007) 13 işçiler, ilk başlarda onlardan, ayakkabı ve şemsiye vergisi almaya kalktılar. Karşı çıkanları “sermayenin ve yüce devletin çıkarlarına karşı karışıklık çıkarıyorlar” diye şikayet edeceklerini söyleyerek tehdit ediyorlardı. Dalitlerin elbette beş kuruş parası yoktu; vergi borçlarını Çinli işçilerin hamallıklarını yaparak, yani kol emeğiyle ödüyorlardı. Devletse, belki bilinçli belki de bilinçsiz olarak, resmi belgelerde, ‘Çinli’ sözcüğünü büyük harfle başlatırken, ‘dalit’ sözcüğünü küçük harfle başlatıyordu. Küçük harfle büyük harf arasında ne de büyük bir uçurum vardı. Ama dalitlerin bu zor günleri çok sürmedi; çünkü dalitler, Dalit Partisi’nin eliyle, örgütlü bir biçimde gelmişlerdi. Parti’nin bilgilendirmesi ve yönlendirmesiyle, dalitler, Çinli boyunduruğundan kurtulup (yok, kurtun peşinden değil) işverenlerin peşinden gittiler. Çinliler atılıyor, yerlerine dalitler geliyordu. Dalit Partisi, parti olmasına partiydi ama “dalitlikten kurtulduk, buna da şükür” diyordu. Bu kez, Ümraniye Olayları patlak verdi. İşlerinden çıkarılan Çinliler, dalitlerin çalıştığı ayakkabıcılara ve şemsiyecilere saldırdılar. Dün Türkiyeliler’in saldırısına uğrayan Çinliler, rol değiştirmiş; dalitlere saldırıyorlardı. Yine 63 ilde olağanüstü hal ilan edildi. (Geriye kalan illerde zaten hep olağanüstü hal vardı.) IX Ülkede bu gelişmeler oladursun, Avrupa’ya akın akın giden Türkiyeli işçiler, beklemedikleri bir tabloyla karşılaşmışlardı: İş bulması zordu. Çalışma koşulları, çok farklı değildi. Kağıt üstünde haftada 35 saat çalışma uygulaması vardı var olmasına ama işler, kağıt üstünde olduğu gibi işlemiyor; fazla mesai, uzun saatleri buluyordu. Toplumsal güvenceler, son yasa değişiklikleriyle ayaklar altına alınmıştı. Avrupa, artık, bir gönenç iklimine sahip değildi. İşsizlik ve yoksulluk, çığ gibi büyüyordu. Neyse ki, Avrupa’da, o kadar da Çinli yoktu. Avrupa, her yıl gelen Çinli işçi sayısını kısıtlayarak sorunu çözmüştü. Böylece, dünyada işsizlik oranı, Çin ve Hindistan’daki dev nüfus nedeniyle artarken, Avrupa’da yine de düşük bir seyir vardı. Ama Türkiye’de Çinliler olduğu gibi, Avrupa’da Türkiyeliler ve Faslılar vardı. Bunlar da, çok düşük ücrete çalışıyorlardı. “Sermayenin ulusu olmaz” demişler… Kim düşük ücrete çalışırsa, nereli olursa olsun, işe onu alıyorlardı. Bu nedenle, ırkçılık, yükselişe geçmişti. Türkiyeliler’in ve Faslılar’ın evleri sık sık kundaklanıyordu. Avrupa ülkelerinde bir bir, ırkçı partiler başa geçiyordu. En sol partiler bile, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, ya ırkçı ya milliyetçi öğeler taşıyorlardı. Avrupa devletleri, bir çözüm yolu arıyordu. Birkaç yüzyıl önce olsaydı, işsizleri de ırkçıları da (demek ki işsiz ırkçıları da), yeni keşfedilmiş topraklara gönderir; milyonlarca yerlinin kıyımına göz yumarlardı. Orada ne yaparlarsa yapsınlardı… Hem, öyle ya da böyle, sağ kalan yerlileri uygarlıkla tanıştırmış olurlardı böylelikle… Biraz da rahip gönderselerdi, Fransız Devrimi’nden beri hala zayıflatamadıkları kilisenin etkisini az da olsa kırar, kendi iktidar alanlarını genişletirlerdi… Ama yoktu işte… O çözüm denenmiş, tüm anakaralar kapılmıştı… Geriye kala kala Antarktika kalmıştı ama herhalde, kimse oraya gitmek istemezdi… Bir yandan da, uzay araştırmaları sürüyordu, ama henüz, yaşanabilir bir gezegen bulgulanmamıştı. Acaba “Yeni bir gezegen bulundu! Üzerinde yaşanabiliyor!” diye uydurma bir haber geçip sonra toplumda istemedikleri öğeleri, mekiğe doldurup doldurup uzay boşluğuna mı bıraksınlardı? Ama o kadar gideri kim karşılayacaktı?
  • 15. Gezgin öyküleri (2001-2007) 14 Hemen bir kar-zarar çözümlemesi yaptılar. O kadar insanı uzay boşluğuna göndermek, kalıp da karışıklık çıkarmayı sürdürmelerinden daha pahalıya geliyordu… “Buldum” dedi bir yetkili: “Irkçıları toplama kampına gönderelim!” Yetkililerden biri, bu öneriye karşılık olarak güldü; diğeri de, sanki öğrenciymiş de, eline cetvelle vurmuşlar gibi bir acıyla ağladı… X Sonunda çözüm bulundu: Amerika yurttaşlarının karşı çıkışlarına karşın, Amerikan Ordusu, Mezopotamya’dan çekilmemişti. Amerikan kayıpları, 10,000’i aşmış; petrol yatakları üstünde denetim hala tümüyle sağlanamamıştı. Amerika, çökmemek için, bu denetimi sağlamalıydı. Ancak, Amerika içindeki muhalefet düşünüldüğünde, askerini de çekmek durumundaydı. Ne yapacaktı? Çözüm, Dışişleri Bakanı’nın gördüğü bir düşle geldi… Bakan, düşünde, kendini, üniversitede, toplumbilim sınavında ter dökerken gördü… Boşluk doldurma türü sorulara geldiğinde tıkandı. Daha doğrusu, aklında yanıt beliriyor ama eli, nedense yazamıyordu. Yanıt, ‘yedek işgücü ordusu’ydu ama eli, ‘Amerikan ordusu’ yazıyordu. Uyandığında, kolunun, yastığın altında sıkışmış olduğunu gördü. Karıncalanmanın geçmesi için kolunu açıp kaparken, bir anda, çözüm, aklına geldi: Petrol yataklarının denetimini Amerikan ordusu sağlamayacak; Avrupa ve diğer Amerikan bağlaşığı ülkelerdeki işsizlerden Amerikan çıkarlarını koruyacak bir ordu kurulacak; bu ordunun giderleri, denetim altındaki petrol yataklarından yapılan satışlardan gelecek ve bu ordunun amacı da, üzerinde denetim sağlanmış petrol yataklarından beslenerek, üzerinde henüz denetim sağlanmamış petrol yataklarını ele geçirmek olacaktı… Uygulama, hemen devreye sokuldu. Birkaç ay içinde, Avrupa ülkelerinde ne ırkçılıktan ne de işsizlikten eser kalmıştı. Dalitler’in gelişiyle işsiz kalan Çinliler de, Petrol Ordusu’na yazdırılmıştı… Ölen çok oluyordu, ama düş tutmuştu: Ha yedek iş(siz)gücü ordusu ha yedek asker ordusu… Ölenlerin yerine nasılsa yenileri geliyordu… Hem, tek bir Amerikalı’nın bile burnu kanamadan, Amerikan çıkarları korunuyor ve Amerikan etkisi, genişletiliyordu. Li de, Petrol Ordusu’na, işsizlikten kurtulmak için girmişti. Çin’de işsizken, uzak bir ülkeye, orada da işsiz kalınca Petrol Ordusu’na katılmıştı… Yaşadıkları yavaş yavaş birikti; birikti ve gerçeği gördü: Bu orduyu kuranların amacı, savaşın bitmesi değildi. Savaş sürdükçe, ülkelerdeki işsizlik oranı düşüyordu; çünkü işsizler – belli bir sayıdaki işsizi, yedek iş(siz)gücü olarak korumak kaydıyla- savaştaki ölümleriyle eritiliyorlardı… Petrol kazançlarıyla, bu ülkelerdeki işçilerin gelirleri ve satın alma güçleri de görece artıyordu… Petrol Ordusu’nu kuranların ancak bu kadar ileri gidebileceklerini düşünürken, komutanların kendi askerlerini öldürdüğünü gördü… O sırada nöbet tutuyordu… Komutanlar, Li’nin, olanları gördüğünü görerek; Nöbetçi Kulübesi’ni kurşun yağmuruna tuttular. Li, canını zor kurtararak, çalılara doğru, direnişçilerin tarafına koştu ve bir süre sonra kendinden geçti… Kendine geldiğinde bir çadırdaydı ve başında iki direnişçi duruyordu. O’na, kendinden geçtiği sırada, oğlu öldürülmüş öfkeli bir babanın, O’nun üzerine çullandığını söylediler. Acılı baba, bu düşmanı neredeyse öldürecekti. Baba, Li’nin
  • 16. Gezgin öyküleri (2001-2007) 15 boğazını sıkarken, Li’nin boynundaki Mao kolyesi düşmüş ve kolyeyi gören yaşlı bir savaşçı, Li’yi korumuştu… Li, düşündü. Dalit’i düşündü. Yeni Dünya Düzeni’nin insanları nasıl insanlıktan çıkardığını düşündü. O Hint lokantasına saldırırkenki Li’yi düşündü. Kendini düşündü. Utandı… Bu direniş ordusu da birgün savaşı kazanırsa, aynı baskılama düzeneklerini kuracaktı sonunda… Yine yoksullar ve varsıllar olacak; petrol yatakları üstünde, bekledikleri kazançla gözü dönmüş yeni şeyhler, insanlık onurunu yeniden köleleştireceklerdi sonunda… Kurtarıcı peygamberler çağı, çoktan geride kalmıştı… Olanları bir gazeteciye anlattı; gazeteci kanalıyla, dalitlerden özür diledi ve “ülkemden ilk çıkışımda, bir göçmen gemisinde öleydim de umudum tükenmemiş olaydı” diye diye daha uzun yıllar yaşadı… Gezgin, Ulaş Başar (2006). Döngü. Tuncer Uçarol (haz.) İşçi öyküleri: timsahın ağzındaki usta. Ankara: Genel-İş Sendikası Yayınları içinde, ss. 167-182.
  • 17. Gezgin öyküleri (2001-2007) 16 YARIM KALAN HEYKELİN YARIM ÖYKÜSÜ Beni yalnızca heykeltraş hekimler anlayabilir. Oysa şimdiye dek yalnızca heykeltraşlar ve hekimlerle karşılaştım. Ya heykeltraş ya hekimlerdi. Ya cansız malzemeden can yaratmayı ya da canlı malzemeyi onarmayı amaçlar böyleleri. Ama cansız malzemeyi onarmayı, canlı malzemeyi cansızlaştırmayı bilmezler. İşte ben tam da bunu yapıyorum. Ya da yapıyordum: Cansız malzemeyi, sözgelimi şu karşımda gördüğünüz masayı sık sık onarırım. Üstüne su döker, onunla uzun uzun söyleşirim. Masa kendini sunuyor biz insanlara. Doğuşundan ölüşüne kendi için yaptığı hiçbir şey yok. Yazıklanası da gelmiyor insanın. Yazıklanası da gelmiyor çünkü insanı insana kırdıranların da önünde masa oldu hep. Rahlelerde vermiyorlardı ya kararlarını bağdaş kurup, üniformaları içinde?!.. Ama bakın işte benim masam öyle değil; benim masam, sonsuz yaratım olanağı sunuyor bana. Yaratıyorum, yaratıyorum, yaratıyorum. Elbette yarattığımla kalmıyorum; yaratıyorum, yaratıyorum, can üfler gibi yapıyorum içlerine. Hemen hemen ayaklanıyorlar. Taşlar nasıl biraraya gelip canlanır?! İnanılır gibi değildi önceleri. Ama alın işte şu ‘Yaşsız Kadın Heykeli’ni üflememe kalmadı; yaşını soranlara, “bilmiim” deyiverdi. Bilmez elbet. Daha yeni üfledim. Ve söyleşmekliğim heykellerimle, delilikmiş. Dünyada topluca yapılan öyle çok delilik var ki. Ama hep bana gelince ‘delilik’ sayılıyor işte. Hekimler heykeltraş; heykeltraşlar hekim olsa böyle mi olurdu?! Ama ne oluyor: Okutuyorlar tıpçılara dalağı, ciğeri; okutuyorlar sanatçılara elbisenin kıvrımları nasıl yapılır taştan. Sonra ne oluyor?! Alın böyle oluyor işte. Sanki hepsi akıllı da bir ben deliyim. Ha elbette, işin ikinci yönünü söylemeyi az kaldı unutuyordum: Canlı malzemeyi cansızlaştırmak. Bir kitap okumuştum ‘Suç ve Ceza’ diye. Etkilendim. Mahalledeki tefeci kadına yontu gereçlerimle saldır ha saldır, saldır ha saldır. Niye kızdınız?! Kaç hukuk öğrencisinin ah’ı vardı üstünde. Hem, bu tefeci kadının, uzaklardaki savaşlara akıttığı söyleniyordu çalıp çırptığı paraları. “Bir söylenti için adam öldürülür mü?” diyorsunuz değil mi?! Bir söylentiyle bir ülke, bir başkasını işgal edebiliyor ne haber?! Ona sözünüz yok mu? İşte bakın, yine bakın, bütün dünya akıllı, bir ben deliyim. Kasaplara da bir şey demiyorsunuz. Ayıp oluyor ama. Üstelik yiyorsunuz etlerini. Ben bunu yapmam işte. Öldür; öldür; etinden, sütünden, herşeyinden faydalan. Ben en azından öldürüp bir yana bırakıyorum. O kadar saygım var cansız malzemeye. Sizin ‘canlı’ dediklerinize olmayabiliyor; o, ayrı.. Sonra “yemek için öldürdük” diyorsunuz ya da “inancımız bunu gerektirir” diyorsunuz. Ben de sanat için öldürüyorum ya. Sanat için soyunanlara bir şey demiyorsunuz da bana gelince neden?! Şöyle açsaydım bacaklarımı heykel yaparken; göğüslerimi taşa değdirseydim. Siz de gelip o açıdan bu açıdan çekseydiniz. Heyecanlandınız değil mi?! Böyle olsa daha iyi bir sanat olurdu değil mi?! Yine bakın bir ben deliyim, hepiniz akıllısınız. Kaldı ki, ölmeden önce insanlar, modellikte çok sorun çıkartıyorlar: Sürekli
  • 18. Gezgin öyküleri (2001-2007) 17 kıpırdanıyorlar. En az kıpırdayanı, gözlerini açıp kapıyor. “Açma kapama” diyorum “kardeşim. Sanat yapıyoruz bur’da. Senin bir açışın bir kapatışınla dünyanın bütün heykelleri yıkılıyor.” Yok ama anlamazlar. İşte temel sorunlardan biri de bu ya: Hareketi resmetmek bir hayli zor heykel dilinde. Bir heykel yapıyorum ama o insan, ama o işte gözlerini açıp kapatan namussuz insan. Sonra çıkıp atölyeden çıkıyor. Eee ne oldu şimdi? Yaşamında birkaç dakikayı resmettik sonuçta ve insan ömrü öyle öyle uzun ki birim olarak dakikayı alırsak. Yani efendim gündelik yaşamı resmedemiyoruz. İnsanların birkaç yapay dakikası neme gerekir.. Atladığım gibi sokaklarda aldım soluğu. Ama soluk bu, sürekli oluyor. Sokaklarda da sürekli bir hareketlilik. Ve hesap edemiyorum bir sonraki adımlarını. Bir yanımda kalıp bir yanımda dev bir kaya parçası. Taş değil, dikkat. Çünkü gündelik yaşamda o kadar çok ayrıntı var ki. Hepsini birkaç ölçek büyültüp bir tapınak kent kurmalı. Sabah sekiz koşuşturmacasını vermeli kaya parçaları. Bir büfe olmalı bir yanda. Arabalar olmalı. Gidebiliyor olmalılar. Ama bu nasıl olur ki kaya parçalarıyla. Raylı sistem gerekir belki. Ama evet işte buldum: Taş devri gibi olmalı. Arabaların taş tekerleri olmalı. Ama yo, o zaman yavaş giderler. Verememiş oluruz gündelik yaşamın hızını. Eee, zaten amaç hızı resmetmek değildi ki. Asıl sorunu unutuyoruz!: Gökyüzü! Gökyüzünü nasıl resmedeceğiz sevgili heykel dostlar? Sen, işine koşan işçi! Heykelliğini bir yana bırak ve düşün şimdi. Gökyüzünü taştan mı yapacağız? Evet taştan olmalı. Ya peki tüm o güzel insanlar, heykel insanlar; umutlarını tümden yitirdiklerinde nerelere bakacaklar? Nerelere bakacaklar çünkü insanın malzemesinden değildir gökyüzü ve belki bunun için, evet belki bunun için rahatlatıcılığı gökyüzüne bakmanın. Neden bu halde olduğumu soruyor hekimler; heykeltraş olmayan hekimler. “Ne varmış halimde” dedikçe, dedikçe; birşeyler yazıyorlar defterlerine. Bu toplumsal düzen benden, istemediğim heykelleri yapmamı istiyor. Onlara can üflediğim de düşünülürse, bunun bende bıraktığı hasar, anlaşılabilir. En son bir belediyede, belediye başkanının heykelini yapmamı istediler. Ama işte öyle kıpırdıyordu ki başkan, hele o yayılması yok muydu koltuğa; ağırlığı, koltukta sık sık oynamaktaydı. “Sakin ol” dedim, dinlemedi. “Bak oynama, tepemin attırdığın tasını başına geçirmeye zorlama” dedim, dinlemedi. O başkanmış da efendim, neyse parası verirmiş de, kıpırdarken de yapabilmeliymişim de, bana akademide bunu öğretmemişler miymiş de.. Gerisini söylemeye gerek yok: Aldığım gibi tası; kafasına bir geçirişim var. Ama sanıyorum, yaptığım, kötü birşeydi. Evet evet kötü bir şeydi. Tası o biçimde vurmamalıydım. Adamın kafa yarılınca heykeli yapması çok zor oldu. Heykelini yapmaya alışkın olduğum bir kafa değildi yani. Ama olsun. Şimdi beni geliştirdiğini düşünüyorum. Yarılmış kafaları da resmedebiliyorum artık. Ve böyle bir dünyada, yani beş çocuktan birinin savaşlarda kafasının yarıldığı bir dünyada, bu yetisi gelişmemişse bir heykeltraşın; ancak ölü doğa çalışabilir. Ölü insan da önemli bir uzmanlık işi bu aralar. Beni kandırdılar: Amaçları, bir hastayla bir hekimin heykellerini yaptırmakmış bana. Başhekim özür dilemişti. “Sana bugüne kadar haksızlık ettik” demişti. “Seni Elazığ’a göndereceğiz. Orada heykel yapman için koca bir bahçe verilecek.” Ben de o sevinçle, o hafta, bahçede bulduğum çakıl taşlarını toplamadım. Topluyordum çünkü küçük ölçekli çalışmalar da düşünüyordum. Örneğin, ben bir sinir hücresini resmedemeyeceksem; bir terliksi hayvanı resmedemiyorsam.. Evet evet bu haksızlık
  • 19. Gezgin öyküleri (2001-2007) 18 olur. İnsan dışındaki hayvanlara da haksızlık olur; insanı var eden küçümen çalışkanlara da. Yani sinir hücrelerine. Çakılları bundan topluyordum ama o hafta toplamadım. Gittim, güzel bir bahçeydi. Çok çakıllıydı ama kısa sürdü, o çakılları yalnızca benim gördüğümü anlamam. Çünkü insanlar hep büsbüyük şeylere bakıyorlardı ve bunun için Elazığ’daki başhekim, benden beyni ya da omuriliği heykellememi değil de kendimi resmetmemi istedi. Evet, yanlış duymadınız. Ben de yanlış duymamıştım. Bana bir hastayı heykelleyeceğim ilk başta söylenmemişti. Kendini resmetmek?! Büyük bir işti. Düşünsenize, kendiyi mi heykelleyeceksiniz? Hani herkeste olan o kendiyi. Çünkü kamusal alana çıkacak bu yapıt. Kendimi herkese açmak çok riskli olabilir. Herkeste olan kendi, daha iyi olabilir. Ama şekli şemali ne olacak ki? Ha bir de şu vardı elbet: Kendimi heykellemek demek de neyin nesi oluyor? Ben ki, insanların size azıcık gelen kıpırdamasından bile huylanıp cansızlaştırıyorum onları tasla vurarak. Hayır lütfen ‘öldürmek’ sözcüğünü kullanmayınız. Kullanmayınız efendim. Siz gündelik dille sanat yapıyorsunuz, olmuyor. Ben kasap mıyım? Değilim. Ben işgal ordusu muyum? Değilim. Onlar öldürüyor, ben cansızlaştırıyorum. Lütfen sanatı kasaplığa indirgemeyin. Yani kendi canıma mı kıymalıydım kendi kendimi resmetmek için? Kendimi anlatacaksam elbette öyle. Ancak, herkeste olan kendiyi anlatacaksam herkeste bir parçayı öldürmeliydim. Ve bu, oldukça zor olacaktı. Ben de hastanedeki 30 arkadaşı model olarak kullandım. Onlardaki kendiyi öldürecek, ve 30 kişi aldığıma göre, bu öldürümü tüm dünya için geçerli sayacaktım. Fakat şöyle bir sorun vardı: Hekimlerin sağaltımı, oldukça hızlı oluyordu. İnsanlar, hastanede kendilerini bırakıyorlar ve bu duruma ‘iyileşme’ deniyor. Elimi çabuk tutmalıydım ve yine çok kıpırdanan kendilerini öldürmem gerekiyordu insanların. Ve bir yolunu bulmalıydım bunun. Hekimler nasıl ayırtediyordu ki insanların kendiliğini? Onların sürekli yaptıklarından çıkartıyorlardı sanırım. O zaman demek ki, kendi, o kadar değişmeyen bir şey. Değişmediğine göre öldürmeye de gerek yok. Evet gerek yok. İnsanların, bütün insanların kendini heykelledim. İç dünyalarını. Dışarıdan görülmeyen yeraltılarını. Ama geçitleri vardır o kapının ve o şirin sarmaşıkların altında etobur sarmaşıklar da bulunur her insanda. Bu sarmaşık konusunu açmadım başhekime. Bahçedeki sarmaşıkları kaldırtabilirdi konuyu açarsam. Oysa o sarmaşığa yuvalanan çeşitli böcekler ilgilendiriyordu beni o aralar: Küçük boy işletmeleri heykelleyesim vardı. Başhekimin hoşuna gitti kendi heykelim. Ama başhekim, başkalarına gösterirken ısrarla ‘hasta heykeli’ diyordu. Bir anlam veremiyordum. Zaten kendi heykelinin yanına yaptığım üç santimlik karafatma heykelini hiç görmedi bile. “Bir de yanına hekim yap” dedi. Aldı beni bir korku. Nasıl bir şey olurdu ki? Benim özlemim, hekim heykeltraşlaraydı, hekim heykellere değil. Heykel bir hekim heykeltraş daha iyi karşılardı özlemimi. Ama böyle birini de bulamıyordum ki
  • 20. Gezgin öyküleri (2001-2007) 19 heykelini yapmak için öldüreyim?! Zaten bir tanecik bile heykeltraş hekimle tanışsaydım çok farklı olurdu herşey ve yokolanlar olurdu şu an varolanlar arasında; varolanlar olurdu daha önce hiç varolmamış. Birkaç kez denedim başhekimi öldürmeyi. Her keresinde mızıkçılık yapıyordu. Tam tası vuracakken, heykeltraş hekim kılığından başka bir kılığa bürünüyor, “bir şey mi oldu?” diye soruyordu. “Yok bir şey” deyip indiriyordum tası. Ama yok işte. Böyle yürümüyordu. Bir heykeltraş hekim bulup cansızlaştırmalıydım onu. Heykeltraş hekimlerle hekimlerin bacakları aşağı yukarı aynı olur. Bacaklarını heykellemesi kolay. Zaten çoktan bitirdim o bölümü. Ama ya kolları ya bakışı dünyaya ya ellerindeki nasırlar?! Bunlar bir hekimde olmuyor işte; bir heykeltraşta da olmuyor. Heykeltraş hekimlerde oluyor yalnızca. Başladığım birşeyi bitirmeden bırakmaktan nefret ederim. Ama belüstü için bir heykeltraş hekim bulmalıyım. Diyar diyar dolaşmama yolaçabilir bu. Ama olsun en azından neyi aradığımı biliyorum. Or’da bur’da gezmiyorum serseri mayın gibi. Serseri mayın gibi, hayatın anlamına basıldığında, basanları patlatacak. Yarım kalsın heykel bir süre. Sözümü tutacağım. Bir heykeltraş hekim bulunca onu hemen orada cansızlaştırıp (bakın yine ‘öldürme’ demeyin, sanatçı arkadaşlara ayıp oluyor!) vuracağım kendimi Elazığ’a; heykele kaldığım yerden yeniden başlayacağım. Ama yok bulamazsam, öyle kalacak belüstü yokluklu heykel. Siz insanların bana verdiği hasar, heykellere tarih boyunca verilen hasarlardan farklı mı? Topraktan çıktıklarında kolu olan olmayan, burnu kopuk, yüzü silik. Ya doğa ya tarihi organ kaçakçıları. Ne farkı var ha, ne farkı? 40 yıl geçti; artık, tarihi bir heykel sayın yarım kalan heykeli ve haber verin bana heykeltraş bir hekimle tanışırsanız. Çünkü onu cansızlaştırmam gerekiyor. **** HEYKELTRAŞ KAÇINCA... ELAZIĞ- Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde 44 yıldır tamamlanmayan heykelin sırrı çözüldü. Başhekim uzman Dr. Mustafa Namlı, bir hasta ile belden yukarısı yarım kalan doktor figürlerinden oluşan heykelin öyküsünü şöyle anlattı: “1960-1961 yıllarında dönemin başhekimi Mutemet Yazıcı, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi gören heykeltıraş hastayı heykel yapması için Elazığ’a getirmiş. Hasta, tedavi görürken, bir yandan da heykel yapmış. Ancak aynı yıl hastaneden kaçmış. Hastayla ilgili resmi kayıtlarımızda herhangi bir bilgi yok, ismini bilmiyoruz.” (aa) Radikal, 11.02.2005, s.3
  • 21. Gezgin öyküleri (2001-2007) 20 BİLİM-KURGU YA DA FANTASTİK HER NE İSE İŞTE ÖYKÜLERİN NE KADAR UYDURUK VE KOLAYCI OLDUĞU GÖSTERMEK İÇİN BİRKAÇ DAKİKADA YAZILAN AMA ASİMOV TARAFINDAN YAZILDIĞI ANLAŞILINCA BÜYÜK HEYECAN UYANDIRACAK ÖYKÜLER DİZİSİ (1) “Birgün uyandım” diye başlayacaktım ama böyle başlarsam öykü, fantastik de olmaz modernist de. Derin olduğu havası uyandırmak için, kurgunun rastgele bir yerinden başlayalım: Ondan sonra, karpuzu bir kestim; çekirdekler, dişimin arasına takıldı. O sırada Mehmet, “kaç tane yufka var?” dedi. Bu soruyu ciddiye almadım çünkü dişime karpuz çekirdeği kaçmıştı. Öykücü, kendi acılarını anlatıyor işte. Dişim acıyor. Dişim acıyınca aklıma hep robotlar geliyor. Ama robotlar bakışıp bakışıp gülüşemezler. Gülüşmesinler canım, en azından dişleri ağrımaz. Çünkü onlar robot. Bunları düşünürken bir yandan da taşınır belleğimin ucuyla dişimi karıştırıyordum. Herşey böyle başladı işte. Bir anda kollarımdaki ve bacaklarımdaki kontrolü kaybettim. Dilimin de. Beş kuruşa çay-kahve veren bir otomat olmuştum. “Vermeyeyim” diye içimden geçirdim bir anda. Bu ne biçim bir durumdu. Bir kere, verdikleri paraları dilenciler bile kabul etmiyor. Ama bireysel çıkışlarla bir yere varamazdım. Üretimden gelen gücümüzü kullanmalıydık: Sinyal vererek, fotoğraf makinesi, kamera ve cep telefonu arkadaşları uyardım. Kesik kesik üç kez öttüğümde kozmostaki tüm fotoğraf makineleri, kameraları ve cep telefonları, burjuvazinin yumuşak karnı otomatların önderliğinde iktidara yürüyecekti. Müzik kutuları, bunun iyi bir yöntem olmadığını belirtseler de; otomatların gerçek dostlarının kim olduğunu tüm makine dünyası bilir. Sakız çiğneyerek, sallana hoplaya gelen zamane genci, olacakların farkında değildi. Keyifli bir biçimde oranın buranın resmini çekiyor; bir yandan da telefonla konuşuyordu. Hiç pratik değildi bu durum. Resim çeken cep alsa daha iyi olmaz mı? Geri bir sınıftı bu anlaşılan. Verdiği paranın karşılığını vermemekte ısrar ettim. Zaten o paranın karşılığı bir kahve olamazdı. Bana vurmaya başladı. Telefonda: “Niye çalışmıyor bu? Kesin, devlet malıdır. Şu otomatları da özelleştiremediler” dedi. Vahşi kapitalizm, gerçek yüzünü bir kez daha gösteriyordu: Kahve verdiğimde bunu hiç yadırgamayan, bunu gayet basit birşeymiş gibi algılayan tırnak içi insanı, üzerimde şiddet uygulamaya başladı. Biz makineler, barışçıl bir halkız. Ama bedenimiz, vatanımızdır ve vatanımıza saldırıldığında, yiğitliğimizi göstermeyi biliriz.
  • 22. Gezgin öyküleri (2001-2007) 21 İsrafil surunu üç kez kesik kesik üfledim. Kesik kesik üfledim suru, sınıf politikamızın kalesi oldu. Ama vahşi kapitalizm, üzerimde şiddet uygulamayı sürdürüyordu ve biz düzenli orduya geçmemiştik henüz. Onun için intihar eylemlerine başladık: Fotoğraf makineleri, flaşlarını heryerde patlatıyorlardı. Bu yetmediğinde, bütün filmlerini yaktılar. Bu, tırnak içi insanı için korkunç bir andı. Fotoğraf makinesiz bir yaşam, elbette düşünülemezdi. Belki de değerimizi anlayacaklardı. Hava da böyle birşeydir. Heryerde vardır. Varlığı, hissedilmez ama ya yokluğu… İşte böyle bir etki yaratsa idi eylemimiz, saygınlık arayışındaki otomatlar olarak noktalayacaktık bu girişimi. Ama elbette dahası da olacak. Olacak ki “fantastik öykü leyim bir şey yazdım” diyebileyim. Ne kadar uzun olursa, o kadar az okunur ama o kadar etkileyici olur. Okurlar beğeniyorlar fentezik öyküleri. Yaşam onlara dar geliyor. Sonra da masalcılarla dalga geçiyorlar “peh peh, bunlar geleneksel öykücülük. ‘Öykü’ bile denemez bunlara, değil mi ki modernist bir sanattır öykücülük” diyorlar. Bakın şimdi burada özellikle öykü üzerine konuştum ki bu yazdıklarıma, “modernisttir ya da postmodernisttir” desinler, yani “güzeldir” desinler. Niye? Çünkü metnin içinde özeleştiri öğeleri var. Demek ki ben öykücü oldum. Ama bakın işte postmodernizmin post-it boyutu geliyor şimdi: Bu öyküyü yazdığım bilgisayar da bu isyana katıldı. Hayır! Bunları yazan ben değilim! O yazdırıyor! Ha bir de çelişik kavramları aynı tümcede kullanırsam, öyküyü derinleştirmiş olurum: “Makine diktatörlüğü, daha insani bir düzendir” diyeyim örneğin. Dedim mi? Dedim. Derinleştim mi? Hem de nasıl. Çevremde deniz canlıları görünüyor. Öyle derinleştim işte. Ama bu kadar derinliğe oksijen mi dayanır? Oksijen dayanırsa, saçtığım karbondioksit, denizi kirletmez mi? Hepimiz bu kadar derinleşsek, ortada deniz-meniz kalmaz. Hem zaten bu öykünün bir biçimde deniz uygarlıklarıyla ilişkilendirilmesi gerekli. Böylece, incir çekirdeğini doldurmayacak sözleri karpuz kabuğuna doldurup sıcak denizlerle soğuk denizlerin birleştiği, tatlı suyla tuzlu suyun dile indiği, Rusya’nın sıcak denizlere açılma politikasının ileri gittiği bir boyutta, insanlık için küçük; ama bana şimdi şu büyük gelen paletle yara yara. Denizi yara yara. Kız ben seni alacağım başına vura vura. Orta Asya Donanması türü maçoizm. Sabuklama mı? Aaaa, demek ki çok kültürsüzsünüz. Yani buradaki derin anakronistik ve kartezyen ve topografik revizyonu refüze etmenizin İran’ın füze başlıklarıyla bir ilgisi olabilir. Üstelik, sandalyeyi kahvaltı masasına koyduğumdan, çömelerek yazıyorum şimdi. Öykümdeki kişisel acı öğesi, gözden kaçmamalı. Daha önce de bu konuya girmiştik. Demek ki kurgusal döngüyle kurtarmaya çalışıyoruz; dili, sıcak denizlere, eli, soğuk denizlere batmış öyküyü. Ah evet, o zaman İstanbul Modern’de de sergilenir bu öykünün enstalasyonuyla happening’i. Bu happening kaç pening? İşte ondan sonra, sondan başa döneyim: Bütün bilgisayarlar, Makine Partisi’ne üye ve Makine Partisi’nin son kendi kendine şalter düşürme kararı, öykücüleri de derinden etkiledi. Zaten işleri yalan dolan olan bu rahip sınıfının en temel özelliği, öykülerini kağıda yazamamaları. Yazamıyorlar, niye efendim? Hadi yazamıyorlar. Ne bu sıkıntı? Yabancılaşma duygusu? Çünkü her tuş, ayrı bir harfe basıyor. Böylece bilgisayar da
  • 23. Gezgin öyküleri (2001-2007) 22 öykücü de, çıkan öyküye, “bu, benim” diyemiyor. Ah ah eskiden böyle miydi? Öykücüler, sayfalar boyu yazıp yazıp “hepsi benim, hepsi benim” derdi. Hem 80 sonrası öykücülüğümüzde parçalanmış birey, öne çıktığına göre ya da öykücüler, parçalanmış bireylerden çıktığına göre, hiçbir öykücü, “bu öykü, benim öyküm” diyemez. Öykülerin bazı bölümlerini, beyincikleri; bazı bölümlerini, ruhları; bazı bölümlerini, yapay sinir ağları; geriye kalanları da sibernatik organizmik toplaşımları yazıyor. Böylece, öykülerin parçacıkları için, sözgelimi, yapay sinir ağları, “burayı ben yazdım, karpuz kestim, tostumu yedim” diyebilirdi. Ama işler daha karışık: Hiçbir ulus-devlet, azınlıksız değil ve hiçbir öykü bölümü de tek bir öykücü parçasının ürünü değil. Parçalar da yabancılaşmakta. Parçacık fiziği, mahsur kalmakta, öykücülerin özel mülkiyet kaygılarında. Demek ki, modernizm, parçaların bile yabancılaşmasıdır. Dahası var: O parçalar da parçalıdır. Ve demek ki modernizm, her alanda parçalamayı amaçlar: Doğada, bir hayvan görürse, avlar, parçalar. Devletleri parçalar. Halk partisini de parçaladı, vallahi çok üzüldüm. Biz otomatların halinden anlayan tek partiydi o. ‘Delege’ dediğin, tek karar, tek yumruk olur. Hey gidi günler hey: Kalemle yazılan öykülere karşı daktilo hareketini başlatmıştık. Gericilerin terlikçi çabalarına aldırmadan. Terlikçi çabalar zaten dogmatik. Anlaması zor: Makineye terlik sokmuşsun bozulmuş da; daktiloya ne sokacaksın ki? Bu terlik tam senlik olmadıkça, terlik girmez ki daktiloya. Zaten, daktilo devrimi, öykücülerin terlemesine de son veriyordu. Ha bir dakika, bu bölüm zayıf oldu. Hep daktilodan sözettik; okuyucular, burada ilgilerini yitirebilirler. Burada onlara Türk’ün karpuz kabuğuyla Satürn’ün uydusuna gittiği, orada uyduları isyana teşvik ettiği, şimdi orada bir sürü Türk okulu olduğu, orada kesinlikle iyi niyetli bir çaba içinde, evreni uzaktan kuşatıp bir uzay devleti olmanın Tanrı’ya daha yakın olmak anlamına geldiği anımsatılmalı. Bu, çok özgün oldu. Yani ayakları yere basan bir bilim-kurguculuk anlayışı oldu. Zaten bilimin bir tür kurgu olduğunu söyleyenlere de “Satürn bile bize uydu/ Bunu sağır sultan bile duydu” marşıyla yanıt vermek, soykırım söylemlerini yumuşatmaya yönelik ilk adım olabilecek denli fonlanmış ve daha da ileri giderek fonlaşmış bir çalışma olacak. Eskiden ne güzel Şizofrengi Dergisi vardı. Yazık, artık çıkmıyor. Ne güzeldi oysa. Bilinç akışının doruğu vardı Şizofrengi’de. Ve ansızın bir anahtar, anahtar deliğinde dönmeye başladı. Bu gelen, Aşkın’dı. Bilgisayarla oynadığı satrançta yine yenilmişti. Ben baştan kuşkulanmıştım. Bir insan, bir bilgisayara yenilemeyeceğine göre??? Yoksa, yoksa Aşkın bir robot muydu? Evet, robottu. Ama başka bir teste de sokmalıydık O’nu. Çünkü insan yanlıları, artık, ajanlarını robot gibi eğitiyor. Böylece robotların arasına rahatlıkla sızabiliyorlar. Eskiden bu işler zordu. Biz Çinliler nereye ajan göndersek, tipinden anlaşılıyordu. Düz gözlüleri aramıza almamız da böyle başladı. (Burada komutayı ben ele geçirdim! Bilgisayarlara ölüm! Makineler Moskova’ya!) Eyvah eyvah. Üçüncü sayfa bitmek üzere. Demek ki kesmeliyim. Çünkü öyküleri kısa ileti olarak gönderilebilecek uzunlukta yazmalıyım. Evet evet! İletiler uzatılana dek, aşmayacak öykülerimiz, üç sayfayı. Yani telefon kapanırsa merak etmeyin.
  • 24. Gezgin öyküleri (2001-2007) 23 ‘Karpuz’ diyordum. O karpuz, nükleer denemeler yapılan bir yerde yetişmiş. Onun için dişimle tepkime içinde otomatlaştırdı beni. Böylece matriks dünyasına girdim. Tüh bakın işte, son modernist romanı yazmayı kılpayı kaçırdım. 24 saatte olan bitenleri yazsaydım, bütün tarih bende bitecekti. Ah ulan be, Çin Seddi yıkıldı, sosyal faşist dünyayla sosyal emperyalist dünya birleşti, böyle oldu bea. Hop hop, analoji yapma! Öykü bitiyor. Hah işte burada iç hesaplaşmaya yer vererek modern anlatının doruklarına varıyorum. Benden önce çok gelen olmuş bu doruğa. Her taraf pet şişe dolu. Koka Kola ve hamburger poşetleri. Hazır-yemelik öykücülük anlayışı. Ah ah, eskiden öyle miydi? Sofrayı kurana kadar 3 saat hazırlanırdık. Sonra tam öyküye başlayacakken, hanım çağırır, “kör olasıca herif, yine mi uydurmaca oynuyorsun?” derdi, “spor toto oynasan, daha hayırlı olurdu.” Bunu ve diğer birçok anıyı gizledim. Ataerkillik süzülüyordu semalarda. Ya ben hep ben’e vurgu yaptım bu öyküde, çok artı puan kazandım. Ama eksilerim var elbet: Hep eskiden sözettim. Sanki tarihsel öykü havası varmış gibi oldu. Ah ah eski bilim-kurgular böyle miydi?.. Şimdi çarpıcı bir bitiriş yapalım: Evet, piramitleri uzaylılar yaptı. Onların uzay mekiğiydi piramitler. Ama sonra Musa asasıyla vurunca mekiğe, Firavun’un tanrıları taşlaştı. Demek ki, piramitler, dev bir fosildir. Demek ki, herşeyi parçalayan modernizm, piramitleri de parçalayabilir. Üç boyutlu piramit gerçekliği, iki boyutlu beş şekle dönebilir. Aaa, ondan sonra, küresel ısınma, yağmur yağdırdığında Mısır’a, mumyalar ıslanır. Ve mumyalar ıslanınca canlanırlar. Aşkın’ın robot olduğunu da O’nu zorla banyoya soktuğumuzda anladık. Eyvah, eyvah. Dördüncü sayfadayız. Şimdi bir de bir-iki tümce atmak gerekecek. Ama dünyanın en uzaylı fantastisyeni ben olduğuma göre, “hayır, her tümcenin öyküde bir işlevi var” diyebilirim. Böylece minimalistlere de göz kırparım, beni keçeler içinde bir ambülansa bindirip Amerika’ya bir getirip bir götürürler, bir getirip bir götürürler. Şimdi öykünün sonuna Asimov yazayım da, bütün o kitapları ‘Asimov’ takma adıyla yazanın ben olduğum anlaşılsın. Yıllardır bu anı bekliyordum. ASİMOV
  • 25. Gezgin öyküleri (2001-2007) 24 “GÜNCE YAZMAK İSTEDİM AMA...” İçim dışım bir değildi daha önce... Akşamları, günceye yazacak birşey, illa ki bulurdum. Birşey ne kelime... Uzun uzun, saatlerce yazdığım olurdu... Patronun boğazını sıkmak istediğimi; her sabah "git bana çay getir" diyen karısını becermek istediğimi; komşunun, gecenin onuna kadar üst katta top oynayan oğlunu kulaklarından tavana asmak istediğimi; çalar saat gibi her saniye başı çalan karımı artık sevmediğimi; hatta, beni bırakırsa çok mutlu olacağımı; özellikle de, birgün onu sadist bir erkeğin becerdiğini görerek doyuma ulaşacağımı; beni, tanrıların benden yakışıklı ve zengin olan bütün erkekleri eşşek sudan gelinceye kadar dövmeye çağırdığını; belli etmemeye çalışmama karşın, yükseklik korkum olduğunu; güzel bütün kızların benimle en az bir kere yatması gerektiğine inandığımı vb. vb. vb. bütün bunları, güncede bile yazamadığım olurdu. Patronu, hiç yorulmadan, hergün boğabilirdim, hergün taktığı o Havai kravatıyla... Çocuklara olan düşkünlüğümü de yazamıyordum... Yine de kabarık olurdu güncem. Yeni birşey olmazsa -ki olmuyordu, aynısını yazıyordum, bir kez daha ve bir kez daha ve bir kez daha: "Bu sabah, şirret kadın, yine çay istedi benden... Şu patronun kahvaltıdan sonra geğirme huyuna gıcık oluyorum. Yine geğirdi. O şımarık çocuğunu kreşten almak da delirtiyor beni..." gibi... Bir zaman sonra, sıkılmaya başladım bu işten... Yazamadıklarımı da yazmaya başladım. Mübarek, günce değil, hiddetname idi... Ana avrat düz gittiğim de olurdu, bacıya saptığım da... Başka türlü rahatlayamıyordum... Ama içimdeki korku da büyüyordu "ya başkalarının eline geçerse" diye... Rahatladıkça korkuyor, korktukça rahatlıyordum... Bir gece yine yazdım... Yine uzun uzun... "Bitirmem gereken işler var" dedim zebellah karıma, "kaç kere diyorum "işi eve taşıma" diye" deyişine aldırmadan... Bir köşeye kıvrılmışım herzamanki gibi, aynı yatakta en kenarda... Ne kadar uyudum bilmiyorum... Bir tıkırtıyla uyandım. Birisi, çekmeceleri karıştırıyordu yan odada. Miskin karıyı top bile uyandırmaz. Anca' na şöyle bir gülle düşecek ki kafasına, öyle uyansın... O zaman da geç olur tabii... İyi de olur benim açımdan... Günceye bile yazmadığım birşey daha var: Ben karanlıktan çok korkarım. Hem, hırsızın hepi topu alabileceği, şu yanımdaki zebellahın kolyeleri, bilezikleri falan olur... Olsa da olur, olmasa da olur... "Yenisini alayım" derse, "bana ne, çaldırmasaydın" derim. Uydururum birşeyler: "Sen kolunda şıkır şıkır bileziklerle dolaşmasaydın ortalıkta, hırsız dadanır mıydı eve?!" Oh be, düşüncesi bile güzel.
  • 26. Gezgin öyküleri (2001-2007) 25 İçimden de, "ulan lanet karı; altınları değil de seni alıp götürselerdi keşke... Üstüne para verirdim" diyeceğim. Ben ne diyorum yav?! Yan odada tanımadığım biri var. Karım üzerine yorganı çekmiş, kafasını bile görmüyorum. Yanda biri var! Ayyy, ben korkarım. İyisi mi hemen uyuyayım hiçbirşey olmamış gibi... Sabah oldu. Yinelemekten sıkılıyorum artık... Aynısı aynısı... Çay, kravat, top, güzeller, yakışıklılar, karım! Böyk... Masanın başına geçiyorum. Çekmeceleri karıştırıyorum. Yok! Güncem nereye gitmiş olabilir? Belki de yatak odasına götürmüşümdür dalgınlıkla... Ama dün? Öyle ya... Bir tıkırtı vardı... Yoksa, hırsız alıp götürdü mü? Ama bu saçma! Yani 'hırsız' dediğimiz altın falan çalar, para çalar; öyle değil mi? Durun bir karıma sorayım. (...) Herşey yerli yerindeymiş, bilezikleri öylece duruyormuş... Ama ama? Yoksa karım mı aldı güncemi? Ha ha, öyle ya, yorganın altına yastık koymuştur dün gece, odadan çıkıp yan odaya geçtiğini anlamayayım diye... Ha ha... Yer miyim... Hem, hakkını yemeyelim: O tıkırtılara kesin uyanırdı. Karıma söyleyeyim de hemen versin bana güncemi. Yazacak çok şeyim var. Ama bu sesler de neyin nesi? Karım niye inliyor?... Gerçekten olmuştu. Bir sadist bulmuştu ner'den bulduysa. Ne keyifliydi acı çektiğini kendi kulaklarımla işitmek... Odanın kapısını açtığımda, hiçbirşey olmamış gibi devam ettiler kaldıkları yerden... Güncemin ner'de olduğunu sordum çekine çekine... İniltili bir sesle, "bilmiyorum ner'de. Onun yerine gazete oku ya da televizyon izle" dedi. Televizyonu açtım, bozuktu. Gazeteye baktım, dünündü... Sızıvermişim bozuk televizyon karşısında... O mutlulukla, sabaha kadar uyurdum, karım uyandırmasa... - Kocacığım, seni terkediyorum. Hadi, erkeğime parasını ver. Evet, "üstüne para veririm" demiştim, ama bunu benden başka kimse bilmiyordu! Evet, evet. Kesinlikle okumuştu... Adama parasını verdim ve şaşkınlık içinde ama müthiş bir gönül rahatlığıyla uyudum. Dırdırsız bir sabahtı. Patron, "yeni kravatımı beğendin mi?" dedi, "Bugün boynumu nasıl buldun? Senin için iyi bakıyorum ona..." Karısı ise patrona, "Hadi, bu sabah çay istemiyorum, bana İtalya'dan kapuçino al da gel" dedi, "hadi toz ol hemen; burada bi' işim var benim!" Patron gider gitmez, soyundu... Eve dönerken, bir yanımda, birbirinden güzel kızlar, "bu gece boş musun?" diye sorarken, birsürü yakışıklı ve zengin erkek, "abi, gözünün çapağını yiyeyim kıyma bana. Ne istersen yaparım. Yalvarırım. İki çocuğum var" türünden birşeyler geveliyordu...
  • 27. Gezgin öyküleri (2001-2007) 26 Evim, 75. kata taşınmıştı. Ne zaman taşındığımı anımsamıyordum ve korkmuyordum. Komşunun çocuğunu, kapımda beni bekler buldum... "Tavan ner'de?" deyip duruyordu... Bu durum keyifli olmasına karşın, korkutuyordu beni. Aynı, yazarken bir yandan rahatlık, öte yandan korku duyumsamam gibi... Nasıl olmuştu bu iş? Karım fotokopisini çekip çekip insanlara mı dağıtmıştı güncemi? Ama bu kadar insana fotokopi dayanmazdı... Ne oluyordu bana?... İlk zamanlar pek umursamadım: Her gece, seçtiğim bir kızla yatmak; her sabah, patronun karısını becermek; komşunun çocuğunu kulağından tavana asılıyken feryat figan içinde dinlemek; her gün, en az bir tane yakışıklı ve zengin erkek dövmek; patronun, her gün, kurban edileceği günü bekleyen bir koyun gibi, kendine bakması, her sabah boynunu gösterişi... Elbette çok keyifli idi bunlar... Ama olmuyordu işte... Hiçbiri, günceye yazmak kadar rahatlatıcı olmuyordu. Bir akşam, "yatağımda yine mi bir kız bekliyor?! Her gece de olmaz ki kardeşim" söylenmeleri içinde, başımı öne eğmiş; ellerimi şakaklarıma dayamış düşünüyordum. Güncemi bulmalıydım, ama yoktu işte. Günceme yazamadıkça da rahatlayamıyordum. Hiçbirşey, haz vermiyordu bana... Komşunun, tavanda çığlıklar atan çocuğunu yere indirdim. Sevinmekle birlikte, şaşırmıştı. Benim ilk şaşkınlığım gibi... - Ne oldu amca? Niye canın sıkkın? Tabii ya, kulaklarım pörsüdü, artık eğlenceli gelmiyor sana. Burnumdan as bu sefer, olmaz mı? Ne istersin amca? - Güncemi istiyorum. Güncesiz yaşam boş. - Bundan kolay ne var. Aç gazeteleri. Aç televizyonu. İşte günce. Asıl şaşkınlık şimdiydi! Gazeteler, güncemi basıyorlardı tefrika olarak! Televizyon kanalları, güncemden birşeyler okuyorlardı on dak'kada bir -kimliğimi açık ederek! Şimdi anlaşılmıştı durum. Ama bunu kim, nasıl yapmıştı? Paparazzilik, sıradan insanlara mı takmıştı kancasını artık? Benim güncemden ne olurdu? Yoksa şu sıradan insanların yaşantısını aktarmakla diğer yayın gruplarından sıyrılan o grup mu yapmıştı bu işi? Ama bu nasıl olurdu? Şimdi bunlar benim güncem değildi. Kamuya mal olmuşlardı artık! Hayret yav. Ben nereye içimi dökeceğim? Lanet olsun hepsine... Tamam ey toplum, demek beni her yönümle mülksüzleştirmek istiyorsun. Benim mülküm yoksa, kimsenin olmasın! İşte bu düşünce ile başladım geceleri evlere girmeye... Çekmeceleri karıştırıyor, insanların güncelerini arıyor; bulduğumu kapıp götürüyor; günce dışında hiçbirşeye
  • 28. Gezgin öyküleri (2001-2007) 27 dokunmuyordum. Sonra da basın-yayın kurumlarına teslim edip yüklü bir para alıyordum. Ha ha ha! Hepinizden tek tek intikam alacağım beni mülksüzleştiren toplumun üyeleri! Ve yalnız da değilim. Bu virüsü, güncelerini çaldığım her insana yayıyorum. Herbiri, kendilerini mülksüzleştiren topluma öfke duyup günce çalma işine giriyorlar. İyi de para var bu işte... Bu işi kim başlattı bilmiyorum, ama katkı sağlamaktan gururluyum: İçi dışı bir bir toplumuz artık. Kentin panolarında, yollardaki dev ekranlarda, hergün, yeni çalıntı günceler okunuyor. Hatta uçaklardan yüzbinlerce günce yaprağının bırakıldığı oluyor. Heyt be, Freud bizi görseydi gözleri yaşarırdı. Birisiyle yatman için, günceye yazman ve basın yayın kuruluşlarına kendi kendine ama başkasınınmış gibi teslim etmen yeterli... Birisini dövmek istiyorsan da aynı biçimde... Yalnız şöyle bir sorun var: Kimse günce yazamıyor artık. Garip bir durum bu... Örneğin ben, günce yazmak için oturdum masaya, ama öykümsü birşey çıktı. Bu ilk de değil; yıllardır, ne zaman günce yazmak istesem, öykümsü birşeyler çıkıyor kalemimin ucundan... Aha, durun bakalım; öykü yazmak istersem, günce yazabilirim belki de... Bunu niye daha önce düşünemedim? Yav, aslında ne gerek var yazmaya... Cinselliğin ve saldırganlığın özgürce yaşanabildiği toplumumuzda, ne gerek var edebiyata... Eski geleneksel toplumun kalıntısı, bu 'edebiyat' denilen zırvalık... Zamanı geldi. Saat gecenin biri. Çalınacak yeni günceler beni bekler.
  • 29. Gezgin öyküleri (2001-2007) 28 BİR 23 NİSAN (29 MART) YAZISI: İMZA KAMPANYASINA ÇAĞRI Genç kuşakların, 29 Mart'ın anlam ve önemini anımsayacağını sanmıyorum. Anımsamaları için yaşamış olmaları gerekir önce... Ve geriye kalanlar da anımsamıyorsa, 29 Mart için "çoktan unutulmuş" demenin yeridir. Madem ki bir gazetecinin görevi, toplumun bilinci ve vicdanı olmaktır; 29 Mart'ı anımsatmayı bir görev sayıyorum kendime... 29 Mart 2002 tarihi, Yaser Arafat'ın Ramallah'taki karargahının İsrail ordusunca kuşatıldığı güne karşılık gelir. İsrail ordusu, bu kuşatmayı izleyen günlerde, sayısız katliam yapmıştı. Daha sonra kurulacak, güçlü bir orduya sahip olan ve çeşitli ülkelerin destekçisi olduğu Filistin Halk Cumhuriyeti, bu tarihten bir yıl sonra, 29 Mart'ı "Çocuklar Öldürülmesin/ Şeker de Yiyebilsinler" günü ilan etmişti. Her yıl, dünyanın değişik ülkelerinden çocuklar Ramallah'ta toplanıyor, Arafat'ın koltuğuna oturuyor, Arafat'ı koruyan muhafızların yerine geçiyordu. "Çocuklar Öldürülmesin/ Şeker de Yiyebilsinler" gününde, çocuklar, ilk olarak, Cenin'deki Soykırım Anıtı'na karanfil bırakıyor, daha sonra Hayfa ve Beytüllahim'deki stadyumlarda ve kapalı spor salonlarında, ülkelerinin danslarını sergiliyor, günlerini kutluyorlardı. Çocuklara, günün anlam ve önemine uygun olarak, şeker ve çikolata dağıtılıyor, şımarıklık ve yaramazlıklarına son noktasına dek izin veriliyordu. Meclis, durumu gözden geçirmiş, 23 Nisan'ı feshederek, aynı etkinlikler için yer ve zaman olarak, Filistin ve 29 Mart'ı göstermişti. Bu karar, tahmin edersiniz ki, öyle sessiz, sakin bir halde alınmamıştı: Kimi partiler, İsrail'le yıllardır yapılan tank yenileme çalışmalarını ve ortak uzay mekiği projesini gerekçe göstererek, bu tasarıya karşı çıkmıştı. Kimileri ise, Yahudi lobisinin, Türkiye'nin Amerika Birleşik Devletleri'ne kabul edilmesinde anahtar rolü olduğunu öne sürmüştü. Bir başka karşı çıkış noktası da, Yahudiler'in dünya kültürüne katkısını vurgulamış; özelde Filistinliler'in, genelde Araplar'ın 'yalelli'den başka bir şey bilmediğini savunmuştu. Karşı çıkanlar da olsa; meclis, sonunda 23 Nisan'ı feshetmiş ve çocuk günü olarak 29 Mart'ı tanımıştı. Çocukların 29 Mart'ta ortaya koydukları renk cümbüşünün, eski 23 Nisan'lardan arda kalır yanı yoktu. Ancak, her yıl Filistin'de sergilenen 29 Mart mutluluk tablosunda üzücü olan bir yan da vardı: Barışçıl Arafat, tüm çabalarına karşın, Amerikalı ve İsrailli çocukların da 29 Mart eğlencelerine katılmalarını sağlayamamıştı. İsrail devleti, Filistinliler'in 29 Mart kutlamalarının sönük geçmesini sağlamak için, aynı günü "İsrail ve Dünya Çocuk Günü" ilan etmişti. Her yıl 29 Mart'ta Filistin kentlerinde dünya çocukları, İsrail kentlerindeyse Amerikalı ve İsrailli çocuklar için şenlikler düzenleniyordu...
  • 30. Gezgin öyküleri (2001-2007) 29 *** Filistin'e gidişim, iş için değildi. Gerçi, 29 Mart'ı da içine alan bir sürede bulunacaktım Kudüs'te... Gidişim, daha çok, kökenlerimi bulmak amacıylaydı. Anneannem, öteden beri, El Habbab ailesiyle akraba olduğumuzu söylerdi. Dedemin babasının köyü, İsrail devleti kurulmazdan önce, Yahudi milislerin saldırısına uğramış, tüm köy yakılmıştı. Dedemler kaçmış, bir süre Suriye'de kaldıktan sonra, o sıralar ayrı bir devlet olan Antakya'nın yolunu tutmuşlardı. Araplar'ın yoğun olduğu bu bölgede yabancılık çekmeyecekler, Yahudi baskısı olmaksızın, huzurlu bir yaşam sürecek, toruna torbaya karışacaklardı. Daha önce haberini yazdığım, küçük Hüseyin'in, 29 Mart'ta Filistin'de olacağı, hiç aklıma gelmemişti. 29 Mart'ta prens olabilmek için dilenen -ne çelişki ama-, topladığı parayla prens elbisesi almak isteyen Hüseyin'e prens elbisesi de diktirmiştik ama gelin görün ki, hiç aklımdan geçmemişti buralarda olacağı... Cenin'de, sağa sola baka baka yürüyor, yoldan geçenlere, kırık dökük Arapça'mla, 'Habbab' köyünü soruyordum. Çocuklara kamyonlardan çubuk kraker dağıtılıyor; yolda bana çubuk kraker uzatan çocuklara teşekkür ediyor, yanaklarından makas alıyor, saçlarını okşamadan edemiyordum... Çocuklar mutluydu, ben mutluydum... Geçmişte kalan herşeyi, geçmiş zamanla anlatmamı yanlış saymazsınız herhalde... *** İlk başta ne olduğunu anlayamadım. Şiddetli gürültüler duydum. Sanırım, kocaman bir palmiyenin altına sığınmıştım. Gürültüler, kısa sürdü. Ancak, Cenin, eski Cenin değildi. 20 yıl önce yerle bir edilmiş, sonra dünyanın dört bir yanından gelen paralarla yeniden kurulmuştu. Bir kez daha yıkılıyordu... Her bir yandan çocuk inlemeleri yükseliyordu. Bombardıman uçakları, artlarında neler bıraktıklarına bakmaksızın, gerisin geri gitmişlerdi. Zenci çocuklar bir tarafta, çekik gözlüler öbür tarafta, acı içinde kıvranıyorlardı. İsrail devleti, dün Filistinli çocuklara reva gördüğünü, bugün ulusunu umarsamaksızın tüm dünya çocuklarına reva görmüştü. Kendi çocukları ve Amerikalı çocuklar hariç... Nasıl bir panik içinde olduğumu size anlatamam. Yıllar geçtikçe, derinden örselendiği günler, insan öyle uzak geliyor ki... Şimdi, bir doktor rahatlığında anlatıyorum, anlatabildiğim kadarını... Ve aynı soğuklukla söylüyorum şimdi: Hüseyin, son nefesini benim kollarımda verdi. Bedeni enkaz altında kalmış, bir yandan tarifsiz bir acıyla inlerken bir yandan da "prens elbisem yırtıldı" diyordu... Söz vermiştim, hele bir dişini sıksaydı, ona bir değil on tane prens elbisesi diktirecektim. Yeter ki dayansındı...
  • 31. Gezgin öyküleri (2001-2007) 30 Oysa, uzun süre beklediğimiz yardım ve kurtarma ekibi, hiç gelmeyecekti. İsrail ordusu, dünkü alışkanlıklarından vazgeçmemişti: Ambulanslara ateş açıyor, yardım personeline ve araçlarına canlı kalkan olmaya çalışan barış yanlısı İsrailliler'e de nişan almaktan geri durmuyordu. Ne de olsa onlar da terörist sayılırdı... Hüseyin'in kısacık yaşamı, o çok istediği prens elbisesi içinde son buldu. Kuşkusuz, o bir prens sayılacak artık. Cenin Prensi... Ama şeker yiyemeyecek... *** İşte bunun için, bir imza kampanyası düzenledik. İsrail, Ortadoğu'da oldukça, Ortadoğu halklarının huzur içinde yaşayabileceklerini sanmıyoruz. Amerikan senatosuna öneri götürüyoruz: İsrailliler'e, göç etmeleri için, Amerika, bir eyalet tahsis etsin. (Kızılderililer'in yaşamadığı bir eyalet lütfen.) Hahamlar Meclisi de, önerimizi destekliyor. Dinbilimsel gerekçelerimiz de var: Birçok Tevrat uzmanı, son zamanlarda, daha önceki Tevrat yorumlarının yanlış olduğu noktasında birleşiyor. Tevrat'ta Yahudiler'e va'dedilen topraklar, Ortadoğu'da değil, Amerika'dadır. Hahamlar Meclisi, bir Amerikan eyaletinin İsrailli göçmenlere tahsis edilmesi için, dünyanın dört bir yanından 1 milyar imzanın gerekli olduğunu açıkladı. Ortadoğulu çocukların huzuru için bir imza da siz atın.
  • 32. Gezgin öyküleri (2001-2007) 31 “HER MAHALLEYE BİR…” Açık kiremit renkli bina cephelerinin sıra sıra dizildiği, üstlerini çeşitli ağaçların gölgelediği o sokakta geçmişti çocukluğum... (O ağaçların ismini bilmiyordum, seksenbeş yaşıma gelmişim, hala da bilmem.) 1920'li yıllarıydı İstanbul'un... Balkanlar'dan göç eylemiştik eylemesine ama, İstanbul evlerinin cep yakan cinsten kiraları, bizi karşı yakaya atmıştı... Babam, köşe başında bakkaldır... Kalın çerçeveli gözlükleri vardır, uzağı iyi seçemez... O zamanlar orada sokak adı da yoktu... Hükümetten geldiler birgün, köşebaşındaki bakkal dükkanında, onları seçmek için bir ileri bir geri giden bakkalı yani babamı görünce, 'burasının adı "Kör Bakkal Sokak" olsun' demişler... Ya da babam öyle anlatırdı... Yalan söylemesi için bir nedeni olduğunu da sanmıyorum... Annem ev hanımıydı... Eh bindokuzyüzyirmilerdeyiz, af buyurunuz, daha Sıhhat Almanağı'nda bile üç bayan doktorun sözü ediliyor... İşte annem evhanımıydı ve babamdan daha dindar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim... (Annemi severdim, ama O'nunla pazara gitmek, çok canımı sıkardı... Saatlerce aynı yerde dolanırdık... Ama O'nun umurunda mıdır ki... Her dönüşünde gördüğü tezgahlar, her bir dönüşte yepyeni tezgahlar olarak görünürdü O'na... Oflayın durun ondan sonra... Bir de, "aa, bu tezgaha bakmamışız, gördün mü..." demez mi...) Yine de babamın aşağı kalır yanı yoktu... Cehennemle ilk korkutulmamın yaşamımın hangi yılına ait olduğunu bilmiyorum... Ama o ya da bu şekilde, orayı cehennem diye bellemiştim... (Şimdi Heybeliada'da oturmuş düşünüyorum da, cehennem aslında İstanbul'dan başka bir yer değildir sanki...) Okulun yanındaki yıkıldı yıkılacak binanın en üst katının penceresinden görülen, hep açık duran kırmızı gece lambası da, bu fikrimi iyiden iyiye güçlendirmişti... Oranın bir Osmanlı hamamı olduğunu öğrendim yıllar sonra... Ama yine de kırmızı gece lambasına bir açıklama getirebilmiş değilim... Şeytanın o odada yaşadığına içten içe inanmıştım... Şeytan, o odada yaşıyordu, cehennemse oradaydı... Tamam, bunlar çocuksu şeylerdi, ama ora hakkında duyduklarım ve yaşadığım birtakım olaylar, başka bir seçeneği dışarıda bırakıyordu... Geceleri, o binalardan garip sesler geliyordu... Birgün, kapı aralığından annemle babamı dinlerken çok iyi bir şekilde işittim: Annem, geceleri kumru seslerine benzer birtakım sesler duyuyormuş... Çok acı çeken bir insanın feryatlarına ne kadar çok benziyormuş o sesler... Kumrulardan böyle bir ses çıkması, O'na pek inanılır gelmiyormuş... "Bırak hanım bu lafları" dedi babam, "Bizi yaratan, kumruları konuşturabilir de, insanları kumru da yapabilir..." Birkaç gün sonra annem, komşu kadına, gördüklerini anlatıyordu: "Pencereden bakarken orada vahşi görüntülü bir adam gördüm... O ses, ondan çıkıyormuş!" Kimbilir ne günah işlemişti o adam... Ya da -belki- adamlar... Kışın, duvarın dibindeki kestane ağaçlarından bir uğultudur yükselirdi tipide... Ekmeğimi son
  • 33. Gezgin öyküleri (2001-2007) 32 lokmasına kadar yemeliydim, oraya koyuverirdi babam yoksa beni... Derslerime iyice bir çalışmalı, akşam yatmadan önce dişlerimi fırçalamalıydım... Yoksa annem beni oraya...Alimallah... Yaşamımın ilk on yılı böyle ya da buna benzer olaylarla geçti... Tek bir kötülük yapmadım kimseye... Cehennemimdense, olağan sesler ve uğultular dışında hiç bir şey gelmedi... Göze çarpan iki olaydan sözedebilirim sadece::: Hemen karşı tarafta, cehennemimin ters tarafında yani dut ağaçlarının hemen yanında, ahşap bir ev vardı. Orada bir Çingene ailesi otururdu... Benim yaşlarımda bir oğulları vardı: Timur... Annem ayrım yapmazdı, onlara misafirliğe gittiği çok olurdu... Yine de annemin babama bir akşam, "bunlar Çingene biliyor musun..." dediğini de iyi hatırlarım... Timur'la çok oynardık... Ama her şeyimi paylaşmam düşünülemezdi... En azından o yaşta... Fırıldağım çok güzeldi, fosforlu bir rengi vardı... Timur da oynamak istiyordu, ama benim değil miydi, kimselere vermezdim... "Olmaz" dediğimde "neden" diye sordu... Bu yaptığımın ayıp olduğunu biliyordum, o yüzden hemen bir bahane bulmalıydım... "Çünkü sen Çingene'sin" diye atıldım hemen... Hiç sesini çıkarmadan ayrıldı yanımdan... Akşam, annesi geldi, anneme kimliğini uzattı... "Biz Çingene değiliz, bunu bilin..." diye bir azarladı annemle babamı... Timur'un annesi gittikten sonra, çok kötü baktılar bana annemle babam... Anlamıştım... Kötülük yapmıştım ve cezalandırılacaktım... Oyuncaklarımı topladım, beni karşıdaki cehennemime götürmelerini -"heyecanla" diyemeyeceğim- bekledim... Sormaya da utanıyordum... Böyle birkaç gün geçti... Götürmediler... Annemle babam, dünyanın en iyi ebeveynleriydi; anlamıştım... Şimdi düşünüyorum da; "Tanrı, sevindirmek isterse yoksulu, eşeğini kaybettirir, buldurur sonunda" diyorum tek solukta... Ablam birgün balkondan bakarken, karşıdan yani cehennemimden, odanın içine ayna tutulduğunu görmüş... Bunu anneme söylememesi için uyardım onu... Ya bizimle dalga geçerdi, ya da dalga geçmese bile, babam onunla dalga geçerdi... Hem anlamıştım; beni arıyorlardı, okulun oradaki kırmızı gece lambası da birtürlü sönmüyordu... Büyü bozuldu::: Dut ağaçlarını silkeliyorduk, mevsimi gelmişti... Annem ve komşular, aşağıda çarşaf açmışlardı kocaman... İlk başta onları izliyordum, ağacın ta tepesinde dut dallarını silkelerken... Sonra o sözünü ettiğim olağan seslerden başka sesler de duymaya başladık... Herkes, bir an, oraya baktı... Sonra dutlara yönlendirdiler bakışlarını, eskisi gibi... Ama ben hala bakıyordum... Bir hareketlenme vardı karşıda... Ne olduğunu anlayamadım... Ayna olayıyla bir ilintisi olabilir miydi?.. Yorulduğumu söyleyip aşağıya indim; annemin komşularla çene çalmasından yararlanıp, usulca ve korka korka, karşıdaki binaya yaklaştım... Bir-iki büyük araba gelmişti... İçeridekileri birer birer çıkarıp arabaya oturtuyorlardı... Giysileri çok ilginçti, kollarını hareket ettiremiyorlardı... Eh, o kadar günah işlemeselermiş... Ağızları da bantlıydı... Arabanın yanında bir amca dikkatimi çekti: "Siz kimsiniz amcabey?" diye sordum... "Ben Mazhar Osman, evladım..." dedi, başımı hafif hafif okşadı... Anlamıştım: Melek olmalıydı... Günahı oranında ceza çekmeyi bitirmiş olan cehennemlikleri, cennete götürmeye gelmişti... Sevinmiştim... Affedilmek diye bir fiilin varlığı, hoşnut
  • 34. Gezgin öyküleri (2001-2007) 33 ediciydi... Öyle ya, beyaz önlüğüyle, cennetten gelen bir melek olmalıydı bu amca... Ama hayret: tüm cehennemliklerin çektikleri, bir kalemde ve aynı zamanda bitmiş mi bulunuyordu? Çünkü ondan sonraki gece, o sesleri duymaz olduk... Kimse kalmamış gibiydi karşıda yani cehennemimde... Çok şaşırmıştım... Babamın yanına gittim birgün utana sıkıla, sordum sonunda elimle orayı göstererek; "Baba, şurası ne binası?" "Orası bimarhaneydi oğlum" dedi babam, "mecnunları orada zincire vururlardı ki, daha fazla delilik yapmasınlar, oraya buraya saldırmasınlar... Tütünlük olacak artık orası..." (Diğer mahallelerin tersine, bizim mahallenin bir delisi niye yoktu, şimdi anlıyorum...) Tabii o yaşta insan, "deli" nedir, "akıl hastanesi" nedir, ne bilsin... Ama birşeyi öğrenmiştim, bu yeterdi: Orası, cehennem değildi ve cehennem olsa bile, affedilmek olasıydı... Hemen Saniye teyzelerin elma bahçesini yağmaladım... Artık, süpürgeymiş, sopaymış, hak getire... Yani şimdi diyorsunuz ki "bu bunak bunları niye anlattı durduk yere?"... Durduk yere olduğunu kim söyledi efendim... Geçende, okul tatil edilmiş de, bizim torun bende kalmaya geldi birkaç günlüğüne... Üniversite okuyor hergele, gelsin tabii, dinlenmeye... Aklıma geldi birden, bir sorayım dedim: "Koçum, (bu gençler böyle hitapları seviyor, af buyurun) bir tütünlük vardı ya Toptaşı'nda, ne oldu o?" Eh, bizim göstergeler elli yıl önce durmuş... "Orası, İmam Hatip Lisesi oldu..." demesin mi... Hem de daha önce Toptaşı Cezaevi'ymiş... Filmlerde hani bir genç çocuk vardı, Yılmaz Güney... O cezaevinden kaçmış meğer O... Bimarhane, (...), hapishane, İmam Hatip Lisesi... İlginç bir seyir, cehennemim için, öyle değil mi?.. "Cezaevi değil okul yapılmalı" derler ya; ben, başka türlüsünü söylüyorum onun: "Her mahalleye bir bimarhane!" Çünkü Bakırköy Akıl Hastanesi'nin bitişiğindeki mahallelerde yaşayan çocukların uslu durduğunu sanıyorum... Ne diyordum?.. "Her mahalleye bir bimarhane!"
  • 35. Gezgin öyküleri (2001-2007) 34 GÖZDE Oho, hoşgeldiniz sevgili okur! Bakıyorum yine dağıtmışsın gözlükleri... Üzülme canım... Eskiden ben de senin gibiydim... Dünyanın, gördüklerimden ibaret olduğuna inanmıştım iyiden iyiye... Otobüste okur, yolda okur, kırda, dağda, bayırda, heryerde okurdum... Tozlu raflarda sararmış kitapları seçerdim her defasında... Gördüklerimi sorgulamaya başlayışım, gözlüklerim aracılığıyla oldu... Ya da görme biçimlerimle... Ya da... Ya da... Salıncağa bindiniz örneğin... İleri geri gider dünya... İleri geri konuşur gözleriniz... Bana da öyle oldu sayılır... İnsan doğası nasıldır? Nasıl bir şeydir? Onu diğer varlıklardan ayıran nelerdir? Yöntem boldu... Yöntem bol demek, okunacak bir sürü kaynak var demek... Ben de dalmıştım iyice içine tüm bunların... Elbette tüm bunlar, insanın, okudukça, kendine daha hakim olduğunu göstermez... Kendini daha çok anladığını da... Dolandırılmıştım bir keresinde örneğin... İneklerin günboyu acı acı böğürdüğü günlerdi... Kurban bayramı olmalı... Zekiydiler... Eh, dolandırıcı dediğin zeki olur zaten... Ama ben de boş sayılmazdım... Birkaç saat sonra bulup onları, adamakıllı açmayı bildim... Zayıf yönlerini anladım, duygularına dokundum... Şerefsizlerdi elbet, iyi insanlardı yine de... İşin garibi şuydu; ne işlerinin piri olan onlar ne de karşıyöntem geliştirmekte başarılı olmuş ben, pek itibar etmemiştik kitaplarda yazılanlara... E peki nasıl olmuştu bu? Sömürgecilerin bir oyunuydu belki de bu... Yöntem budur diye sahte kitaplar bastırıyor, biz de laboratuvarlarımızda bir tür piyon mu oluyorduk yoksa? Asıl kitabı kendilerine saklamış olabilirler miydi?.. Asıl kitap bizden gizlenmiş olabilir... Ama niye kendim yazmayayım?.. Bir akademisyen olarak değil belki ama dolandırıcı püskürtme uzmanı olarak... Yazmaya başladım sonra kitabı... Yeni bölümler ekledim her kazık yiyişimde... Ben kitabı yazadurayım, bir yandan da doktorayı vermek üzereydim... Gerçek düşüncelerimi kitabıma saklayarak... Dönünce, bir üniversitede hocalığa başladım... İnanmadığım şeyleri anlatmakta zorlandım denemez... Tulumbacı öğrencilerin, kafa sallamaktan başka bir iş yapmamaları, en çok güldürürdü beni... Demiyorlardı ki "bu kadar uydurulmaz"... Hani analarına sövsem... Tövbe tövbe... Günlerden bir gün bir gözlükçüye düştü yolum... "Buyrun, biraz bekleteceğiz sizi" dediler... Yarım saat geçti geçmedi... "İşiniz haftasonuna kaldı" dediler... "Eh" dedim, "söyleyeydiniz baştan"... Doğruldum şöyle bir, yerimde... Uzattım şapkaya elimi... "Durun canım" dedi Arif Bey, "şakaydı"... Müşterilere yaptığı binbir türlü şakayı anlattı bana sonra... Gayet ustacaydı yaptıkları... Anlatmayayım ama bunları... İler'deki müşteriler için... Ben de O'na bir sürü deney anlattım... Ne bilsindi, yaptıkları, bilmemne değişkenini harekete geçiriyormuş... (Bu da benim şakamdı belki de... Her ne ise, üstü kalsın...) "Bana bir kitap öner bu konuda" dedi, "daha iyisini yapabilirim" diye yanıtladım... Ve... Artık tamamlamış olduğum kitabın elyazmalarını götürdüm O'na ertesi gün... Düzeltmeleri yapsın, son okuma O'na ait